Etiketler

Denemeler (12) Diğer (28) Makaleler (18) Şiirler (45)

15 Eylül 2013 Pazar

Tekerlekten Formula 1’e, Mühendislikten Bahreyn’e Bir Garip Yazı


Dr. Cihan Erdönmez
(Bu yazı Türkiye Ormancılar Derneği tarafından çıkarılan Orman ve Av Dergisi'nin Mayıs-Haziran 2013 sayısında yayımlanmıştır.)

Çocukluğumda bilyeliler yapardık. Bilyeli kaykaylar yani. O bilyeleri nereden nasıl bulurduk, hafızam bana yardım etmiyor. Motorlarda sürtünmeyi ve aşınmayı azaltmak amacıyla (galiba) kullanılan o bilyelerden alelade bir tahtanın bir önüne bir de arkasına takıp, tozlu mahalle sokaklarında bulabildiğimiz nadir asfalt yollarda yokuş aşağı bıraktığımızda kendimizi, uçuyor zannederdik kanatlarına binip bir göçmen kuşun. 

İnsanlık tarihini en çok etkileyen icat hangisidir acaba? Siz bu soruya ne cevap verirseniz verin, ben lafı döndürüp dolaştırıp tekerleğe getireceğim. 

Kim icat etti bu tekerlek denen şeyi? Mezopotamyalılar. Ne zaman? En az 5000 yıl önce. Neden? Muhtemelen ormandan kestikleri kütükleri daha rahat taşımak için. Böylelikle ormanla da bağlantısını kurduk mu? Kurduk. Zaten, baltanın sapının odundan olması gibi, binlerce yıl boyunca bütün tekerlekler de odundan yapılmış ve tekerlekler geliştikçe orman kaybetmiş. Yaşamın kendisi bütünüyle bir ironi değil mi ki buna şaşıralım. 

Birden yaşamımızdan tekerleğin çıktığını düşünsenize. Misal İstanbul’u düşünün. Bir tek araç yok! Harika olurdu Boğaz. Tepelerden sahile doğru bir kartopu gibi yuvarlanıp serin sulara... Su deyince aklıma geldi. Bir tek suda ihtiyaç yok galiba tekerleğe. Havada bile olmuyor onsuz. Uzay mekikleri bile tekerlekli. Dönüp dolaşıp geleceği yer bir kara parçası nihayetinde. Oysa su öyle mi? Ne işe yarar suda tekerlek. Gelecekte tekerlekli su araçları olur mu dersiniz? Bence olmaz. Olmaz, çünkü olacak olsa Jule Verne gibi biri çıkıp yazardı şimdiden. Hiç olmadı Kevin Costner’ın oynadığı Su Dünyası filminin senaristi bütün dünyanın sularla kaplandığını hayal eder de o hayale bir tekerleği çok mu görürdü? Görmezdi. Gördünüz mü işte, benim gibi karacı bir adamsanız tekerleğe muhtaçsınız. Kaçış yok! 

Belki bundan olacak Formula 1 denen illete bağımlılığım. Bağımlılık! Gerçekten bağımlılık. Milyonlarca erkeğin futbol maçı izlemek için TV aboneliği yaptırdığı bu dönemde ben Formula 1 yarışlarını izlemek için TV aboneliği yaptırdım. Ölsem yaptırmam futbol için. Ama Formula 1 başka. Sanki beni anlatıyor üstat Behçet Necatigil şiirinde;

Çok şey oluyor spor yürüyor
Şaşmaz bir saat bir raket
Bir pedal geliyor
Tekerlek farkı
Yer yerinden oynuyor
...

Bu kadar mı olur be üstat? Raket; tenis, pedal; bisiklet ve tekerlek; Formula 1. Bu kadar mı olur? Bir de basketbolu ve snooker’ı sıkıştırsaydın araya, oldu bitti. Aslında basketbol var şiirin devamında da, şu bölüme bir girseydi snooker ile birlikte; eh, oku şiiri bak bana. 

