Dr. Cihan Erdönmez
(Bu yazı Türkiye Ormancılar Derneği tarafından çıkarılan Orman ve Av Dergisi'nin Temmuz-Ağustos 2013 sayısında "Abraham Maslow Bizi Kandırdı Mı?" başlığıyla yayımlanmıştır.)
Kuşku yok sanatçılar gerçekleri bilim adamlarından daha iyi anlatır, elbette sanat okuyuculuğu olanlara. Şiirler, romanlar, tiyatro oyunları, besteler, resimler, operalar… Daha iki gün geçmedi Roger Waters’ın gerçekleri kafamıza çivi gibi çakmasının üzerinden.
Sinema filmlerinin öğretici
değeri bana göre sanıldığından daha yüksektir. Zihnimiz ve aklımız filmlerden
çok etkilenir. Farkına varmadan, sindire sindire öğretir filmler. Hele
animasyonlar.
Muhtemeldir ki, benim gibi pek
çok yetişkin, çocuklarının hatırına tanışmıştır animasyon filmlerle. Buz Devri
adlı bir film, daha doğrusu film serisi var. Animasyon. Çocuklar için. Filmin
her bölümünde izleyicileri önce bir sincap karşılar. Bir de meşe palamudu. Sincap
palamuda sahip olmak, onu korumak için akıl almaz bir çaba gösterir. Her
seferinde kaçırır ama bir biçimde geri kazanır onu. Hiçbir tehlike onun palamut
için mücadelesini engelleyemez. Abraham Maslow göbeğini çatlatsa gereksinmeler hiyerarşisinin
açlık üzerinde yükseldiğini daha iyi anlatamazdı.
Maslow teorisini geliştirdiğinde
takvim yaprakları 1943 senesini gösteriyordu. Teoriyi çeşitli açılardan
okuyabilirsiniz. Örneğin, en basit okuma şudur: İnsan da diğer hayvan türleri
gibi önce açlık ihtiyacını gidermeye odaklanır. Sonra güvenlik vs. vs.
Tarih elinden ekmeği alınan
insanların savaşları ile doludur. Çünkü savaşın en kötü sonucu savaşmadığınız
zaman başınıza gelecek olandır: Ölüm.
Tarihte bilinen ilk protestonun
nedeni ekmektir; MÖ. 1152 yılında antik Mısır’da, Dair-El madina bölgesinde
III. Ramses’e karşı ayaklanan çiftçiler hak ettikleri ödemelerin zamanında
yapılmaması nedeniyle iş bırakmışlar, yani bugünkü anlamda greve gitmişlerdi.
Gezi Parkı üzerine AVM, rezidans,
kışla (ya da her ne ise) yapma girişimleri ile başlayan protestolar ve
mücadeleye bu perspektiften bakmak hem tarihin akışını daha iyi okumak anlamına
gelir hem de Maslow’dan 70 yıl sonra Maslow’a bayrak açmak.
Çevre protestoları, çevresel
aktivizm, çevre hareketleri ya da çevresel adalet… Konuya hangi isimle
yaklaşırsanız yaklaşın çok eski zamanlara ulaşan bir derinlikle
karşılaşmazsınız. Çünkü çevreye yönelik müdahalelerin dönüp dolaşıp ekmeğinizi
ve yaşam güvenliğinizi tehdit edeceğinin anlaşılması tarihsel süreç içerisinde
yeni sayılabilecek bir durumdur.
Çeşitli çevre bileşenlerine
(ormanlar, denizler, ırmaklar ve göller vb.) yönelik korumacı hareketlerin 19.
yüzyılın sonlarından itibaren ABD başta olmak üzere Batı’da görülmeye
başlandığı bilinse de, bugünkü anlamda bir sosyal hareket olarak çevre
protestolarının 1970’lerden daha geriye dayandırılması kolay olmayacaktır.
Çevre protestoları denilince
ilgili ilgisiz herkesin aklına gelen ilk şey sanırım Greenpeace olacaktır.
ABD’nin gerçekleştirdiği nükleer denemeleri protesto etmek amacıyla 1971
yılında Kanada’da kurulan Greenpeace bugün 40’tan fazla ülkede örgütlenmiş
durumdadır. Şiddete dayalı olmayan bu aktivist grubun protesto eylemlerinin
örneklerini hem farklı ülkelerden hem de ülkemizden hatırlamak olanaklı.
Greenpeace’in Türkiye ofisinin kurulduğu 1992 yılı ülkemizde çevre
protestolarının bir sosyal hareket haline gelmesinin de miladı sayılabilir.
Sizleri bilmem ama Türkiye’de
çevre protestoları denildiğinde benim ilk aklıma gelen Bergama köylüleridir.
1989 yılında Eurogold adlı bir madencilik şirketi, Türkiye’de 500’den fazla
bölgede varlığı bilinen altın yataklarından biri olan Bergama’nın köylerinde
arama ruhsatı alır. O sırada Bergama Belediye Başkanlığı yapan Sefa Taşkın
televizyonda altın madenciliğinin çevreye verebileceği zararlara ilişkin bir
belgesel seyreder. Bunun üzerine köylerin muhtarları ile iletişim kurar ve
konuyu ilçenin bir numaralı gündemi haline getirir.
Bergama köylülerinin tarihe kayıt
düşen ilk protesto eylemi Ekim 1996’da gerçekleşir. Şirket altın arama faaliyetlerini
gerçekleştirmek için OGM’den de aldığı izinle ağaç kesimine başlar. Bu, bardağı
taşıran son damladır. Köylüler İzmir-Çanakkale karayolunu yedi saat süreyle
ulaşıma kapatırlar. Bunu ilçe merkezinde belden yukarıları çıplak köylü
erkeklerin[1]
bildiri dağıtması, yerel referandum, idari davalar, hukuk mücadelesi, hukukun
etrafından dolanmalar, medyanın satın alınması vs. vs. izler[2].
Türkiye’de çevre protestoları
açısından birkaç farklı örnekten söz etmek gerekirse; Akkuyu Direnişi,
Arnavutköy Semt Girişimi, Karadeniz Otoyolu Direnişi, Ilısu Barajı (Hasankeyf)
Direnişi ilk anda akla gelenlerdir. Halen devam eden çevre protestolarına
bakıldığında ise Amasra ve bölgesindeki termik santrallere karşı yörede oluşan
sivil inisiyatif, ülkenin çeşitli bölgelerinde ve özellikle Karadeniz’de
HES’lere karşı protestolar ve mücadele ile İstanbul’da üçüncü köprüye karşı
mücadele sayılabilir.
Aslını soracak olursanız, Gezi
Parkı protestosu, ülkemizin beceriksiz ve demokrasiyi içselleştirmemiş
yöneticileri olmasa, yukarıda saydıklarımızdan çok daha küçük bir örnek olarak
kalmaya mahkum bir eylemdi. Bir kent içi parkın korunmasına, oradaki ağaçların
ve yeşil dokunun devamlılığına odaklanmış, üniversiteli gençlerin ağırlığını
oluşturduğu bir grup tarafından şekillendirilmiş, basit, barışçıl ve hatta
biraz da eğlenceli bir eylemdi Gezi başlangıçta. Bu basit protesto eylemini
toplumsal bir direnişe çeviren, çevreden alıp pek çok hükümet uygulamasına
yönelten, ülke ve kent idarecilerinin (yönetici değil, idarecilerinin) akıl
almaz şiddet uygulamaları ve ayrımcı yaklaşımlarıydı. Bu gerçeği orada olan
olmayan herkes çok iyi biliyor elbette. Bu gerçeği görmek için hiçbir detaya
girmeden yalnızca “Kırmızılı Kadın” fotoğrafına bakmak bile yeterli.
Gezi direnişi ile ilgili pek çok
yazı yazıldı, görüş ortaya atıldı. Siyasal içerikli olanı da vardı, sosyolojik
olanı da, sportif olanı da vardı, ekolojik olanı da; iç mihraklar da yazdı dış
mihraklar da, hükümet yanlıları da yazdı muhalif olanlar da; doğrular da
söylendi, eğriler de… Söylenmemiş ne kaldı ki? Bence kaldı bir şeyler. Hem de
önemli bir şeyler.
Bilim dünyası ile sanat dünyası
arasındaki en önemli çatışmadır bence Maslow’un teorisi. Akademisyen
dostlarımız derslerinde öğrencilerine anlatırlar, anlatmak zorundadırlar; Açlık
her şeyden önce gelir, insan önce açlığını gidermeye odaklanır, açlığı gidermek
diğer bütün ihtiyaçlardan önceliklidir diye. Oysa bunu hiçbir sanatçıya kabul
ettiremezsiniz. Düşünsenize, Mel Gibson’ın hem yönetip hem de başrolünü
oynadığı Braveheart (Cesur Yürek) filmini. Hani İskoçlar’ın İngilizlere karşı
bağımsızlıklarını kazanmak için verdikleri mücadelenin öyküsünü. Son sahnede,
öykünün kahramanı idam edilmeden hemen önce var gücüyle nasıl bağırıyordu?
Açlık diye mi özgürlük diye mi?
Maslow bilerek ya da bilmeyerek
tarihin en büyük kandırmacalarından birinin bilimsel ortağıdır. Tok ve güvende
olmak istiyorsan diğerlerinden fedakarlıkta bulunacaksın. Diğerlerinden,
örneğin özgürlükten. Evet, tabi! Gerçek bu olsaydı, Mustafa Kemal’in Anadolu’ya
geçip ulusal mücadeleyi başlatmak yerine İngiliz Muhipleri Cemiyetine katılması
gerekmez miydi?
Gezi direnişinin en önemli yanı
özgürlüğün karın doyurmaktan daha önemli olduğunu bir kez daha göstermiş
olmasıdır insanlara. İnsanlara. Karnını doyurduğunuz bir köpek bütün yaşamını
size adayabilir. Ama insan için karnını doyurmaktan, tok olmaktan daha önemli
şeyler vardır ki bunların başında özgürlük gelir. İşte bunun içindir ki
Gezi’de, idarecilerin tabiri ile birkaç ağaç için başlayan eylemin büyüyüp yurt
çapına yayılmasının asıl nedeni, eylem odağının tokluk ve güvenlik arayışından
özgürlük arayışına doğru hızlı bir geçiş yaşamasıdır.
Binlerce yıldır bütün sanatçılar
anlatmaya çalıştılar insanlara özgürlüğü. Sanat okuyuculuğu olanlar bunu anladılar.
Olmayanlar ise Abraham abinin tokluk teorisini rehber edinip iki dilim ekmek
için didinip durdular. Yaşadılar ama insan olamadılar. İnsanlık tarihine bir de
bu açıdan bakın. Her şey açık ve anlaşılır olacaktır. Tarihte bilinen ilk
protesto Mısır’da ekmek içindi. Mısır’da hala protestolar var, insanlar ölüyor;
ama ekmek için değil.
Gezi bize bir kez daha
özgürlük-ekmek ikileminin insani yönünü anlattı. Elbette anlayanlara.
Son olarak; elbette özgürlük ve
ekmek çatışmak zorunda değil. İkisi bir arada olduğunda değmeyin insanoğlunun
keyfine!
[1]
Geleneksel olarak köylü erkeklerin üstsüz protestoları, Femen grubuna üye
kadınların üstsüz protestolarından yöre, kültür ve sosyolojik koşullar dikkate
alındığında daha fazla yadırganacak bir durum oluşturmaktadır. O nedenle
Bergama köylerinin protestocu erkekleri eylem tarzı açısından Femen grubunun
öncüsü sayılabilir.
[2] Bergama
protestoları ile ilgili detaylı bilgi sahibi olmak isteyenler için;
·
Av. Noyan Özkan, 2004. Bergama Köylülerinin
Mücadelesi. Savunuculuk ve Politikaları Etkileme Konferansı Yazıları 1,
İstanbul Bilgi Üniversitesi Sivil Toplum Kuruluşları Eğitim ve Araştırma
Birimi.
·
Voulvouli, A. 2011. Grassroots mobilisitaion in
Turkey: The transnational character of local environmental protests.
International Journal of Academic Research, 3 (1), 881-888.
·
Özer Akdemir, 2013. Bergama’dan tarihe son
notlar (http://www.tr.boell.org/web/111-1629.html,
erişim tarihi:06.08.2013).
Telifi hazırla :)
YanıtlaSilBundan sonra yazılar için esas ben telif ücreti isteyeceğim:)
Sil