Öğretmenim
Korktum önceleri bakınca yüzüne
Seni hep sıra dayaklarında
Parmak uçlarımda acı gibi hissettim
Yolumu değiştirmek zorunda kaldım çoğu zaman
Sırf seninle karşılaşmamak için olur olmaz
Sonra yavaş yavaş
Hayranlıklarım baş gösterdi ilk gençliğimde
Kimi zaman pantolonunun ütüsüne
Kimi zaman saçının kıvrımına kilitlendi gözlerim
Utancımdan olsa gerek
İlk aşkımın sen olduğunu sır gibi saklayıp
Kimselere söylemedim
Derken senin gibi konuşma hevesi sardı beni
Ve senin gibi etkileyebilmek birbirinden güzelleri
Biliyorum yapamadım
Sana ulaşayım derken karıştırdım yolları
Biliyorum yapamadım
Acım büyüdü içimde, atamadım
Biliyorum yapamadım
Çarem kalmadı avuttum kendimi
Seni hatırlayarak her yirmi dört kasım
24 Kasım 2015 Salı
23 Ekim 2015 Cuma
Anneler Ağlar Babalar Konuşur
Cumartesi sabahı (10 Ekim), önce okuldan bir hocamızın annesinin vefat haberi ile sarsıldım. Ancak Ankara'daki korkunç terör saldırısını öğrendiğimde kanım dondu. Bu saldırı ile ilgili o kadar çok şey söylendi ve söylenecek ki, içimden tek kelime etmek gelmiyor. Aslında içimden geçenleri kelimelere dökmek de çok olanaklı değil.
İki gün boyunca yüreği yanan annelerin haykırışlarını izledim televizyonlardan. Sırıtan bakanı izledim suratına tükürme isteğiyle. İstifa sözcüğünü lügatlarında taşımayan büyük adamları gördükçe istifra edesim geldi. Bir yandan canı yananların acısıyla yüreğim sızlarken diğer yandan teröristlerin kol gezdiği, canlı bombaların cirit attığı ve daha kötüsü bütün bunlara adeta çanak tutan sorumsuz bir hükümetin hüküm sürdüğü bir ülkede bir evlat yetiştiriyor olmanın kaygısı çöktü üzerime.
Annesi vefat eden hocamız vefat haberinin ve cenaze bilgilerinin kurumsal olarak, hep yaptığımız gibi duyurulması konusunda çekinceliydi. Çünkü hocamızın annesi Ermeni'ydi ve o kadar iyi biliyordu ki bu ülkede Türk-Sünni çoğunluğa dahil olmayanlara nasıl yan gözle bakıldığını; Türkiye'de ırkçılık ve ayrımcılık olmadığı sözünün kocaman bir palavradan ibaret olduğunu. Hocamızın kaygılarını telefonda gidermeye çalıştım. Az da olsa başarılı olmuşum ki biraz rahatladı.
Pazartesi öğle saatlerinde Bakırköy'deki Ermeni Kilisesi'nde cenaze törenine katıldım. Sağ olsunlar, diğer hocalarımız da yanındaydı acılı hocamızın. Bir yıl önce babamı kaybettiğim için tanıdığım bir duygudur bu. Zordur o anlar; elem ve kargaşa, bilinmezlik ve kaygı iç içe geçer. Dostları yanında olmalıdır öyle anlarda insanın. Güç verir dostlar, sırf varlıklarıyla. Söz söylemeye gerek yoktur. Orada olmak "buradayım, yanındayım" demektir ve fazlası fazladır, gereksizdir zaten.
Kilisedeki tören bizdeki cami törenlerinden çok daha düzenliydi.Cenaze sahipleri gelenleri kilise avlusunun girişinde karşılıyorlar, taziyeleri kabul ediyorlardı. Sonra bizi kilisenin içine buyur ettiler. Filmlerde de izlediğimiz gibi iki sıra halinde dizilmiş tahta oturakların arasından dar bir yol geçiyordu. O yolun üzerine, kilisenin boylamasına tam ortasına gelecek yere bir platform konulmuş, onun üstüne de merhumenin tabutu yerleştirilmişti. Tabuta dayanmış olan bir çelenkte "Evlatları" yazıyordu.
Tören baştan sona üzerlerinde değişik renk ve şekillerde cübbeler olan erkek kilise görevlilerinin söylediği ilahiler ve konuşmalardan ibaretti. Bir başka erkek görevli de uzun bir süre elinde sallayarak dolaştırdığı tütsüyü kilisenin değişik noktalarında dolaştırdı. Törenin, ilahilerin ve konuşmaların değişik yerlerinde katılanlar sık sık istavroz çıkarıyorlardı. Yer yer ağlayan ama sanki ağlaması ayıpmış gibi göz yaşlarını adeta içine akıtan kadınlar vardı. Sadece erkekler konuşuyordu oysa!
İki gün boyunca yüreği yanan annelerin haykırışlarını izledim televizyonlardan. Sırıtan bakanı izledim suratına tükürme isteğiyle. İstifa sözcüğünü lügatlarında taşımayan büyük adamları gördükçe istifra edesim geldi. Bir yandan canı yananların acısıyla yüreğim sızlarken diğer yandan teröristlerin kol gezdiği, canlı bombaların cirit attığı ve daha kötüsü bütün bunlara adeta çanak tutan sorumsuz bir hükümetin hüküm sürdüğü bir ülkede bir evlat yetiştiriyor olmanın kaygısı çöktü üzerime.
Annesi vefat eden hocamız vefat haberinin ve cenaze bilgilerinin kurumsal olarak, hep yaptığımız gibi duyurulması konusunda çekinceliydi. Çünkü hocamızın annesi Ermeni'ydi ve o kadar iyi biliyordu ki bu ülkede Türk-Sünni çoğunluğa dahil olmayanlara nasıl yan gözle bakıldığını; Türkiye'de ırkçılık ve ayrımcılık olmadığı sözünün kocaman bir palavradan ibaret olduğunu. Hocamızın kaygılarını telefonda gidermeye çalıştım. Az da olsa başarılı olmuşum ki biraz rahatladı.
Pazartesi öğle saatlerinde Bakırköy'deki Ermeni Kilisesi'nde cenaze törenine katıldım. Sağ olsunlar, diğer hocalarımız da yanındaydı acılı hocamızın. Bir yıl önce babamı kaybettiğim için tanıdığım bir duygudur bu. Zordur o anlar; elem ve kargaşa, bilinmezlik ve kaygı iç içe geçer. Dostları yanında olmalıdır öyle anlarda insanın. Güç verir dostlar, sırf varlıklarıyla. Söz söylemeye gerek yoktur. Orada olmak "buradayım, yanındayım" demektir ve fazlası fazladır, gereksizdir zaten.
Kilisedeki tören bizdeki cami törenlerinden çok daha düzenliydi.Cenaze sahipleri gelenleri kilise avlusunun girişinde karşılıyorlar, taziyeleri kabul ediyorlardı. Sonra bizi kilisenin içine buyur ettiler. Filmlerde de izlediğimiz gibi iki sıra halinde dizilmiş tahta oturakların arasından dar bir yol geçiyordu. O yolun üzerine, kilisenin boylamasına tam ortasına gelecek yere bir platform konulmuş, onun üstüne de merhumenin tabutu yerleştirilmişti. Tabuta dayanmış olan bir çelenkte "Evlatları" yazıyordu.
Tören baştan sona üzerlerinde değişik renk ve şekillerde cübbeler olan erkek kilise görevlilerinin söylediği ilahiler ve konuşmalardan ibaretti. Bir başka erkek görevli de uzun bir süre elinde sallayarak dolaştırdığı tütsüyü kilisenin değişik noktalarında dolaştırdı. Törenin, ilahilerin ve konuşmaların değişik yerlerinde katılanlar sık sık istavroz çıkarıyorlardı. Yer yer ağlayan ama sanki ağlaması ayıpmış gibi göz yaşlarını adeta içine akıtan kadınlar vardı. Sadece erkekler konuşuyordu oysa!
18 Eylül 2015 Cuma
Doymak ve Doy(a)mamak Üzerine
Abraham Maslow'un yükseköğretim kurumlarında çokça öğretilen "gereksinmeler hiyerarşisi"nin tabanını, içinde yeme-içme başlığının da bulunduğu fizyolojik ihtiyaçlar oluşturur. Hayvanlar kategorisine giren her canlı gibi biz insanlar da yaşamaya devam edebilmek için bir şeyler yemek ve içmek zorundayız.
Kendisini rahmetle andığım Prof. Dr. Uçkun Geray, asistanlığımın ilk yıllarında ağzım açık olarak takip ettiğim konferanslarından birinde şöyle demişti:
"İnsanı diğer hayvanlardan ayıran özelliğin ne olduğu üzerine bir sürü şey söylenmiştir ve söylenmeye de devam edecektir. Ama bence insanı farklı kılan şey, en temel ihtiyacı olan yeme-içmeyi mutfağa, üremeyi de aşka dönüştürmüş olmasıdır."
Hoca'nın mutfak sözcüğü ile kastettiği mutfak kültürüydü aslında. Gerçekten de ister bireysel karşılaştırmalarda olsun isterse toplumsal karşılaştırmalarda, kişinin ya da toplumun yeme-içme alışkanlıkları ve anlayışı, yani mutfak kültürü çok önemli bir ayıraç görevi görmektedir. Uzakdoğuluların, İngilizlerin, Almanların, Türklerin ya da Amerikalıların yeme-içme alışkanlıkları birbirlerinden kıvrımlarla değil köşelerle ayrılır. Benzer şekilde Egelilerin, Karadenizlilerin veya Güneydoğuluların da. Konuya bireysel açıdan yaklaştığımızda ise yaşamak için yiyenlerle yemek için yaşayanlar arasında yüzlerce tür insanla karşılaşabilirsiniz. Bunu et olmadan doymayanlarla hayvansal gıdalara savaş açanlar gibi farklı doğrultularda zenginleştirebiliriz. Sanırım ben yaşamak için yiyenler uç noktasına çok yakın bir konumdayım ve sanırım biraz da bu nedenle yeme-içmeye yahut mutfak kültürüne verilen öneme fazlaca bir anlam veremiyorum; dahası eleştiriyorum.
Elbette diğer hayvanlar gibi yalnızca toplayalım ve avlayalım; bunları da olduğu gibi yiyelim demiyorum. Zaten artık o noktaya istesek de dönülemeyeceği aşikar. Ama bir boğaz yarışıdır almış başını gidiyor; Önceleri Saatli Maarif Takviminde günün yemeği olurdu. Sonra gazetelerde yemek köşeleri ortaya çıktı. Derken Emine Beder'den, Oktay Usta'dan, falanca hanımdan, filanca teyzeden yemek kitapları rafları süslemeye başladı. Bu da yetmedi mutfağa ilişkin dergiler, internet sayfaları ve televizyon programları mantar gibi türedi. Çok şükür ki, artık yalnızca mutfak ve yemek programlarının yayımlandığı televizyon kanalları bile var!
Bu yaz gazete sayfalarımızı süsleyen Bordum haberlerinden biri de şuydu: "Sosyetiklerin adresi Türkbükü'ndeki Maça Kızı'nda geçen yıl 50 liraya satılan lahmacun ayran bu yıl 75 lira." Biliyorum bu para yalnızca lahmacun ve ayrana verilmiyor, çoğu tanımı zor bir gösteriş tutkusunun ücreti. Yemek konusunda da durum böyle değil mi peki? Gelin birlikte popüler yemek tarifi sitelerindeki bazı yemek isimlerine bakalım:
Kendisini rahmetle andığım Prof. Dr. Uçkun Geray, asistanlığımın ilk yıllarında ağzım açık olarak takip ettiğim konferanslarından birinde şöyle demişti:
"İnsanı diğer hayvanlardan ayıran özelliğin ne olduğu üzerine bir sürü şey söylenmiştir ve söylenmeye de devam edecektir. Ama bence insanı farklı kılan şey, en temel ihtiyacı olan yeme-içmeyi mutfağa, üremeyi de aşka dönüştürmüş olmasıdır."
Hoca'nın mutfak sözcüğü ile kastettiği mutfak kültürüydü aslında. Gerçekten de ister bireysel karşılaştırmalarda olsun isterse toplumsal karşılaştırmalarda, kişinin ya da toplumun yeme-içme alışkanlıkları ve anlayışı, yani mutfak kültürü çok önemli bir ayıraç görevi görmektedir. Uzakdoğuluların, İngilizlerin, Almanların, Türklerin ya da Amerikalıların yeme-içme alışkanlıkları birbirlerinden kıvrımlarla değil köşelerle ayrılır. Benzer şekilde Egelilerin, Karadenizlilerin veya Güneydoğuluların da. Konuya bireysel açıdan yaklaştığımızda ise yaşamak için yiyenlerle yemek için yaşayanlar arasında yüzlerce tür insanla karşılaşabilirsiniz. Bunu et olmadan doymayanlarla hayvansal gıdalara savaş açanlar gibi farklı doğrultularda zenginleştirebiliriz. Sanırım ben yaşamak için yiyenler uç noktasına çok yakın bir konumdayım ve sanırım biraz da bu nedenle yeme-içmeye yahut mutfak kültürüne verilen öneme fazlaca bir anlam veremiyorum; dahası eleştiriyorum.
Elbette diğer hayvanlar gibi yalnızca toplayalım ve avlayalım; bunları da olduğu gibi yiyelim demiyorum. Zaten artık o noktaya istesek de dönülemeyeceği aşikar. Ama bir boğaz yarışıdır almış başını gidiyor; Önceleri Saatli Maarif Takviminde günün yemeği olurdu. Sonra gazetelerde yemek köşeleri ortaya çıktı. Derken Emine Beder'den, Oktay Usta'dan, falanca hanımdan, filanca teyzeden yemek kitapları rafları süslemeye başladı. Bu da yetmedi mutfağa ilişkin dergiler, internet sayfaları ve televizyon programları mantar gibi türedi. Çok şükür ki, artık yalnızca mutfak ve yemek programlarının yayımlandığı televizyon kanalları bile var!
Bu yaz gazete sayfalarımızı süsleyen Bordum haberlerinden biri de şuydu: "Sosyetiklerin adresi Türkbükü'ndeki Maça Kızı'nda geçen yıl 50 liraya satılan lahmacun ayran bu yıl 75 lira." Biliyorum bu para yalnızca lahmacun ve ayrana verilmiyor, çoğu tanımı zor bir gösteriş tutkusunun ücreti. Yemek konusunda da durum böyle değil mi peki? Gelin birlikte popüler yemek tarifi sitelerindeki bazı yemek isimlerine bakalım:
- Sabayon ile gratine edilmiş frambuaz
- Kanton usulü pilav
- Muzlu ve kivili pirinç pudingi
- Ranchido tostadas
- Karanfilli havuç helvası
- Pasandida palak
- Parmesanlı ve domates soslu ev yapımı tortelloni...
Siz bir de bunların televizyon programlarındaki tariflerini izleseniz, ki izliyorsunuzdur zaten, sanırsınız tarifi yapan adam ya da kadın AİDS'e karşı aşı geliştirmiş yahut kansere çare bulmuş veya Satürn'e gönderdiği uzay mekiğindeki robotun topladığı kayaç örneklerini analiz etmiş de bunlar hakkında bizi bilgilendiriyor. Küçük dağları ben yarattım edasında, kibirli, gururlu, insanoğlunun en büyük sorunlarından birini çözmüş bir yüz ifadesi ile "bonfilenin üzerine delikler açıp ayıkladığımız sarımsakları ve tane karabiberleri o deliklere gömmezsek, taze kekik ve fesleğenle eti bir güzel ovup ağzı sıkıca kapanan bir kap içerisinde 24 saat şarap içinde bekletmezsek etin iyi marine olmayacağını ve lezzetsiz kalacağını" anlatıyor ve biz de oturmuş "hımmm!", "aaaaa!", "yaaaa!" gibi saçma sözcükleri istemsiz olarak ağzımızdan çıkarıp, şaşkınlık ve hayranlık içerisinde not tutuyoruz ertesi akşam gelecek kapı komşumuz Neclalara hava atmak için. Bu ne ya! Yiyeceğimiz altı üstü et işte! Küçük küçük doğrar, soğanla karıştırıp kavurur, sonra da onu yarım ekmeğin içine doldurup afiyetle yersin; yanına da bir bardak ayran, oh mis! Abartmayın bu kadar; canlıyız, enerji harcıyoruz, harcadığımız enerjiyi geri kazanmak için bir şeyler yiyip içmemiz gerekiyor, bu nedenle de midemiz beynimize "içim boşaldı, bir şeyler gönder" diye sinyal veriyor, beynimizin komutuyla biz de bir şeyler zıkkımlanıp boşalan midemizi dolduruyoruz, hepsi bu işte! Abartmayın lütfen. Yemek için yaşamıyoruz; yaşamanın daha anlamlı amaçları olmalı. Kebap yemek için sabah uçağıyla Adana'ya gidilip, baklava için Antep'e geçilir mi? Sizin zamanınız ve paranız bu kadar mı anlamsız? Etiyopya'daki aç çocuklar faslından girmeyeceğim ama bu kadarı da biraz fazla, biraz gösteriş, biraz şatafat, e biraz da saçmalık değil mi?
Tüketim çılgınlığının gezegenimizin başına açtığı bunca sorun ilkokul bir seviyesi bilgi iken hiç değilse boğazımıza biraz sahip çıkmamız gerekmiyor mu? Yaşamımıza ancak bu şekilde mi anlam katabiliyoruz? Yaşamımızın anlamları bu kadar zararlı ve sığ mı olmalı?
Durmazsam sözlerim ağırlaşıp kırıcı olacak istemeden; şimdilik bu kadar yeter sanırım.
Anlamlı bir hayat, yetecek kadar, basit ve sağlıklı bir beslenme dileklerimle...
11 Eylül 2015 Cuma
Hayal Dünyası
Diyorlar ki ben
Hayal dünyasında yaşıyormuşum
Sizin olsun
Söküp attığınız sevgiyi
Ve öfkeyi beslediğiniz gerçek dünyanız
Ben hayallerimle çok mutluyum
Hayal dünyasında yaşıyormuşum
Sizin olsun
Söküp attığınız sevgiyi
Ve öfkeyi beslediğiniz gerçek dünyanız
Ben hayallerimle çok mutluyum
9 Eylül 2015 Çarşamba
Gazla Türkiye; Kim Tutar Seni?
“Yenile yenile yenmeyi öğreneceğiz” günleri vardı
eskiden.
Belki doğrudur. Yenmeyi öğrenmişizdir, kim bilir. Fakat
sporcu olmayı, daha doğrusu sportmen olmayı, spor ahlakını ne zaman
öğreneceğiz, bundan emin değilim.
Türkiye’deki spor düzleminde nispeten doğru kalmış
ve başarı çizgisi bu nedenle yüksek olan branşlardan biri olan basketbolun
erkek milli takımı için, en büyük sponsoru olan banka bir reklam filmi çekmiş,
dönüp duruyor günlerdir televizyon kanallarında Avrupa Basketbol Şampiyonası
nedeniyle. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Bana göre vakanın, geçmişte, bir
dengesiz anınızda yapıp da sırtınıza bir kambur gibi yapışan, hatırladıkça
yüzünüzü kızartıp aklınızdan uzaklaştırmak için olmadık yöntemlere başvurduğunuz
utanç verici deneyimlerden hiçbir farkı yok. Oysa adamlar (buradaki “adamlar”,
“adamlar yapmış abi” cümlesindeki imrenilen ecnebiler manasında değil; bu utanç
verici reklam denilen vakanın altına imza atanlar) durum hiç de böyle değilmiş
gibi, böbürlene böbürlene yedi yirmi dört gözümüzün içine sokuyorlar bu
soytarılığı üstüne para ödeyerek. Görmemiş olduğunuzu düşünmesem de dilim
döndüğünce anlatayım size ben yine de;
Basketbol milli takımımızın anlı şanlı
oyuncularının, yurolig filan gibi üst düzey organizasyonları solumuş olanların,
Avrupa’nın, yetmez en bi ey’in en gözde parkelerinde ter akıtanların her
birinin karşısına bir partner koymuşlar; bunlar birbirine öpüşme mesafesinden
hallice durumdalar, kamera olabilecek en yakından çekim yapıyor ve kadrajda
yalnızca yüzler var. E, elbette o mesafe, o açı, o ışık söz konusu olunca her
bir yüz, kurbağa prense dönüşürken işlemin yarısında münasebetsiz biri sıtop
(Türkçe okunduğu gibi yazılan bir dildir; bu söz de Recep İvedik Sörvayvır’da
alıntıdır) düğmesine basmış gibi görünüyor. Çocukların suçu yok ki! Oraya, al
Brad Pitt’i koy, pitbul gibi görünmezse yazmayı derhal bırakacağım, elim taş
olsun, bir daha tuşlara dokunamasın, o kadar iddialıyım.
Her neyse, görüntüdeki hafif insanlığımdan
utandırıcı ruhsal etki bir noktaya kadar göz ardı edilebilirdi belki.
Edilebilirdi, lakin ah o metin yazarı, ah o metin yazarı! Burada tasvirle, aktarmayla, ne bileyim analizle zaman
kaybetmeyeceğim. Doğrudan oyuncularla partnerleri arasında, Çiçek Abbas’taki
Şener Şen-İlyas Salmanvari gerçekleşen diyalogun yutub’dan videoyu durdura
oynata çıkarttığım tekstini paylaşayım, daha kolay olacak bu:
“-Biz
istersek dağları un (küçük bir kız çocuğu),
-Demiri
yün (Oğuz Savaş),
-Kılıcı
kın ederiz (yaşlıca bir kadın).
-Biz
gidersek dağları delip (Semih Erden),
-Yüreği
ezip (genç bir erkek),
-Her
şeyi silip gideriz (Sinan Güler).
-Biz
istersek dikeni gül (orta yaşlı bir kadın),
-Nefreti
kül (Melih Mahmutoğlu),
-Yüreği
tül ederiz (bu genç erkeğin sözlerini defalarca dinlememe rağmen tam olarak
anlayamadım, pek emin değilim).
-Biz
seversek geceyi gün (Furkan Aldemir),
-Bugünü
dün (yaşlıca bir erkek),
-Sevdayı
düğün ederiz (Cedi Osman).
-Hala
aynı yer biziz (genç bir kadın),
-Değişen
zamana ayar biziz (devşirme Türk Muhammed, aslen Amerikan Boby Dixon).
-Hala
aynı karar biziz (aynı yaşlıca kadın),
-Bizde
kış yok (Ersan İlyasova),
-Dört
mevsim bahar biziz (Semih Erden ve küçük bir erkek çocuk).
Bu
diyalogların ardından vaz geçilmez bayrak görüntüleri ve bunu izleyen ekran
sesi çıkar sahneye (tam bu sırada oyuncular potaya smaç basmaktadır):
“Garanti
12 dev adama inanıyor, bekle Avrupa 12 dev adam geliyor.”
Hatırlarsınız,
bu “12 dev adam” Athena tarafından armağan edilmişti bizlere. 2001 Avrupa
Basketbol Şampiyonası Türkiye’de yapılacaktı. Hayatımızın azı çalışma çoğu gaz
olduğu için ülkemizde yapılacak büyük bir şampiyonada takımımızı gaza getirecek
bir şeye ihtiyaç vardı ve aranan o gaz doğru yerde bulunmuş, Athena “Uh Ah Dev
Adam, 12 Dev Adam”la bütün ülkeye gayet ayarında bir gaz vermişti. Etkisini
küçümsemeyin, bu gaz Türkiye’yi finale kadar çıkarmış, basketbol tarihimizin en
büyük başarısına imza atılmıştı. Daha sonra, 2010 yılında yine ülkemizde
yapılan dünya şampiyonasında final oynayarak bu eşiği de aşmıştık (finallerde
sırasıyla Yugoslavya – o zamanki adıyla- ve ABD’ye yenildiğimizi hatırlatmam
canınızı sıkmaz umarım).
Sporda
gaz arayış ya da ihtiyacımızın tipik kanıtlarından biri de Fatih Terim’dir. Her
ne kadar kendisini tanımayanlar (yabancılar, futbol sevmezler vs.) onu
televizyonda konuşurken izlediklerinde, burnuna konan ve ekranda görünmeyen
küçük bir sineği elini kullanmadan kovmaya çalışırken komik duruma düşen bir
adam sanıp ona acıyorlarsa da, namı diğer samtayms Fatih 100 Türk büyüğü
arasına adını yazdırmış bir kahramandır ve bu kahramanlığının onda dokuzunun
iyi gaz vermekten geçtiğini söyler konunun bilirkişileri.
Sanırım
“ah o metin yazarı” bütün bunlardan yola çıkarak koca (muhtemelen) kafasını iki
elinin arasına alıp düşünmeye başladı ve uzun süren bu sürecin sonunda Sinbad
gibi işaret parmağını önce burnunun altında sağa sola, sonra burnunun yanından
yukarı aşağı hareket ettirip, ışıltılı gözlerle “buldum” diye havaya sıçradı.
“Ah
o metin yazarı” bulmuştu işte çözümü! Hem de tek satır kalem oynatmadan, güzel
canını hiç sıkmadan. Niye olmasındı ki? Ömer Kaplan Kozanoğlu bilinen bir şarkı
sözü yazarıydı, rahmetli Aysel Gürel’le çalışmışlığı da vardı hem. Üstelik
koskoca MFÖ’nün ilk harfi olan Mazhar, “sensizliği bitmiyor gecelerimizin”
diyecek kadar naif, “sana sarı laleler aldım çiçek pazarından” diyecek kadar
romantik ve de “vak dı rak” diyecek kadar çılgın bir adam, Ömer Kaplan
Kozanoğlu’nun bu sözlerinin üzerine beste yapıp grubun “Agu” adlı albümüne
koymamış mıydı? O halde bu sözler hem bir milli takımı hem de koca bir ülkeyi
gaza getirmek için de kullanılabilirdi. Daha ne olacaktı ki? Bundan iyisi
Şam’da kayısıydı.
Nihayetinde
bahse konu olayın spor olduğunu hatırlamaya gerek yoktu. Hani spor barıştı,
kardeşlikti, dostluktu, mücadele azmiydi, sınırları zorlamaktı, insanın
kendisiyle yarışıydı, falandı, filandı? Hani bu bir oyundu aslında? Bu güzel
fakat içini bir türlü dolduramadığımız sözleri bir kenara itmiş, maça değil
savaşa gidiyorduk sanki ve topluca dağları un, demiri yün ediyorduk. Yetmiyor,
un ettiğimiz dağları deliyor, yüreği eziyor, her şeyi siliyorduk. Tribünde
“ölmeye, ölmeye geldik” ya da “vur kır parçala, bu maçı kazan” diye böğüren
holigan ayarında kalıp ısrarla, “değişen zamana ayar biziz” demekten de geri durmuyorduk.
İşte
öyle bir pazar günüydü o pazar. Ertesi gün yoğun olacaktı. Pazar gezmesini
bitirip eve dönmüş, ütüydü, çamaşırdı, hafta hazırlıklarını tamamlamıştık. Önce
futbol milli takımının Hollanda’yla oynadığı maçı izledik. Futboldan pek haz
etmesem de Hollanda’yı yenmek hoşuma gitmişti. Allah için maçta, başbakanının
bir şehit çocuğunu dizlerinin arasında tutarak maçı izlemek yoluyla seçim
kampanyasına Bismillah demesinden başka rahatsız edici bir durum yoktu benim
açımdan. Maç sonunda baş gazcımız samtayms Fatih gazetecilere şöyle diyerek,
sanırsam başbakanın açtığı yolu genişletiyordu kendince:
“…Ülkemizin
dünyada mevcudiyetini devam ettirecek bir takım var, o da bu milli takımdır… Bu
galibiyeti vatanı korumak için şehit olanlara ve onların yakınlarına adıyoruz.
Ruhları şad olsun…”
Baş
gazcı aslında bu açıklamayı Letonya maçından sonra yapacakmış ama galip
gelemedikleri için yapamamış, öyle dedi. Yani, “şehitlerin ruhları şad olsun”
demek için de illa bir galibiyet gerekiyormuş, bunu da böylece öğrenmiş olduk.
Bu
kafa karışıklığı ve can sıkıntısıyla benim için geç sayılabilecek bir saatte
başlayacak olan Türkiye-İspanya basketbol maçını beklemeye başladım. Fakat
erken uyuma alışkanlığım buna izin vermedi ve maçın başlamasından beş dakika
sonra uyuyakalmışım.
Kendime
geldiğimde maç yayını çoktan bitmişti. Şöyle bir kanallarda gezineyim dedim.
Hemen tamamında kırmızı bantla son dakika haberi geçiyordu:
“Terör
örgütü tarafından kurulan hain pusuda 16 askerimiz şehit…”
Daha
fazlasını okumaya dayanamadım. Televizyonu kapatıp doğru yatağıma gittim.
Zihnimde “dağları un…”, “nefreti kül…”, “her şeyi silip…” dolaştı bir süre.
Sonra baş gazcı samtayms Fatih’in dudaklarını bükerek konuşması, başbakanın
bacakları arasına aldığı şehit çocuğun üstünden gevrek gülüşleri gözlerimin
önüne geldi. O sırada 16 askerin parçalanmış bedenlerinden akan kan durmuş,
sıcaklık çekilmişti çoktan. Belki daha annelerinin haberi bile yoktu, ocaklara
ateş düşmemişti ve hamile karıları karınlarını okşayarak erlerini hayal ediyorlardı.
Ertesi
gün şaşaalı konuşmalar yapılacak, akan kanın hesabı sorulacaktı, bu kesindi.
Cenaze törenlerinde “şehitler ölmez, vatan bölünmez” sloganları atılacak,
gazlaya gazlaya hayat devam edecekti. Ne de olsa “bizde kış yok, dört mevsim
bahar biziz” değil miydi?
3 Eylül 2015 Perşembe
Yalnızlık
Annem beni babaanneme bırakıp Almanya’ya çalışmaya
gittiğinde daha bir yaşındaymışım. Doğduktan sonra beni de götürmüş oraya ama
hem bana bakıp hem çalışması mümkün olmadığından ertesi yıl bırakmış.
Çocukluğumun ilk yılları benden büyük dört kardeşim ve babaannemle geçti
Karadeniz’in bir dağ köyünde. Annem ve babam ise çocukları için en iyi olduğunu
düşündükleri şeyi yapıyorlar, gece gündüz çalışarak biriktirdikleri Alman
Marklarını sakladıkları yerden zaman zaman çıkarıp tekrar tekrar sayarak,
bizler için planladıkları güzel geleceğin hayallerini kuruyorlardı binlerce
kilometre uzakta.
Sözünü ettiğim dönem 1970’ler. Yani iletişim
olanakları konusunda bir tam çağ geriye gitmeniz gerekiyor. Bırakın interneti,
vatsabı, skaypı, telefon bile yok o günlerde bizim köyde. Televizyon evimize
ben beş yaşımdayken girdi. Hatırlıyorum, National markaydı. Hatta içinde
durduğu bir dolabı ve kullanılmadığı zamanlarda çekerek kapatılan sürgülü
kapağı da vardı. Yayının başlamasına yarım saat kala televizyonu açar ve
beklemeye başlardık karşısında cümbür cemaat; eş, dost, arkadaşlar, kim varsa.
Önce benim hiçbir zaman karıncaya benzetemediğim, bakıp bakıp bür türlü karınca göremediğim karıncalı görüntü olurdu. Sonra içinde TRT yazan yuvarlak
yayın öncesi görüntü belirirdi ekranda ve “dıııııt” diye bir ses gelmeye
başlardı. Bu, adeta, bizim için sinemalardaki gong sesi gibiydi, yani hazır
olmamamız gerektiğini belirten talimattı. Ardından “dın dı dın dı dın dın dın…”
diye bir melodi çıkardı. Bizim o yıllarda “Abdurrahman efendi, efendi, damdan
düştü geberdi” diye üzerine güfte yazdığımız bu melodi ise kaptan pilotun “cabin
crew…” ile başlayıp devamında ne dediğini bir türlü anlayamadığımız ( en
azından ben anlamıyorum) ve kabin ekibini yerlerine davet ettiği kalkış öncesi
son anons anlamına gelmekteydi. Az sonra şanlı bayrağımızın siyah beyaz
görüntüsü eşliğinde istiklal marşımız başlayacaktır ve odadaki herkes oturduğu
yerden doğrulup “hazrol” pozisyonuna çoktan geçmiştir. O gün yayın programında "Bonanza", "Vadideki Hayat" ya da "Küçük Ev" varsa hissedilen heyecan bir tık daha yukarıdadır elbette.
Annemle babamın bir yıllık izninden diğerine koca
bir tam yıl geçerdi neredeyse (sanırım bunun için yıllık izin deniliyor) ve biz bu süre içerisinde onlarla sadece
mektuplar aracılığı ile haberleşebilirdik. “Pek muhterem babacığım ve
anneciğim…” diye başlayan satırlar mutlaka “…kıymetli ellerinizden hasretle
öpüyorum” ile biterdi. Sonraları babamlar bir kasetçalar getirmişlerdi bize.
Kasetlere ses kaydı yapıp göndermeler mektupların yerini almaya başlamış olsa
da başlangıç ve bitiş cümleleri hep aynı kalmaya devam etti yıllarca. Bir de
annesinden ve babasından ayrı büyüyen bir çocuğun içindeki yalnızlık duygusu.
Beş kardeşin en küçüğü olmak sol elin serçe parmağı
olmakla eş anlamlıydı aşağı yukarı. Hani “bu acıkmış, bu almış, bu pişirmiş, bu
yemiş bu da hani bana hani bana demiş” hikayesindeki “hani bana, hani
bana?” diyen ve diğer dördü tarafından
vura vura küçültülen serçe parmak. Bir de “baş parmak, badi parmak, orta direk,
gül ağacı, küçük bacı” var ki, o konuya hiç girmesek daha iyi olacak.
Benden bir büyük olan abimle bile aramızda dört yaş
olduğu için onlara ayak uyduramıyor, sürekli kadro dışı kalıyordum. Harman
yerinde yapılan mahalle maçlarında ebedi seyirci, Kabak Tepe’deki televizyon
vericisine akü götürülme günlerinde daimi “sen gelemezsin, evde kal”cıydım.
Köyün elektrik santralinin soğutma suyunun biriktiği ve bize göre olimpik havuz
niteliğinde olan bulanık su tankına asla giremez, tek fişekle çıkılan ayı ya da
domuz avı merasimlerine kesinlikle kabul edilmezdim. Ama babaannemden
“bakkaldan leblebi tozu alacağız” diye para isteme görevi hep bana düşer ve
leblebi tozu yerine alınan Birinci sigarasından bir tane de bana verilirdi sus
payı olarak. O yıllarda o kadar yalnızdım ki, Bürüme Ormanı’nda koca koca çoban
köpekleri bize saldırdığında, kendi abimler bana bakmadan ağaçlara tırmanırken,
beni omuzuna attığı gibi ağaca tırmanarak ikimizi birden kurtaran, ısırgan
otlarını çıplak elle tutabildiği için zaten hayran olduğum Şahsuvar abiyi bile
kendime daha yakın hissediyordum.
Annemle babamın yıllık izne geleceği gün –ki
Almanya’dan uçakla İstanbul’a, sonra otobüsle kasabaya ve daha sonra da Jeep
marka ciplerle köye ulaşırlardı- içimiz içimize sığmaz, onları karşılamak için
köyden kasabaya yaya olarak ve dağ tepe aşarak giderdik. Dünyanın en mutlu
insanları olurduk o günlerde. Bizim de artık annemiz ve babamız olurdu. Sonra o
izin günleri o kadar çabuk geçerdi ki, babama “dönüş ne zaman Cavit Efendi?” diye
sorulup babam da “Allah izin verirse haftaya” filan diye cevap verdiğinde, ben
içimden “İnşallah Allah izin vermez” derdim, ne Allah’ı ne de bu dileğimin ne
anlama geldiğini bilerek. İzin günlerinde babam zamanını genelde köy kahvesinde
kağıt oynayarak geçirir, biz de kahvenin dışında camın önünde durup kendimizi
ona göstererek, çağırıp bize para vermesini beklerdik. Dağ gibi adamdı babam.
Korkardık ondan. Beni sevdiğini hiç hatırlamıyorum nedense. Sevmez mi,
sevmiştir mutlaka fakat hafızamda yer etmemiş. Ona ilişkin duygularım özlem ve
korku ile sınırlı. Sanki yanına bir türlü yaklaşamadığım –hep istediğim halde-
ve sürekli özlediğim bir yabancı. Ve hep o içimi acıtan kahrolası yalnızlık
duygusu.
Günler Kabak Tepe’nin üzerinden geçip giden sis
bulutları kadar hızlı olurdu yıllık izin zamanlarında. Allah izin verir,
haftaya denilen gün gelir ve köy meydanından tozu dumana katarak uzaklaşan bir
Jeep marka cipin ardından ağlayarak koşuşan beş çocuk ve cipin arka camına
yapışarak zehir gibi gözyaşı akıtan bir anne ve bir baba kazınırdı hafızalara.
Zaman Almanya macerasını bitirse ve anne-baba ile
çocuklar birbirlerine kavuşsa da, hafızalara kazınan o kareler ve duyguları yok
etmek mümkün olmayacaktı bir daha. O beş çocuk sekiz torun verecekti Cavit
Efendi’ye. Belki de başını hiç okşamadığı küçük oğlu, Karadeniz ormanlarında
işçi olarak çalışırken kendisine talimatlar yağdıran mühendislerin yetiştiği
okula hoca olacak, Cavit Efendi bununla gurur duyacaktı. Fakat bir yıl önce,
serin bir Eylül günü üzerine toprak atılmaya başlandığında Cavit Efendi’nin,
bir kere bile dolu dolu “baba” diyemediği küçük oğlu “yine mi gidiyorsun baba?”
diyerek yalnızlıklarının en büyüğünü yaşayacaktı onun arkasından.
2 Eylül 2015 Çarşamba
Gir Richard Gir!
Sabah yataktan akarak kalkmışım, her sabahki gibi.
Tıraştı, kahvaltıydı, giyinmeydi derken, üstüne herkesin imrenip, benim şekle
sokmak için çabalayıp durduğum beyaz ve gür saçlarımla uğraşmak da eklenince,
evden kendimi atana kadar yorulduğum alelade bir gündü dün yine. Apartmandan
çıkınca beni karşılayan, daha iki ay önce doğurduğu bütün yavruları ölmemiş
gibi tekrar hamile kalan tekir kedinin duyduğu heyecanın binde biri bende
olsaydı dünyayı değiştirebilirdim belki de yahut yerinden oynatabilirdim birisi
bana bir dayanak noktası gösterse. Muhtemelen sevgili eşim –ki her sabah benden
önce evi terk eder, bir şeyler vermiş olmalı bu seks düşkününe. Fakat o yine de
bacaklarımın arasında –S- çizerek dolanıp kuyruğunu yılan gibi bana sarmaya
devam ediyor. Geçen akşam apartmanın vatsap grubunda “yemek vermeyin şu
kedilere, tırmaladı biri beni, ısırdı da” diye viyaklayan adını bilmediğimiz
komşumuza hal hatır soran (ne de iyi yapmış, ooooh!) dört bacaklı dostumuz bu
olsa gerek.
Sevgili şoförüm Samet (havaya bak!) alıştığım gibi
caddede hazır. Arka koltuğun sağ tarafına kuruluyorum, sanki beş dakika sonra
bıktırıcı trafikle Don Kişot misali savaşacak olan biz değilmişiz gibi. Biraz
tivıtıra bakıyorum. Takip ettiğim yerli ve yabancı hesapların ilgi alanları ve
uğraştıkları konular ne kadar da farklı. Yerlilerde yine bir (boş) bakanın
ettiği ipe sapa gelmez bir sözle ilgili kopan fırtına havası hakim.
Yabancılarda ise doğa tahripleri, küresel iklim değişikliği, alternatif enerji kaynakları, insan hakları, gençlik
sorunları vs. Okuduğum son tivit yalnızca 29 dakika önce yazılmış, bu kadar
dayanabildim. Önümde duran koltuğun cebinde Elif Key’in “Bize iki çay söyle”
kitabı duruyordu, onu elime aldım. Azıcık dalmışım kitaba. Bu sırada
Çamlıca’dan köprüye doğru inişe geçmişiz dur kalk oyununda. Bir ara yan tarafta
olağan olmayan bir hareket hissettim. Baktım bizimle bitişik arabanın şoförü
camını açmış, bana bakarak bir şeyler söylüyor. “Ah Samet” dedim kendi kendime;
“Kim bilir yine ne yaptın, adam sitem ediyor bize?” Korkarak camı indirdim,
işin gücün yoksa uğraş şimdi adamla sabah sabah. Cam hafifçe aralandığında
“Beyefendi…” ile başlayan bir cümle duydum ama tam anlamadım meseleyi. Yine de
biraz rahatlamıştım. Adam söze “beyefendi” ile başladığına göre çok da sert bir
şey söylemiyor olsa gerek diye düşündüm. Gerçi herkes kendisine “beyefendi”
denmesinden hoşlanmıyor bu ülkede. Sevgili dostum Erdoğan bir toplantıda,
zamanın Bartın valisine “beyefendi” ile
başlayan bir soru sormuştu da, beyefendi olmayan vali “bana beyefendi
diyemezsin, bana sayın vali diyeceksin” filan diye kıyameti koparmış, olay
basın yoluyla ülke çapında yankılanmıştı. Konuyla ilgili hatırladığım en iyi
yorumu hatırlayamadığım bir gazeteci yapmıştı o günlerde. “Ben o akademisyenin
yerinde olsaydım” demişti hatırlayamadığım gazeteci (Erdoğan da benim gibi
akademisyendir, yeri gelmişken) “size beyefendi dediğim için beni bağışlayın,
buradan bakınca beyefendi gibi görünüyorsunuz derdim” diye tamamlamıştı
yorumunu.
Her neyse, akademisyen hastalığıyla ben yine
dağıttım biraz. Konumuza dönersek, biraz rahatlamış ama ne denildiğini
anlamamış ölü balık halimle ben adama bakarken o durumu anlamış olmalı ki
tekrarladı; “Beyefendi profilden tıpkı Richard Gere gibisiniz, bir an sizi o
zannettim.” Refleks olarak ben bir yandan elimi göz hizama getirip selamlama
hareketi yaparken, diğer yandan mütebessim bir yüz ifadesiyle “teşekkür ederim”
dedim adama. Salaklığa bak! Sanki “önemli olan iç güzelliğidir…” ile başlayan
cümlenin en çok kullanılan ilk 20 söz arasında olduğu toplumda yetişmemişim,
bunca yıl kendimi zihin gelişimine adamamışım gibi, “Richard Gere, Ahmet sen
çık” felaketinin baş müsebbibine benzetildim ve o müsebbip biraz güzel (niye
erkeğin güzeline yakışıklı denilir ki?) diye –tamam tamam epey güzel, hatta çok
epey güzel; hatta preti vumın’daki Julia Roberts’dan bile daha biçimli bir
canlı, kabul- ayaklarım yerden anında kesildi, pembe bulutların içinde dans
etmeye başladım. Bir de kalk teşekkür et adama, densizlik diz boyu
anlayacağınız.
Gerdirme, şişirme, doldurma, büyütme, küçültme
operasyonlarına milyonların harcandığı; kırışık giderici, cildi yenileyici, ölü
hücreleri def edici, büyük gösterici, parlatıcı, matlaştırıcı, sıkılaştırıcı,
selülit giderici, nemlendirici… çeşit çeşit kremin, losyonun kapış kapış
gittiği; güzel olmayan şarkıcıların albümlerinin satılmadığı, kliplerinin
izlenmediği; bırakın enkır(o)menleri, hava durumu spikerlerinin, hatta spor
spikerlerinin bile güzelinin makbul olduğu, şöhret yolunda alıp başını gittiği;
“vah vah pek de güzelmiş” denilerek ölünün bile güzelinin sevildiği bir ülkede,
bir dünyada yaşamıyorum ki ben. O nedenle anlayamadım neden bu dengesizliği
yaptığımı; güzel bir adama benzetildim diye direkt uçuşa geçip suratıma aptal
bir gülümseme kondurduğumu. Neyse ki pek sevgili eşim, akşam yemek masasında
olayı anlattığımda “Peh! Saçlarından başka bir yerin de benzese bari” diyerek
bir balon gibi şişen egoma iğneyi soktu da ayaklarım tekrar yere basmaya
başladı.
Bundan birkaç işyeri öncesi –ki bunun çok bir zamana
tekabül ettiğini (karşılık geldiğini deseydim keşke) sanmayın; birkaç işyerini
bir ayda bile değiştirebilirim çünkü- bir iş arkadaşım bana “popülerlerden
nefret ederim” demişti. Haklıydı. Çünkü popülerliklerinin tek dayanağı güzellik
olan bu erkekleri ya da kadınları herkes sever, onları anlayışla karşılar,
onların hatalarını görmezden gelir, terfi ettirir, onlar hakkında hayaller
kurar, mümkünse onlarla dakika, saat, gün, gece, hafta ya da hayat geçirmek
için ellerinden geleni artlarına koymazlar, hemcinsleriyle savaşırlar; yine de
başarılı olamazlarsa da gizli-kuytu köşelerde o güzel kadın ve erkekleri
zihinlerinde istedikleri şekle sokarak mastürbasyon yaparlar. Tamam, itiraf
ediyorum; “yaparlar” değil, “yaparız”. Güzellik karşısında eğilip bükülür,
şekilden şekile gireriz, genlerimize işlemiş. Güzel olmayanlar unutulup
giderken güzel olanları hep hatırlarız. Lisedeki en güzel kızı ölüm döşeğinde
bile unutmayız örneğin. Atatürk’ü sarı saçları mavi gözleri ile sever, ekmek
almaya çıktığında destan yazan polis tarafından vurulup, iki yüz altmış dokuz
gün komada kaldıktan sonra ölürken 15 yaşında ve 16 kilo olan Berkin’i zihnimizde
gür kaşları ve kömür gözleri ile canlandırır, Ali İsmail’i hatırlarken daha
güzel görünsün diye sarı lacivert formasını giydiririz. Hatırlanmak konusunda
bu kadar şanslı olmayan çoğunluk ise unutulup gitmeye mahkumdur iki yüzlü ahlak
sistemimizde. Misal Uludere bizim için atlasta yer bulma oyununda sorulabilecek
okkalı bir sorudur yalnızca. Soma ise… Sahi Soma’dan çıkan güzel bir kişi var
mı? Soma’yı bir yerden hatırlıyorum da. Vallahi ne hafıza var bende şekerim, tü
tü tü tü 301 kere maşallah!
Bu sabah aynanın karşısında daha fazla zaman
geçirdim. Saçlarımı iyice Richard’ınkine benzetmeye çalıştım. Arabanın arka
koltuğuna kurulup “gazla” dedim Samet’e. Gözümü kırpmadan önüme bakıyorum
sürekli, yan arabadakiler hep profilden görsünler beni diye.
31 Temmuz 2015 Cuma
Gökyüzü
Kanla büyüttünüz çocukları
Ninniler yerine marşlar okutup
Şiirler yerine antlar dinlettiniz
O çocuklar büyüyüp
Kurşun sıkarken ötekine
Ve akıllanmayıp hala
Körükle koşarken yangın yerine
Sütten çıkmadınız bilesiniz ki
Gökyüzünü siz kirlettiniz
20 Haziran 2015 Cumartesi
BABALAR VE OĞULLAR
Biricik oğlum Dağhan'a
Birkaç gün önce babalar günüydü. Uydurulmuş onca günden biri de olsa, benim gibi baba olanlar her zamankinden farklı uyandı o gün. Babaydık ve gün bizim günümüzdü. Heyecanlandık, daha mutluyduk, galiba biraz da umutlu.
Kız babası olanlar alınmasın (başta sevgili editörümüz
Sezgin), erkek babası olmak değişik bir duygudur. Tutucu, geleneksel ve
yıkılması gereken bir duygudur. Biliyorum. Ama var. Bende de var. Babalar
oğullarından çok şey bekler. Onunla ilgili hayaller kurar. Kendi yapamadığını
oğluna yükler, ondan bekler.
Bu beklentiler, genellikle büyük hayal kırıklıklarıyla sona
erer. Çünkü oğullar farklıdır. Onlar bambaşka bir yoldan yürür, bambaşka
hayaller kurarlar. On beşine gelmeden babalarıyla kavgalara tutuşurlar. Onların
gölgesinden çıkıp boy atmak, kişiliklerini kanıtlamak; “ben farklıyım” diye
haykırmak isterler. Tıpkı bu yazının başlığının hepinizde çağrıştırdığı
Turgenyev’in ölümsüz eserinde[1]
olduğu gibi.
Çankırı Çerkeş eşrafından Ahmet Ağa da bütün babalar gibi
oğlu üzerine hayaller kuruyordu. Ahmet Ağa 19. yüzyılda yaşamış aydın bir
Müslümandı. Yöresinde seviliyordu. Ama oğlunu aynı kalıplar içerisinde büyütmek
istemiyordu. O, yani oğlu, okumalı, ilim irfan sahibi olmalı, büyük makamlara
gelmeliydi. Bu da ancak İstanbul’da olabilirdi. Atladı geldi İstanbul’a.
Hemşerilerine danıştı. İrfani Rüştiyesini önerdiler. Çankırı’ya döner dönmez
hazırlıklara başladı. Ailesini kısa zamanda İstanbul’a taşıdı. Aksaray’da bir
ev satın aldı. Oğlu Hüseyin’i de İrfani Rüştiyesine yazdırdı.
Babasını utandırmadı Hüseyin. Altı yıl sonra üstün başarıyla
mezun oldu. Hocaları ön ayak oldular, Hariciye Mektubi Kaleminde iş buldu.
Yazışmayı, bürokrasiyi öğrendi, Arapçasını ve Farsçasını ilerletti.
Müdürlerinin desteğiyle Valide Sultan Kahyalığında adaşı olan Hüseyin Bey’in
yardımcılığına yükseltildi.
Hüseyin Bey genç adaşını o kadar çok beğendi ki, torunu
Refia’nın kocası olmasının hayalini kurmaya başladı. Hüseyin Bey’in eşi Emine
Hanım da aynı fikirdeydi kocasıyla. Genç, iyi eğitimli, başarılı ve saygılı bir
damat adayını kim istemezdi. Hele de Refia’nın anne ve babasının yaşam öyküsü
göz önünde tutulursa…
Osmanlı’nın giderek güçsüzleştiği, Avrupa’nın “Hasta Adamı”
olduğu dönemdi. Yüzyıllar boyu egemenliği altında bulundurduğu uluslar birer
birer ayaklanıp bağımsızlıklarını kazanmak için mücadele ediyorlardı. Bu
ulusların başında elbette Yunanlar geliyordu. Yalnızca Atina ve Selanik gibi
büyük kentler değil adalar da kaynıyordu. 1822 yılında Sakız Adası halkı da
ayaklandı. Osmanlı ayaklanmayı bastırmak için Kara Ali Paşa’yı gönderdi. Vunaki
Meydanı’nında yüzlerce Sakızlı asıldı. Minas Manastırı’na sığınan Sakızlılar
kılıçtan geçirildi.[2] Kadınlar
ve çocuklar gemilerle İzmir’e taşındı. Çocuklar… Evlere dağıtılıp Müslüman
yapıldılar.
Gemilerle İzmir’e taşınan çocuklardan ikisini İzmir’in ünlü
İhtisap Ağası (Vergi Müdürü) Hüseyin Bey aldı. Gerçek adlarını hiç bilmediğimiz
zavallıcıkların birine Hüsrev diğerine de Saliha adını verdiler. Saliha’nın
Sakız’a dair son hatırladığı, yerde kanlar içerisinde yatan babasıydı. Hüsrev
ise babasını en son ipte sallanırken görmüştü.
Hüseyin Bey Hüsrev ve Saliha’yı dönemin koşullarına göre
oldukça iyi yetiştirdi. Sağlam bir din eğitimi aldılar. Rumcayı neredeyse
tamamıyla unuttular. Büyüdüler. Gelişip serpildiler. Hüsrev yaman bir
delikanlı, Saliha güzel bir genç kız oldu. Hüsrev Saliha’nın yanında erkek
sinek bile uçurmuyordu. Herkes bunun ağabey içgüdüsü olduğunu sanıyordu. Oysa
gerçek bambaşkaydı. Hüsrev Saliha’yı içten içe seviyor, onun için yanıyordu.
Saliha da boş değildi Hüsrev’e karşı. Kardeş gibi yetiştiği bu delikanlı onda
değişik duygular uyandırıyor, içinde karıncalar dolaştırıyordu.
Saliha’yı bir paşa oğlu istedi. Emine Hanım bunu Saliha’ya
söylediğinde hıçkırıklara boğuldu Saliha. Emine Hanım kızına “Ne oldu kızım,
neden ağlıyorsun?” diye sordu. Ana kız bir süre kısır bir konuşmanın içerisine
girseler de sonunda Saliha dilinin altındaki baklayı çıkardı; Hüsrev’e aşıktı
ve onun karısı olmak istiyordu. Ailenin büyükleri önce bu duruma çok şaşırsalar
da sonra kabullendiler ve bu iki kader kurbanının daha fazla acı çekmesine
gönülleri razı olmadığı için evlendirdiler onları. İki çocukları oldu.
Birincisi erkekti; Hasan Nuri. İkincisi cici bir kızdı. Adını Refia koydular.
Saliha ve Hüsrev’in kızı Refia ile Çankırılı Ahmet Ağa’nın
oğlu Hüseyin evlendiler. Mutluydular. Bir çocukları oldu; Şevki. İkincisi
kızdı, adını Sıdıka koydular.
1867 yılının soğuk bir kış gecesiydi. Aralığın 24. günüydü
ve Salıydı. Hüseyin’in Aksaray’da yeni aldığı konakta tatlı bir telaş havası
hakimdi. Üçüncü çocukları dünyaya gelecekti. Bir süre sonra yeni doğmuş bebek çığlıklarının
arasına mahalle ebesinin “Oğlan, oğlan” diye bağırması eklendi. Adını Mehmet
Tevfik koydular. Mehmet Tevfik, yani Tevfik Fikret…
Yaşamının geri kalanı düşünüldüğünde Fikret’in güzel bir
çocukluk geçirdiği rahatlıkla söylenebilir. Doğaya ve özellikle hayvanlara
düşkündü Fikret. Küçük bir çocukken afacan bir kedisi vardı. Adını Zerrişte
koymuştu onun. Yanından ayırmadığı, yatağına aldığı kedi biraz hırçınca olacak,
yıllar sonra onun için yazdığı şiirde şöyle diyor Fikret (Ahmet Muhip Dranas
tarafından günümüz Türkçesine çevrilmiş haliyle);
Zerrişte
…
“Sayemde bu neşen” demek ister gibi mağrur;
Mağrur ve küçümser,
Başlardı vefasızlığa; ben bağlı ve güçsüz,
Her isteği, her hazzı ve her keyfine uymuş,
Bazan şaşaraktan,
Bazan kızaraktan; yine güçsüz, yine kanmış;
En şüpheli bir meylini görsem inanırdım;
Biçareliğimden;
Hep tırmalanır, tırmalanır, tırmalanırdım!..
Mağrur ve küçümser,
Başlardı vefasızlığa; ben bağlı ve güçsüz,
Her isteği, her hazzı ve her keyfine uymuş,
Bazan şaşaraktan,
Bazan kızaraktan; yine güçsüz, yine kanmış;
En şüpheli bir meylini görsem inanırdım;
Biçareliğimden;
Hep tırmalanır, tırmalanır, tırmalanırdım!..
…
Tevfik Fikret hakkında yazılanlara
baktığımızda onun hayvanlara düşkünlüğüne ilişkin başka pek çok anekdotla da
karşılaşırız. Çocukken bir kanarya da beslemiştir. Çok sevdiği kanarya öldüğüne
onu bahçelerine gömüp, mezarın başına bir taş diktiği de yazılanlar
arasındadır. Yine çocukluğunda bahçelerinde çok kuş kovalamış olacak ki,
“Kuşlarla” adlı şiirinde şöyle demektedir; “Uçun
kuşlar, uçun kuşlar/hepinizle yarışım var.”
Fikret’in yılmaz bir mücadele ve bir o
kadar da dramlarla dolu yaşamının ilk belirtileri, annesini hac yolunda
kaybetmesiyle kendini göstermeye başlamıştı. Refia Hanım ağabeyi Nuri Efendi ve
kızı Sıdıka ile çıktığı hac yolculuğunda salgın haline gelen koleraya
yakalanmış ve kurtarılamamıştı. Tevfik Fikret annesini bir kez daha görme
şansına bile sahip olamadı.
Devir istibdat devriydi. Abdülhamit’in
zorba yönetimi herkesten ve her şeyden kuşkulanılan bir hava estiriyordu.
Jurnalciler ortalıkta kol geziyor, kaşının üstünde gözü olanlar günlerce
sorgulanıyor, tutuklanıyor ve sürgüne yollanıyordu (Size de günümüzü çağrıştırdı
mı? Neyse ki günümüzde sürgün yok, uzun tutukluluk var!!). Fikret’in babası
Hüseyin Efendi de bu furyadan nasibini aldı. Saçma sapan bir jurnal sonucunda
Hama Mutasarrıflığına tayin edildi; yani sürüldü. İki gün içinde İstanbul’u
terk etmesi istendi. Oğluyla doyasıya vedalaşamadı bile. Zavallı adamcağız
Hama’dan Nablus’a, oradan Akka’ya, Urfa’ya, Halep’e, Antep’e; sürekli bir
yerlere sürüldü ve İstanbul’a adım atması bile yasaklandı. 19 yıl sürgünde
kaldı. Fikret’i bir daha hiç göremedi ve sürgünde öldü.
Annesi ve özellikle babasının başına
gelenler Fikret’i oldukça yıprattı. Ama onunun yıpranan kalbi yılmadı.
Eğitimini o zamanki adıyla Mektebi Sultani, şimdiki adıyla Galatasaray
Lisesinde, Haziran 1888’de birincilikle tamamladı. Değişik memuriyetlerde
bulundu. Bu ona göre değildi. Çok geçmeden memuriyetten ayrıldı. Pek çok
derginin, gazetenin kuruluşunda bulundu, yönetti; bir zamanlar öğrenci olduğu
Mektebi Sultani’de hem öğretmenlik hem de müdürlük yaptı. Bu arada evlendi ve
bir erkek çocuğu oldu. Oğlunun adını Haluk koydu. Haluk Tevfik Fikret’in
umuduydu. Zorba bir yönetimden aydınlık günlere geçişi Haluk’la
özdeşleştirmişti Fikret.
Tevfik Fikret Abdülhamit yönetimiyle
yıllarca mücadele etti. Çıkardığı dergilerle, gazetelerle ve elbette şiirleriyle.
Takip edildi. Jurnalciler peşini hiç bırakmadılar. İki kez tutuklandı.
Yazıları, şiirleri, gazete ve dergileri sansürlendi. Şiirleri el yazısıyla
çoğaltılarak elden ele dolaştı. Onlardan biri vardı ki döneme damgasını vurdu.
1901 yılının Şubat ayında bir akşam
eve döndüğünde kapının önünde sürekli nöbet bekleyen polisi gördü. Hava soğuktu
ve ağır bir sis tabakası İstanbul’u esir almıştı. Bunalıyordu. Baskıdan,
zulümden, ümitsizlikten bunalıyordu. Oturdu. Duygularını kağıda dökmeye
başladı. Son dizelerini yazarken gün ağarıyordu. Ama o şiirinin adını çoktan
koymuştu; Sis. Fikret bu şiiri hiçbir yerde yayımlamadı. Ama şiirin gücü o
kadar yüksekti ki, bir efsane gibi elden ele dolaştı. Ülkemizin günümüz
koşullarına da kolaylıkla uyum sağlayacak bir nitelik taşıyan, ezilenlerden, el
öpenlerden, korku içinde yaşayanlardan söz eden, doğruluğu ve yiğitliği arayan
şiir şu dizelerle sona eriyordu;
Örtün, evet, ey felâket sahnesi...
Örtün artık ey şehir;
Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!
Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!
1908’de ikinci kez Meşrutiyet ilan
edildiğinde Fikret umutlanmıştı önceleri. Yapılan seçimleri İttihat ve Terakki
kazanmış, pek çok arkadaşı hükümette görev almıştı. Fakat zaman acımasızdı. Zorbalık
değişmemişti. Değişen yalnızca zorbalardı. Aynı ülküyü paylaştığını düşündüğü
kişiler onu büyük bir hayal kırıklığına uğrattılar. Hükümet edenler yalnızca
kendilerini düşünmeye, ceplerini doldurmaya başladılar. Fikret’i de yanlarına
çekmeye çalıştılarsa da, o pek çok eski dostuyla düşman olmayı tercih etti ve
düzene ortak olmadı. Ve “Han-ı Yağma” (Yağma Sofrası) adlı ünlü şiirini kaleme
aldı. Hani şu iki dizeyle biten;
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı canfeza (cana can katan sofra) sizin
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!
Peki, bu koca yürekli şair kalbinde
kadınlara ne kadar yer ayırmıştı? Uzun boylu, açık tenli, geniş omuzlu,
yakışıklı birisi olarak anlatılan Fikret kuşku yok pek çok kadının kalbinde
taht kurmuştu. Ancak karısı Nazime Hanım’la evlendikten sonra ona sadakatte
taviz vermemişti Fikret. Ömrünün son yıllarında ve özellikle hastalık
döneminde, ona kısmen hayranlık kısmen de kadınca duygularla yaklaşan,
ülkemizin ilk kadın ressamı olarak bilinen Mihri Müşfik Hanım’la arasında
geçenler bu kalemden sayılmamalıdır. Aynı şekilde, Haluk’un Fransızca eğitimi
için evlerine aldıkları İtalyan kızı Rita’nın aşkına, içindeki duygulara
rağmen, karşılık vermemiştir Fikret. Bir gün Rita Fikret’e “Hiç aşık oldunuz
mu?” diye sorduğunda şu cevabı verir;
“Hiç aşksız bir insan olur mu? Ben romantik bir aşktan yanayım. Çok
şeyin aşığıyım. Doğanın, bütün insanların, iyiliklerin, erdemlerin,
dürüstlüğün, özgürlüğün ve bütün güzelliklerin… Ben yosunlu bir dereye sarkan
söğütlere, gökyüzündeki pamuk bulutlarına, yavaş yavaş yükselen Ay’a da aşık
olabilirim. Aşk benim ruhumdadır, içimdedir. Ben hayatın çeşitli olayları,
görünüşleri ve etkileri içinde yuvarlanan bir insanım. Aşkı bir kadınla olan
bir ilişki içinde sınırlamam.”
Şaire deli gibi aşık olan Rita’nın
beklediği bir yanıt değildi bu elbette. Çok geçmeden bir bahaneyle evden
ayrılan Rita’yı yıllar sonra sahilde evlendiği erkekle ele ele yürürken gören
ve bunun acısını günlerce kalbinde hisseden bu insanın nasıl bir büyüklük
taşıdığını anlatmak olanaksız olsa gerek.
Ve Haluk. Haluk Fikret’in her şeyiydi.
Bütün umutları. Aydınlık geleceğin timsaliydi Haluk. Haluk bütün şiirlerindeydi
onun. “Sabah Olursa” şiirinde şöyle demişti biricik oğluna;
Bu memlekette bir gün sabah olursa, Haluk,
Eğer bu toprakların sislenen alın yazısı sağlam ve güçlü bir elle
silinir de
Halkın donuk ve paslı yüzü bir parça gülerse
O gün ben sağlam bile olsam
Hayatla olan bağım güçsüz olacak şüphesiz-
O gün sen benden umudu kes;
Acılarımla unut beni;
Çünkü sakat ve dağınık bakışlarım seni geçmişe çekmek ister;
Oysa bütün kimliğin ve uzuvlarınla sen yarınsın;
Kulaklarımda şimdi sesin şakıyor!
Evet, sabah olacaktır, sabah olur geceler
Kıyamete kadar sürmez,
Sonunda bu gökyüzü, bu mavi gök size acır
Boynunu bükme, güneş hayatın neşesidir
Üzüntü içinde insan bizim gibi çürür…
Siz, ey gelecek günlerin küçük güneşleri,
Artık birer birer uyanın!
Ufukların sonsuz özlemi var nura,
Aydınlık… Çağımızın özlediği şey
Dağıtın bulutları, uğursuz gölgeleri,
Aydınlık içinde koşun, kurtarın bu ülkeyi
Umudumuz bu; biz ölsek bile vatan mutlaka sizinle
Şu zindan karanlığından uzak yaşar!
Büyük şair aşkla büyüttü Haluk’u.
Eğitti. En iyi yapmak istedi onu. Yarınları aydınlatmak istedi. Onu o kadar çok
sevdi ki, imzasını bile H. Fikret olarak attı. Ama Haluk başka bir yol çizdi
kendine. Babasının yolundan gitmedi. Pek çok baba gibi o da hayal kırıklığına
uğradı. Haluk eğitim için gittiği İskoçya’da yanına yerleştiği ailenin
etkisinde kalarak Hıristiyanlığı seçti. Kim bilir, belki de yıllar önce dinleri
değiştirilen büyük dedesinin ve büyük ninesinin intikamını alıyordu. Bunu
babasına açıkladığında boğazı düğümlense de Fikret’in, belli etmedi. Oğlunu
sevmeye devam etti yalnızca. Umutlarını korumaya. 1915 yılında öldüğünde koca
şair, Haluk Amerika’daydı. Cenazeye gelmedi. Bir daha hiç Türkiye’ye gelmedi.
Makine Mühendisi olmasına rağmen rahip olmayı seçti ve 1965 yılında, babasından
tam 50 yıl sonra hayata gözlerini yumdu.
Fikret öldüğünde ne Haluk yanındaydı,
ne de ülke aydınlık. Sonra, aydınlanır gibi olan ülke yeniden karardı. Giderek
de kararıyor. Ve biz babalar umudumuzu kaybetmeden yeni oğullar, yeni Haluklar
yetiştiriyoruz aydınlatmak için geleceği.
Oğullarımız büyüyecek ve Hıfzı
Topuz’un Fikret’i anlattığı kitabına verdiği isim gibi; ELBET SABAH OLACAKTIR!
[1] Ivan
Turgenyev’in 1862 yılında kaleme aldığı eserin özgün adı “Ottsı i Deti”dir ve
birebir Türkçe karşılığı “Babalar ve Çocuklar”dır. Ancak dilimize aktarımında
hep “Babalar ve Oğullar” olarak çevrilmiştir.
[2] Minas
Manastırında kılıçtan geçirilenlerin kemikleri hala sergilenmektedir.
Not: Bu yazı Orman ve Av Dergisi'nin Mayıs-Haziran 2012 sayısında yayımlanmıştır.
22 Şubat 2015 Pazar
American Sniper Üzerine: Amerika Dünyanın Çoban Köpeği mi?
Uzun zamandır seyre değer bir film bulamamanın vermiş olduğu acelecilik ve İş Bankası kredi kartına indidirmli ilk seans heyecanı bir araya gelince cumartesi sabahı erkenden sinema koltuğunda bulduk kendimizi baba, anne ve çocuk üçlüsü şeklinde. Clint Eastwood adının vermiş olduğu "iyi" çağrışımı ve güven bizi doğrudan American Sniper (bizde Keskin Nişancı adıyla oynuyor)'a yöneltti.
Belki de sonda söylemem gerekeni başta söyleyeceğim; epeydir böylesine tek taraflı bir film izlememiştim. Amerikan milliyetçiliğinin böylesine şişirilmiş bir versiyonu Eastwood'a bu gece sahibini bulacak Oscar adaylığını getirmiş olsa da, onun adıyla yan yana hatırladığım "iyi" sıfatını silip götürmeye yetti de arttı bile.
Chris Kyle adlı bir askerin otobiyografisinden yola çıkılarak çekilen film, kabul, yalnızca film olarak belki de iyi. Ama hepsi bu kadar. Geri kalanı, bizde çekilen Fatih'in Fedaisi, Malkoçoğlu vs. türü filmler neyse o! Vahşi Müslümanlar (gerekli gereksiz her fırsatta El Kaide denilerek verilmek istenen mesaj ile yerli yersiz molotof diyen bizdeki cinlerin tavrı ne kadar da benzer) ve özgürlük dağıtıcısı kahraman Amerikalılar. Amerikan bayraklarıyla donatılmış bitiş sahneleri bütün bir filmin özeti aslında. Ver milliyetçilik gazını al parayı, şöhreti, övgüyü...
Akıl, sağduyu, tarafsızlık gibi hiçbir değerin kendine yer bulamadığı bu "vahşi" Amerikan filmi, namlunun küçük bir çocuğa çevrildiği iki sahnede "sözde" insani bir sorgulama içerisine giriyor görünse de üstünlerin tarafındaki yerini sağlam bir şekilde almaktan bir milim bile uzaklaşmıyor. Ki, sözünü ettiğimiz ilk sözde sorgulama sahnesinin, filmin kahramanının çocukluğundaki ürpertici bir av görüntüsü ile sonlanması, Eastwood'un hedefine yaklaşmak konusunda ne kadar beceriksiz kaldığını gözler önüne seriyor.
Aslında film vermek istediği mesajı oldukça net bir şekilde veriyor. Çocuk Chris Kyle'a babasının yemek masasında söylediği gibi; "İnsanlar üçe ayrılır: Koyunlar, kurtlar ve çoban köpekleri. Çoban köpeklerinin görevi koyunları, onlara saldıran kurtlara karşı savunmaktır."
Amerika'ya çoban köpeği kılığına bürünmüş kurt olduğu için kızabiliriz. Ama maalesef mesele bu değil. Sanırım, mesele koyun olmaktan sıyrılmayı başarabilmek. Kurt ya da çoban köpeği olmaktan da söz etmiyorum elbette. Önce kurtların olmadığı, çoban köpeklerine ihtiyaç duyulmayan bir ülke sonra da böyle bir dünya. Hayal mi dersiniz?
Belki de sonda söylemem gerekeni başta söyleyeceğim; epeydir böylesine tek taraflı bir film izlememiştim. Amerikan milliyetçiliğinin böylesine şişirilmiş bir versiyonu Eastwood'a bu gece sahibini bulacak Oscar adaylığını getirmiş olsa da, onun adıyla yan yana hatırladığım "iyi" sıfatını silip götürmeye yetti de arttı bile.
Chris Kyle adlı bir askerin otobiyografisinden yola çıkılarak çekilen film, kabul, yalnızca film olarak belki de iyi. Ama hepsi bu kadar. Geri kalanı, bizde çekilen Fatih'in Fedaisi, Malkoçoğlu vs. türü filmler neyse o! Vahşi Müslümanlar (gerekli gereksiz her fırsatta El Kaide denilerek verilmek istenen mesaj ile yerli yersiz molotof diyen bizdeki cinlerin tavrı ne kadar da benzer) ve özgürlük dağıtıcısı kahraman Amerikalılar. Amerikan bayraklarıyla donatılmış bitiş sahneleri bütün bir filmin özeti aslında. Ver milliyetçilik gazını al parayı, şöhreti, övgüyü...
Akıl, sağduyu, tarafsızlık gibi hiçbir değerin kendine yer bulamadığı bu "vahşi" Amerikan filmi, namlunun küçük bir çocuğa çevrildiği iki sahnede "sözde" insani bir sorgulama içerisine giriyor görünse de üstünlerin tarafındaki yerini sağlam bir şekilde almaktan bir milim bile uzaklaşmıyor. Ki, sözünü ettiğimiz ilk sözde sorgulama sahnesinin, filmin kahramanının çocukluğundaki ürpertici bir av görüntüsü ile sonlanması, Eastwood'un hedefine yaklaşmak konusunda ne kadar beceriksiz kaldığını gözler önüne seriyor.
Aslında film vermek istediği mesajı oldukça net bir şekilde veriyor. Çocuk Chris Kyle'a babasının yemek masasında söylediği gibi; "İnsanlar üçe ayrılır: Koyunlar, kurtlar ve çoban köpekleri. Çoban köpeklerinin görevi koyunları, onlara saldıran kurtlara karşı savunmaktır."
Amerika'ya çoban köpeği kılığına bürünmüş kurt olduğu için kızabiliriz. Ama maalesef mesele bu değil. Sanırım, mesele koyun olmaktan sıyrılmayı başarabilmek. Kurt ya da çoban köpeği olmaktan da söz etmiyorum elbette. Önce kurtların olmadığı, çoban köpeklerine ihtiyaç duyulmayan bir ülke sonra da böyle bir dünya. Hayal mi dersiniz?
20 Şubat 2015 Cuma
8 Ocak 2015 Perşembe
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)