Aslında İstanbul Pisti yapılırken çevreci damarım kabarmıştı. “Bırak” dedim şu illeti kendi kendime. Olmadı. Pistin yanlış yere yapılmasının suçu Formula 1’in olamazdı ki! Bırakmadım. Hem öyle güzel kafa tutuyordu ki Ferrari’nin koltuğuna kurulmuş yılların Schumacher’ine mütevazı Renault’su ile Alonso. Bir daha benzeri hiç olmayacak kadar güzel  sarı-mavi arabasıyla kırmızılara (Ferrarilere) pisti dar ederken o, ben evde TV karşısında koltuktan koltuğa sıçrıyordum, dünya gerçekten benim için duruyordu. Kaderin cilvesine bakın ki mütevazı Renault koltuğunda kibirli Ferrari’ye kafa tutuyor diye beğenip alkışladığım Alonso üç yıldır o kibirli kırmızı aracın koltuğunda oturuyor. Şimdi, damalı bayrağı ilk geçen kırmızı aracın içindeki mavi kasklı adamsa, değmeyin keyfime! 

Sevgili eşim bilir; her türlü pazar planını yalnızca bir tek şey için bozabilirim; F1. Hiç unutmam; bir yaz tatilinin ilk günü, uzun ve yorucu bir yolun ardından otele kendimizi attığımızda, eşim ve oğlum denize koşarken ben ilk iş TV’yi açıp, karşısında yatağa uzanmıştım iki saat boyunca. 

Bilmiyorum okuyucularımızın ne kadarı Formula 1’i takip ediyordur. Çok olduğunu sanmam. Ama her kim Formula 1 hakkında az da olsa bir şeyler biliyorsa, akıllarına gelen ilk isim hiç kuşku yok Schumacher’dir. 90’lı yılların ortalarından 2000’li yılların ilk onda birlik diliminin sonuna kadar ve özellikle Ferrari takımındaki başarılarıyla bir F1 efsanesi haline gelmiş olan bu Alman pilot tereddütsüz gelmiş geçmiş en iyi F1 sürücüleri listesine ilk basamaklardadır. Ve bu basamaklarda ona birisinin eşlik etmesi gerekiyorsa, yine tereddütsüz o pilot Ayrton Senna’dır. 

Yıllar önce bir meslektaşım benim F1’e olan hayranlığımı küçümseyerek; “Mühendisler otomobili geliştiriyor, en hızlı otomobili yapıyor, siz de bunu spor diye izliyorsunuz” demişti. Az bilerek de olsa yorum yapabilme hastalığımızın bir ürünü olan bu cümle bütünüyle yanlış değildi elbet. Evet, Formula 1 sporunun bir bölümü, hem de önemli bir bölümü mühendislik üzerinde kuruluydu. Konulmuş kurallar ve limitler ölçüsünde motor gücünü en yükseğe çıkarıp, aracın yolda en iyi tutuşu sağlamasını ve en iyi aerodinamik yapıya ulaşmasını sağlamak elbette arkasında yüzlerce mühendisin ter döktüğü hayranlık uyandıran bir ekip çalışmasını gerektiriyor. Fakat bu spordaki pilotun rolü genellikle az bilenler tarafından çok ihmal ediliyor. Sanıyorlar ki az bilenler, pilot yalnızca aracı kullanıyor biz sıradan sürücüler gibi. Oysa mühendislerin yaptığı bütün geliştirmeler pilotların test, antrenman, sıralama ve yarış sürüşleri sonrasında verdiği teknik raporlar doğrultusunda gerçekleştiriliyor. İşte Ayrton Senna’nın hikayesi böyle bir rapor ve çözülemeyen sorunla ilgili. 

Aslını sorarsanız Senna için her şey oldukça ışıltılı başlıyor. Brezilyalı bir toprak imparatorunun oğlu olarak dünyaya gelen Senna, babasının yönlendirmesi ve akıttığı paralarla yarışa zaten önde başlayanlardan. En iyi hocalar, en üst düzey eğitim vs. Hızla ilerliyor Senna. Müthiş yetenek ideal koşullarla birleşince bir F1 efsanesinin doğuşu gecikmiyor. 1984 yılında Toleman takımı ile F1’e adım atan Senna 1988 yılında Alain Prost’un takım arkadaşı olarak McLaren’e transfer oluyor ve iki takım arkadaşının dillere destan rekabeti bu dönemde yaşanıyor. Hırslı, azimli ve disiplinli tarzıyla ve yeteneğiyle kullandığı aracı her geçen gün bir adım ileri götürmeyi başarıp, özellikle yağmurlu havalardaki üstün başarısıyla Rainman lakabını da bu dönemde kazanıyor. Alain Prost’la Ferrari takımında da yolları kesişen Senna ile Prost’un yolları 1990 yılının son yarışı olan Japonya Grand Prix’inde tamamen ayrılır. Prost yarışa pole (en önde) pozisyonunda başlayan Senna’nın aracına çarpınca her iki yarışçı da yarış dışı kalır. Her ne kadar Senna önceki yarışlarda topladığı puanlarla o yılı şampiyon olarak kapatsa da Ferrari ile Prost’un yolları ayrılır ve Prost bir başka F1 efsanesi olan Williams takımına transfer olur. 

1993 yılında Williams, aracın süspansiyon sisteminde denge sağlamayı güçlendiren bir elektronik destekle virajlarda savrulmayı en aza indirerek hemen bütün yarışlarda rakiplerini sürklase eder ve Prost o yılı şampiyon olarak tamamlar. 1994 sezonu için Williams Senna ile anlaşınca Prost, Senna ile aynı takımda olmamak için Williams’dan ayrılır. Ne var ki F1 yönetimi Williams tarafından 1993 yılında kullanılan elektronik sistemi, adil olmayan bir yarış yarattığını düşünerek yasaklar. Bu yasak Williams takımını yeni iyileştirme arayışlarına iter. Ancak tam bir mühendislik harikası olan bu araçların herhangi bir noktasına yapılan en küçük bir müdahale diğer kısımlarda öngörülemeyen sorunlara neden olabilmektedir. Nitekim, Senna test sürüşleri sonrasında, zaman zaman aracın ön kısmında başlayıp bir dalga halinde yayılan titreşimin direksiyonu döndürmesini zorlaştırdığını ve hatta döndürse bile aracın düz gittiğini rapor eder. Teknik ekip bu sorunu bir türlü çözemez ve sezon başlar.  

30 Nisan 1994’te (bu yazıyı 30 Nisan 2013’te yazıyorum) İtalya’da İmola Pisti’nde sezonun üçüncü yarışının sıralama turları yapılmaktadır. Senna’nın takım arkadaşı Avusturyalı pilot Roland Ratzenberger, Villneuve virajı olarak adlandırılan virajı dönemeyerek karşı taraftaki beton bariyere çarpar. Ağır yaralanan pilot, ne yazık ki ertesi gün ölür. Takım arkadaşının ölüm haberiyle sarsılan Senna ertesi gün, yani 1 Mayıs 1994’te yarışa pole pozisyonunda başlar. Arka arkaya yaşanan kazalar yarışın sık sık durmasına yol açmıştır. Güvenlik sağlandıktan sonra yarış yeniden start alır. Yedinci turda Senna 306 km hızla girdiği Tamburello virajında, daha önce defalarca rapor ettiği ancak bir türlü çözülemeyen sorun nedeniyle direksiyonu çeviremez ve son bir hamleyle 218 km’ye kadar düşürdüğü hızıyla bariyerlere çarpar. 

Direksiyon milinden kopan bir kaynak parçası Senna’nın kaskını delip kafasına saplanmıştır. Pilota ilk müdahaleyi pistteki sağlık ekibinin başı olan dünyaca ünlü beyin cerrahi Sydney Watkins yapar. Watkins daha sonra o anı şöyle anlatmaktadır: 

Çok kötü görünüyordu. Göz kapaklarını kaldırdığımda, beyninde çok ciddi bir hasar olduğu ortadaydı. Kokpitten çıkarıp yere yatırdık. Bir an iç çeker gibi oldu; tam bir agnostik olsam da, o an ruhunun ayrıldığını hissettim.” 

Daha sonra götürüldüğü hastanenin hemşireleri, ünlü  pilotun tulumunun içinden küçük bir Avusturya bayrağı çıktığını söylemişlerdir. Kaza olmasa muhtemelen yarışı birinci bitirecek olan Senna, damalı bayrağı en önde geçerken o küçük bayrağı sallayarak bir gün önce kaybettiği takım arkadaşına saygı duruşunda bulunmayı planlamış olmalıydı. 

Senna takım arkadaşı için planladığı saygı duruşunu gerçekleştiremedi ama 5 Mayıs 1994’te Sao Paolo’da gerçekleştirilen cenaze töreninde tam 500 bin kişi onun için saygı duruşundaydı. Tabutunu gözyaşları içinde taşıyanların başında ise yıllarca didişip durduğu Alain Prost gelmekteydi. 

İçinde böylesine renkli ve dramatik hikayeler barındıran Formula 1 yarışına bir hafta sonu ev sahipliği yapabilmek hemen her ülkenin hayali. Tanıtım, yakın coğrafyalardan gelecek izleyicilerin bırakacağı döviz, prestij vs. Hükümetler bunun için büyük çabalar harcıyor, motor sporları federasyonları bir oraya bir buraya koşturup duruyorlar. Tabii büyük bütçeler ortaya koymak olmazsa olmaz şart. Konu para olunca petrol zengini Arap ülkeleri bir adım öne çıkıyorlar. Bahreyn 2002 yılında inşasına başladığı Sakhir pistine 2004 yılında yarışı almayı başaran ilk Arap ülkesi. Daha sonra Birleşik Arap Emirlikleri de bu yoldan gitti. 

Bahreyn’de Nisan ayında yapılan sezonun dördüncü yarışı son yıllarda olduğu gibi büyük protesto gösterilerine sahne oldu. Bahreyn Kralı Fahd ülkenin nüfus olarak azınlığını oluşturan sünni kesiminden. Çoğunluğu şiiler oluşturuyor ve azınlığın çoğunluk üzerindeki antidemokratik (demeye gerek var mıydı?) tahakkümü ülkenin bir numaralı gündemi. Çoğunluğu oluşturan şiiler Formula 1 yarışını Kral Fahd’ın dünya üzerindeki bir göz boyama operasyonu olarak görüyorlar. Böylelikle Fahd’ın dünyaya, ülkede “her şey yolunda” mesajı verdiğini, gerçeklere dayanmayan bir halkla ilişkiler kampanyası yürüttüğünü iddia ediyorlar. Bu nedenle ülke genelinde Formula 1 aleyhinde büyük gösteriler yaşandı, yaşanıyor. Fahd’ın niyeti elbette bu olabilir. Ama şiiler olaya şöyle de bakabilirler; Formula 1 sayesinde dünyanın gözü yılda bir kez Bahreyn’e dönüyor ve biz de bu sayede sesimizi bütün dünyaya duyurmuş oluyoruz. Gerçekten de Bahreyn’deki yönetim ve halk arasındaki sorunlardan Formula 1 olmasa benim haberim olur muydu, çok emin değilim. 

Formula 1 enteresan bir dünya. Her yıl Mart ayında başlayıp Kasım’a kadar devam eden bir heyecan silsilesi. İçinde büyük hikayeler, büyük dramlar var. Büyük sürücüler, büyük yöneticiler var. O büyük yöneticilerden biri de Senna öldüğünde FIA (Uluslararası Otomobil Federasyonu) başkanı olan Max Mosley. Max Mosley, herkes Senna’nın cenazesine koşarken tercihini Senna’nın takım arkadaşı Ratzenberger için Salzburg’da yapılan cenazeye katılmaktan yana kullanmıştı. Ona neden Senna’nın cenazesine katılmadığı ve Ratzenberger’in cenazesine katıldığı sorulduğunda verdiği yanıt hala akıllardadır: 

“Ben onun törenine gittim, çünkü herkes Senna’nın cenazesine katıldı. Oraya da birilerinin gitmesinin önemli olduğunu düşündüm.” 

Formula 1’i sevmeyebilirsiniz. Onu, büyük motorlu otomobillerin gürültülü yarışı olarak değerlendirebilirsiniz. Ama asla onun, insanoğlunun sınırlarını zorlama arayışının bir ürünü olduğunu inkar edemezsiniz. Bu öylesine bir arayıştır ki içinde Senna, Schumacher ve Alonso gibi büyük yetenekleri, Ratzenberger gibi kurbanları ve Mosley gibi büyük insanları barındırır. 

Son bir not; Senna’nın ölümünden sonra FIA güvenlik önlemlerini o kadar çok artırmıştır ki, o günden bugüne otomobiller kat kat gelişmiş olmasına rağmen bir tane daha pilot ölümü yaşanmamıştır. Ve o üstün güvenlik önlemlerinin büyük bölümü, bizleri korumak için Formula 1 deneyiminden günlük araçlara transfer olmaktadır. Biz farkında olalım ya da olmayalım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder