Annem beni babaanneme bırakıp Almanya’ya çalışmaya
gittiğinde daha bir yaşındaymışım. Doğduktan sonra beni de götürmüş oraya ama
hem bana bakıp hem çalışması mümkün olmadığından ertesi yıl bırakmış.
Çocukluğumun ilk yılları benden büyük dört kardeşim ve babaannemle geçti
Karadeniz’in bir dağ köyünde. Annem ve babam ise çocukları için en iyi olduğunu
düşündükleri şeyi yapıyorlar, gece gündüz çalışarak biriktirdikleri Alman
Marklarını sakladıkları yerden zaman zaman çıkarıp tekrar tekrar sayarak,
bizler için planladıkları güzel geleceğin hayallerini kuruyorlardı binlerce
kilometre uzakta.
Sözünü ettiğim dönem 1970’ler. Yani iletişim
olanakları konusunda bir tam çağ geriye gitmeniz gerekiyor. Bırakın interneti,
vatsabı, skaypı, telefon bile yok o günlerde bizim köyde. Televizyon evimize
ben beş yaşımdayken girdi. Hatırlıyorum, National markaydı. Hatta içinde
durduğu bir dolabı ve kullanılmadığı zamanlarda çekerek kapatılan sürgülü
kapağı da vardı. Yayının başlamasına yarım saat kala televizyonu açar ve
beklemeye başlardık karşısında cümbür cemaat; eş, dost, arkadaşlar, kim varsa.
Önce benim hiçbir zaman karıncaya benzetemediğim, bakıp bakıp bür türlü karınca göremediğim karıncalı görüntü olurdu. Sonra içinde TRT yazan yuvarlak
yayın öncesi görüntü belirirdi ekranda ve “dıııııt” diye bir ses gelmeye
başlardı. Bu, adeta, bizim için sinemalardaki gong sesi gibiydi, yani hazır
olmamamız gerektiğini belirten talimattı. Ardından “dın dı dın dı dın dın dın…”
diye bir melodi çıkardı. Bizim o yıllarda “Abdurrahman efendi, efendi, damdan
düştü geberdi” diye üzerine güfte yazdığımız bu melodi ise kaptan pilotun “cabin
crew…” ile başlayıp devamında ne dediğini bir türlü anlayamadığımız ( en
azından ben anlamıyorum) ve kabin ekibini yerlerine davet ettiği kalkış öncesi
son anons anlamına gelmekteydi. Az sonra şanlı bayrağımızın siyah beyaz
görüntüsü eşliğinde istiklal marşımız başlayacaktır ve odadaki herkes oturduğu
yerden doğrulup “hazrol” pozisyonuna çoktan geçmiştir. O gün yayın programında "Bonanza", "Vadideki Hayat" ya da "Küçük Ev" varsa hissedilen heyecan bir tık daha yukarıdadır elbette.
Annemle babamın bir yıllık izninden diğerine koca
bir tam yıl geçerdi neredeyse (sanırım bunun için yıllık izin deniliyor) ve biz bu süre içerisinde onlarla sadece
mektuplar aracılığı ile haberleşebilirdik. “Pek muhterem babacığım ve
anneciğim…” diye başlayan satırlar mutlaka “…kıymetli ellerinizden hasretle
öpüyorum” ile biterdi. Sonraları babamlar bir kasetçalar getirmişlerdi bize.
Kasetlere ses kaydı yapıp göndermeler mektupların yerini almaya başlamış olsa
da başlangıç ve bitiş cümleleri hep aynı kalmaya devam etti yıllarca. Bir de
annesinden ve babasından ayrı büyüyen bir çocuğun içindeki yalnızlık duygusu.
Beş kardeşin en küçüğü olmak sol elin serçe parmağı
olmakla eş anlamlıydı aşağı yukarı. Hani “bu acıkmış, bu almış, bu pişirmiş, bu
yemiş bu da hani bana hani bana demiş” hikayesindeki “hani bana, hani
bana?” diyen ve diğer dördü tarafından
vura vura küçültülen serçe parmak. Bir de “baş parmak, badi parmak, orta direk,
gül ağacı, küçük bacı” var ki, o konuya hiç girmesek daha iyi olacak.
Benden bir büyük olan abimle bile aramızda dört yaş
olduğu için onlara ayak uyduramıyor, sürekli kadro dışı kalıyordum. Harman
yerinde yapılan mahalle maçlarında ebedi seyirci, Kabak Tepe’deki televizyon
vericisine akü götürülme günlerinde daimi “sen gelemezsin, evde kal”cıydım.
Köyün elektrik santralinin soğutma suyunun biriktiği ve bize göre olimpik havuz
niteliğinde olan bulanık su tankına asla giremez, tek fişekle çıkılan ayı ya da
domuz avı merasimlerine kesinlikle kabul edilmezdim. Ama babaannemden
“bakkaldan leblebi tozu alacağız” diye para isteme görevi hep bana düşer ve
leblebi tozu yerine alınan Birinci sigarasından bir tane de bana verilirdi sus
payı olarak. O yıllarda o kadar yalnızdım ki, Bürüme Ormanı’nda koca koca çoban
köpekleri bize saldırdığında, kendi abimler bana bakmadan ağaçlara tırmanırken,
beni omuzuna attığı gibi ağaca tırmanarak ikimizi birden kurtaran, ısırgan
otlarını çıplak elle tutabildiği için zaten hayran olduğum Şahsuvar abiyi bile
kendime daha yakın hissediyordum.
Annemle babamın yıllık izne geleceği gün –ki
Almanya’dan uçakla İstanbul’a, sonra otobüsle kasabaya ve daha sonra da Jeep
marka ciplerle köye ulaşırlardı- içimiz içimize sığmaz, onları karşılamak için
köyden kasabaya yaya olarak ve dağ tepe aşarak giderdik. Dünyanın en mutlu
insanları olurduk o günlerde. Bizim de artık annemiz ve babamız olurdu. Sonra o
izin günleri o kadar çabuk geçerdi ki, babama “dönüş ne zaman Cavit Efendi?” diye
sorulup babam da “Allah izin verirse haftaya” filan diye cevap verdiğinde, ben
içimden “İnşallah Allah izin vermez” derdim, ne Allah’ı ne de bu dileğimin ne
anlama geldiğini bilerek. İzin günlerinde babam zamanını genelde köy kahvesinde
kağıt oynayarak geçirir, biz de kahvenin dışında camın önünde durup kendimizi
ona göstererek, çağırıp bize para vermesini beklerdik. Dağ gibi adamdı babam.
Korkardık ondan. Beni sevdiğini hiç hatırlamıyorum nedense. Sevmez mi,
sevmiştir mutlaka fakat hafızamda yer etmemiş. Ona ilişkin duygularım özlem ve
korku ile sınırlı. Sanki yanına bir türlü yaklaşamadığım –hep istediğim halde-
ve sürekli özlediğim bir yabancı. Ve hep o içimi acıtan kahrolası yalnızlık
duygusu.
Günler Kabak Tepe’nin üzerinden geçip giden sis
bulutları kadar hızlı olurdu yıllık izin zamanlarında. Allah izin verir,
haftaya denilen gün gelir ve köy meydanından tozu dumana katarak uzaklaşan bir
Jeep marka cipin ardından ağlayarak koşuşan beş çocuk ve cipin arka camına
yapışarak zehir gibi gözyaşı akıtan bir anne ve bir baba kazınırdı hafızalara.
Zaman Almanya macerasını bitirse ve anne-baba ile
çocuklar birbirlerine kavuşsa da, hafızalara kazınan o kareler ve duyguları yok
etmek mümkün olmayacaktı bir daha. O beş çocuk sekiz torun verecekti Cavit
Efendi’ye. Belki de başını hiç okşamadığı küçük oğlu, Karadeniz ormanlarında
işçi olarak çalışırken kendisine talimatlar yağdıran mühendislerin yetiştiği
okula hoca olacak, Cavit Efendi bununla gurur duyacaktı. Fakat bir yıl önce,
serin bir Eylül günü üzerine toprak atılmaya başlandığında Cavit Efendi’nin,
bir kere bile dolu dolu “baba” diyemediği küçük oğlu “yine mi gidiyorsun baba?”
diyerek yalnızlıklarının en büyüğünü yaşayacaktı onun arkasından.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder