Dr. Cihan Erdönmez
(Bu yazı Türkiye Ormancılar Derneği tarafından çıkarılan Orman ve Av Dergisi'nin Mayıs-Haziran 2013 sayısında yayımlanmıştır.)
Çocukluğumda bilyeliler yapardık. Bilyeli kaykaylar yani. O bilyeleri nereden nasıl bulurduk, hafızam bana yardım etmiyor. Motorlarda sürtünmeyi ve aşınmayı azaltmak amacıyla (galiba) kullanılan o bilyelerden alelade bir tahtanın bir önüne bir de arkasına takıp, tozlu mahalle sokaklarında bulabildiğimiz nadir asfalt yollarda yokuş aşağı bıraktığımızda kendimizi, uçuyor zannederdik kanatlarına binip bir göçmen kuşun.
İnsanlık tarihini en çok etkileyen
icat hangisidir acaba? Siz bu soruya ne cevap verirseniz verin, ben lafı
döndürüp dolaştırıp tekerleğe getireceğim.
Kim icat etti bu tekerlek
denen şeyi? Mezopotamyalılar. Ne zaman? En az 5000 yıl önce. Neden? Muhtemelen
ormandan kestikleri kütükleri daha rahat taşımak için. Böylelikle ormanla da
bağlantısını kurduk mu? Kurduk. Zaten, baltanın sapının odundan olması gibi,
binlerce yıl boyunca bütün tekerlekler de odundan yapılmış ve tekerlekler
geliştikçe orman kaybetmiş. Yaşamın kendisi bütünüyle bir ironi değil mi ki
buna şaşıralım.
Birden yaşamımızdan
tekerleğin çıktığını düşünsenize. Misal İstanbul’u düşünün. Bir tek araç yok!
Harika olurdu Boğaz. Tepelerden sahile doğru bir kartopu gibi yuvarlanıp serin
sulara... Su deyince aklıma geldi. Bir tek suda ihtiyaç yok galiba tekerleğe.
Havada bile olmuyor onsuz. Uzay mekikleri bile tekerlekli. Dönüp dolaşıp
geleceği yer bir kara parçası nihayetinde. Oysa su öyle mi? Ne işe yarar suda
tekerlek. Gelecekte tekerlekli su araçları olur mu dersiniz? Bence olmaz.
Olmaz, çünkü olacak olsa Jule Verne gibi biri çıkıp yazardı şimdiden. Hiç
olmadı Kevin Costner’ın oynadığı Su Dünyası filminin senaristi bütün dünyanın
sularla kaplandığını hayal eder de o hayale bir tekerleği çok mu görürdü?
Görmezdi. Gördünüz mü işte, benim gibi karacı bir adamsanız tekerleğe
muhtaçsınız. Kaçış yok!
Belki bundan olacak
Formula 1 denen illete bağımlılığım. Bağımlılık! Gerçekten bağımlılık.
Milyonlarca erkeğin futbol maçı izlemek için TV aboneliği yaptırdığı bu dönemde
ben Formula 1 yarışlarını izlemek için TV aboneliği yaptırdım. Ölsem yaptırmam
futbol için. Ama Formula 1 başka. Sanki beni anlatıyor üstat Behçet Necatigil
şiirinde;
Çok şey oluyor spor yürüyor
Şaşmaz bir saat bir raket
Bir pedal geliyor
Tekerlek farkı
Yer yerinden oynuyor
...
Bu kadar mı olur be
üstat? Raket; tenis, pedal; bisiklet ve tekerlek; Formula 1. Bu kadar mı olur?
Bir de basketbolu ve snooker’ı sıkıştırsaydın araya, oldu bitti. Aslında
basketbol var şiirin devamında da, şu bölüme bir girseydi snooker ile birlikte;
eh, oku şiiri bak bana.
Aslında İstanbul Pisti
yapılırken çevreci damarım kabarmıştı. “Bırak” dedim şu illeti kendi kendime.
Olmadı. Pistin yanlış yere yapılmasının suçu Formula 1’in olamazdı ki!
Bırakmadım. Hem öyle güzel kafa tutuyordu ki Ferrari’nin koltuğuna kurulmuş
yılların Schumacher’ine mütevazı Renault’su ile Alonso. Bir daha benzeri hiç
olmayacak kadar güzel sarı-mavi
arabasıyla kırmızılara (Ferrarilere) pisti dar ederken o, ben evde TV
karşısında koltuktan koltuğa sıçrıyordum, dünya gerçekten benim için duruyordu.
Kaderin cilvesine bakın ki mütevazı Renault koltuğunda kibirli Ferrari’ye kafa
tutuyor diye beğenip alkışladığım Alonso üç yıldır o kibirli kırmızı aracın
koltuğunda oturuyor. Şimdi, damalı bayrağı ilk geçen kırmızı aracın içindeki
mavi kasklı adamsa, değmeyin keyfime!
Sevgili eşim bilir; her
türlü pazar planını yalnızca bir tek şey için bozabilirim; F1. Hiç unutmam; bir
yaz tatilinin ilk günü, uzun ve yorucu bir yolun ardından otele kendimizi
attığımızda, eşim ve oğlum denize koşarken ben ilk iş TV’yi açıp, karşısında
yatağa uzanmıştım iki saat boyunca.
Bilmiyorum
okuyucularımızın ne kadarı Formula 1’i takip ediyordur. Çok olduğunu sanmam.
Ama her kim Formula 1 hakkında az da olsa bir şeyler biliyorsa, akıllarına
gelen ilk isim hiç kuşku yok Schumacher’dir. 90’lı yılların ortalarından
2000’li yılların ilk onda birlik diliminin sonuna kadar ve özellikle Ferrari
takımındaki başarılarıyla bir F1 efsanesi haline gelmiş olan bu Alman pilot
tereddütsüz gelmiş geçmiş en iyi F1 sürücüleri listesine ilk basamaklardadır. Ve
bu basamaklarda ona birisinin eşlik etmesi gerekiyorsa, yine tereddütsüz o
pilot Ayrton Senna’dır.
Yıllar önce bir
meslektaşım benim F1’e olan hayranlığımı küçümseyerek; “Mühendisler otomobili
geliştiriyor, en hızlı otomobili yapıyor, siz de bunu spor diye izliyorsunuz”
demişti. Az bilerek de olsa yorum yapabilme hastalığımızın bir ürünü olan bu
cümle bütünüyle yanlış değildi elbet. Evet, Formula 1 sporunun bir bölümü, hem
de önemli bir bölümü mühendislik üzerinde kuruluydu. Konulmuş kurallar ve
limitler ölçüsünde motor gücünü en yükseğe çıkarıp, aracın yolda en iyi tutuşu
sağlamasını ve en iyi aerodinamik yapıya ulaşmasını sağlamak elbette arkasında
yüzlerce mühendisin ter döktüğü hayranlık uyandıran bir ekip çalışmasını
gerektiriyor. Fakat bu spordaki pilotun rolü genellikle az bilenler tarafından
çok ihmal ediliyor. Sanıyorlar ki az bilenler, pilot yalnızca aracı kullanıyor
biz sıradan sürücüler gibi. Oysa mühendislerin yaptığı bütün geliştirmeler
pilotların test, antrenman, sıralama ve yarış sürüşleri sonrasında verdiği
teknik raporlar doğrultusunda gerçekleştiriliyor. İşte Ayrton Senna’nın
hikayesi böyle bir rapor ve çözülemeyen sorunla ilgili.
Aslını sorarsanız Senna
için her şey oldukça ışıltılı başlıyor. Brezilyalı bir toprak imparatorunun
oğlu olarak dünyaya gelen Senna, babasının yönlendirmesi ve akıttığı paralarla
yarışa zaten önde başlayanlardan. En iyi hocalar, en üst düzey eğitim vs. Hızla
ilerliyor Senna. Müthiş yetenek ideal koşullarla birleşince bir F1 efsanesinin
doğuşu gecikmiyor. 1984 yılında Toleman takımı ile F1’e adım atan Senna 1988
yılında Alain Prost’un takım arkadaşı olarak McLaren’e transfer oluyor ve iki
takım arkadaşının dillere destan rekabeti bu dönemde yaşanıyor. Hırslı, azimli
ve disiplinli tarzıyla ve yeteneğiyle kullandığı aracı her geçen gün bir adım
ileri götürmeyi başarıp, özellikle yağmurlu havalardaki üstün başarısıyla
Rainman lakabını da bu dönemde kazanıyor. Alain Prost’la Ferrari takımında da
yolları kesişen Senna ile Prost’un yolları 1990 yılının son yarışı olan Japonya
Grand Prix’inde tamamen ayrılır. Prost yarışa pole (en önde) pozisyonunda
başlayan Senna’nın aracına çarpınca her iki yarışçı da yarış dışı kalır. Her ne
kadar Senna önceki yarışlarda topladığı puanlarla o yılı şampiyon olarak
kapatsa da Ferrari ile Prost’un yolları ayrılır ve Prost bir başka F1 efsanesi
olan Williams takımına transfer olur.
1993 yılında Williams,
aracın süspansiyon sisteminde denge sağlamayı güçlendiren bir elektronik destekle
virajlarda savrulmayı en aza indirerek hemen bütün yarışlarda rakiplerini
sürklase eder ve Prost o yılı şampiyon olarak tamamlar. 1994 sezonu için
Williams Senna ile anlaşınca Prost, Senna ile aynı takımda olmamak için Williams’dan
ayrılır. Ne var ki F1 yönetimi Williams tarafından 1993 yılında kullanılan
elektronik sistemi, adil olmayan bir yarış yarattığını düşünerek yasaklar. Bu
yasak Williams takımını yeni iyileştirme arayışlarına iter. Ancak tam bir
mühendislik harikası olan bu araçların herhangi bir noktasına yapılan en küçük
bir müdahale diğer kısımlarda öngörülemeyen sorunlara neden olabilmektedir.
Nitekim, Senna test sürüşleri sonrasında, zaman zaman aracın ön kısmında
başlayıp bir dalga halinde yayılan titreşimin direksiyonu döndürmesini
zorlaştırdığını ve hatta döndürse bile aracın düz gittiğini rapor eder. Teknik
ekip bu sorunu bir türlü çözemez ve sezon başlar.
30 Nisan 1994’te (bu
yazıyı 30 Nisan 2013’te yazıyorum) İtalya’da İmola Pisti’nde sezonun üçüncü
yarışının sıralama turları yapılmaktadır. Senna’nın takım arkadaşı Avusturyalı
pilot Roland Ratzenberger, Villneuve virajı olarak adlandırılan virajı
dönemeyerek karşı taraftaki beton bariyere çarpar. Ağır yaralanan pilot, ne
yazık ki ertesi gün ölür. Takım arkadaşının ölüm haberiyle sarsılan Senna
ertesi gün, yani 1 Mayıs 1994’te yarışa pole pozisyonunda başlar. Arka arkaya
yaşanan kazalar yarışın sık sık durmasına yol açmıştır. Güvenlik sağlandıktan
sonra yarış yeniden start alır. Yedinci turda Senna 306 km hızla girdiği
Tamburello virajında, daha önce defalarca rapor ettiği ancak bir türlü
çözülemeyen sorun nedeniyle direksiyonu çeviremez ve son bir hamleyle 218 km’ye
kadar düşürdüğü hızıyla bariyerlere çarpar.
Direksiyon milinden kopan
bir kaynak parçası Senna’nın kaskını delip kafasına saplanmıştır. Pilota ilk
müdahaleyi pistteki sağlık ekibinin başı olan dünyaca ünlü beyin cerrahi Sydney
Watkins yapar. Watkins daha sonra o anı şöyle anlatmaktadır:
“Çok kötü
görünüyordu. Göz kapaklarını kaldırdığımda, beyninde çok ciddi bir hasar olduğu
ortadaydı. Kokpitten çıkarıp yere yatırdık. Bir an iç çeker gibi oldu; tam bir
agnostik olsam da, o an ruhunun ayrıldığını hissettim.”
Daha sonra götürüldüğü hastanenin hemşireleri, ünlü pilotun tulumunun içinden küçük bir Avusturya
bayrağı çıktığını söylemişlerdir. Kaza olmasa muhtemelen yarışı birinci
bitirecek olan Senna, damalı bayrağı en önde geçerken o küçük bayrağı
sallayarak bir gün önce kaybettiği takım arkadaşına saygı duruşunda bulunmayı
planlamış olmalıydı.
Senna takım arkadaşı için planladığı saygı duruşunu gerçekleştiremedi ama 5
Mayıs 1994’te Sao Paolo’da gerçekleştirilen cenaze töreninde tam 500 bin kişi
onun için saygı duruşundaydı. Tabutunu gözyaşları içinde taşıyanların başında
ise yıllarca didişip durduğu Alain Prost gelmekteydi.
İçinde böylesine renkli ve dramatik hikayeler barındıran Formula 1 yarışına
bir hafta sonu ev sahipliği yapabilmek hemen her ülkenin hayali. Tanıtım, yakın
coğrafyalardan gelecek izleyicilerin bırakacağı döviz, prestij vs. Hükümetler
bunun için büyük çabalar harcıyor, motor sporları federasyonları bir oraya bir
buraya koşturup duruyorlar. Tabii büyük bütçeler ortaya koymak olmazsa olmaz
şart. Konu para olunca petrol zengini Arap ülkeleri bir adım öne çıkıyorlar.
Bahreyn 2002 yılında inşasına başladığı Sakhir pistine 2004 yılında yarışı
almayı başaran ilk Arap ülkesi. Daha sonra Birleşik Arap Emirlikleri de bu
yoldan gitti.
Bahreyn’de Nisan ayında yapılan sezonun dördüncü yarışı son yıllarda olduğu
gibi büyük protesto gösterilerine sahne oldu. Bahreyn Kralı Fahd ülkenin nüfus
olarak azınlığını oluşturan sünni kesiminden. Çoğunluğu şiiler oluşturuyor ve
azınlığın çoğunluk üzerindeki antidemokratik (demeye gerek var mıydı?)
tahakkümü ülkenin bir numaralı gündemi. Çoğunluğu oluşturan şiiler Formula 1
yarışını Kral Fahd’ın dünya üzerindeki bir göz boyama operasyonu olarak
görüyorlar. Böylelikle Fahd’ın dünyaya, ülkede “her şey yolunda” mesajı
verdiğini, gerçeklere dayanmayan bir halkla ilişkiler kampanyası yürüttüğünü
iddia ediyorlar. Bu nedenle ülke genelinde Formula 1 aleyhinde büyük gösteriler
yaşandı, yaşanıyor. Fahd’ın niyeti elbette bu olabilir. Ama şiiler olaya şöyle
de bakabilirler; Formula 1 sayesinde dünyanın gözü yılda bir kez Bahreyn’e
dönüyor ve biz de bu sayede sesimizi bütün dünyaya duyurmuş oluyoruz. Gerçekten
de Bahreyn’deki yönetim ve halk arasındaki sorunlardan Formula 1 olmasa benim
haberim olur muydu, çok emin değilim.
Formula 1 enteresan bir dünya. Her yıl Mart ayında başlayıp Kasım’a kadar
devam eden bir heyecan silsilesi. İçinde büyük hikayeler, büyük dramlar var.
Büyük sürücüler, büyük yöneticiler var. O büyük yöneticilerden biri de Senna
öldüğünde FIA (Uluslararası Otomobil Federasyonu) başkanı olan Max Mosley. Max
Mosley, herkes Senna’nın cenazesine koşarken tercihini Senna’nın takım arkadaşı
Ratzenberger için Salzburg’da yapılan cenazeye katılmaktan yana kullanmıştı.
Ona neden Senna’nın cenazesine katılmadığı ve Ratzenberger’in cenazesine
katıldığı sorulduğunda verdiği yanıt hala akıllardadır:
“Ben onun törenine
gittim, çünkü herkes Senna’nın cenazesine katıldı. Oraya da birilerinin
gitmesinin önemli olduğunu düşündüm.”
Formula 1’i sevmeyebilirsiniz. Onu, büyük motorlu otomobillerin gürültülü
yarışı olarak değerlendirebilirsiniz. Ama asla onun, insanoğlunun sınırlarını
zorlama arayışının bir ürünü olduğunu inkar edemezsiniz. Bu öylesine bir
arayıştır ki içinde Senna, Schumacher ve Alonso gibi büyük yetenekleri, Ratzenberger
gibi kurbanları ve Mosley gibi büyük insanları barındırır.
Son bir not; Senna’nın ölümünden sonra FIA güvenlik önlemlerini o kadar çok
artırmıştır ki, o günden bugüne otomobiller kat kat gelişmiş olmasına rağmen
bir tane daha pilot ölümü yaşanmamıştır. Ve o üstün güvenlik önlemlerinin büyük
bölümü, bizleri korumak için Formula 1 deneyiminden günlük araçlara transfer
olmaktadır. Biz farkında olalım ya da olmayalım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder