“Yenile yenile yenmeyi öğreneceğiz” günleri vardı
eskiden.
Belki doğrudur. Yenmeyi öğrenmişizdir, kim bilir. Fakat
sporcu olmayı, daha doğrusu sportmen olmayı, spor ahlakını ne zaman
öğreneceğiz, bundan emin değilim.
Türkiye’deki spor düzleminde nispeten doğru kalmış
ve başarı çizgisi bu nedenle yüksek olan branşlardan biri olan basketbolun
erkek milli takımı için, en büyük sponsoru olan banka bir reklam filmi çekmiş,
dönüp duruyor günlerdir televizyon kanallarında Avrupa Basketbol Şampiyonası
nedeniyle. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Bana göre vakanın, geçmişte, bir
dengesiz anınızda yapıp da sırtınıza bir kambur gibi yapışan, hatırladıkça
yüzünüzü kızartıp aklınızdan uzaklaştırmak için olmadık yöntemlere başvurduğunuz
utanç verici deneyimlerden hiçbir farkı yok. Oysa adamlar (buradaki “adamlar”,
“adamlar yapmış abi” cümlesindeki imrenilen ecnebiler manasında değil; bu utanç
verici reklam denilen vakanın altına imza atanlar) durum hiç de böyle değilmiş
gibi, böbürlene böbürlene yedi yirmi dört gözümüzün içine sokuyorlar bu
soytarılığı üstüne para ödeyerek. Görmemiş olduğunuzu düşünmesem de dilim
döndüğünce anlatayım size ben yine de;
Basketbol milli takımımızın anlı şanlı
oyuncularının, yurolig filan gibi üst düzey organizasyonları solumuş olanların,
Avrupa’nın, yetmez en bi ey’in en gözde parkelerinde ter akıtanların her
birinin karşısına bir partner koymuşlar; bunlar birbirine öpüşme mesafesinden
hallice durumdalar, kamera olabilecek en yakından çekim yapıyor ve kadrajda
yalnızca yüzler var. E, elbette o mesafe, o açı, o ışık söz konusu olunca her
bir yüz, kurbağa prense dönüşürken işlemin yarısında münasebetsiz biri sıtop
(Türkçe okunduğu gibi yazılan bir dildir; bu söz de Recep İvedik Sörvayvır’da
alıntıdır) düğmesine basmış gibi görünüyor. Çocukların suçu yok ki! Oraya, al
Brad Pitt’i koy, pitbul gibi görünmezse yazmayı derhal bırakacağım, elim taş
olsun, bir daha tuşlara dokunamasın, o kadar iddialıyım.
Her neyse, görüntüdeki hafif insanlığımdan
utandırıcı ruhsal etki bir noktaya kadar göz ardı edilebilirdi belki.
Edilebilirdi, lakin ah o metin yazarı, ah o metin yazarı! Burada tasvirle, aktarmayla, ne bileyim analizle zaman
kaybetmeyeceğim. Doğrudan oyuncularla partnerleri arasında, Çiçek Abbas’taki
Şener Şen-İlyas Salmanvari gerçekleşen diyalogun yutub’dan videoyu durdura
oynata çıkarttığım tekstini paylaşayım, daha kolay olacak bu:
“-Biz
istersek dağları un (küçük bir kız çocuğu),
-Demiri
yün (Oğuz Savaş),
-Kılıcı
kın ederiz (yaşlıca bir kadın).
-Biz
gidersek dağları delip (Semih Erden),
-Yüreği
ezip (genç bir erkek),
-Her
şeyi silip gideriz (Sinan Güler).
-Biz
istersek dikeni gül (orta yaşlı bir kadın),
-Nefreti
kül (Melih Mahmutoğlu),
-Yüreği
tül ederiz (bu genç erkeğin sözlerini defalarca dinlememe rağmen tam olarak
anlayamadım, pek emin değilim).
-Biz
seversek geceyi gün (Furkan Aldemir),
-Bugünü
dün (yaşlıca bir erkek),
-Sevdayı
düğün ederiz (Cedi Osman).
-Hala
aynı yer biziz (genç bir kadın),
-Değişen
zamana ayar biziz (devşirme Türk Muhammed, aslen Amerikan Boby Dixon).
-Hala
aynı karar biziz (aynı yaşlıca kadın),
-Bizde
kış yok (Ersan İlyasova),
-Dört
mevsim bahar biziz (Semih Erden ve küçük bir erkek çocuk).
Bu
diyalogların ardından vaz geçilmez bayrak görüntüleri ve bunu izleyen ekran
sesi çıkar sahneye (tam bu sırada oyuncular potaya smaç basmaktadır):
“Garanti
12 dev adama inanıyor, bekle Avrupa 12 dev adam geliyor.”
Hatırlarsınız,
bu “12 dev adam” Athena tarafından armağan edilmişti bizlere. 2001 Avrupa
Basketbol Şampiyonası Türkiye’de yapılacaktı. Hayatımızın azı çalışma çoğu gaz
olduğu için ülkemizde yapılacak büyük bir şampiyonada takımımızı gaza getirecek
bir şeye ihtiyaç vardı ve aranan o gaz doğru yerde bulunmuş, Athena “Uh Ah Dev
Adam, 12 Dev Adam”la bütün ülkeye gayet ayarında bir gaz vermişti. Etkisini
küçümsemeyin, bu gaz Türkiye’yi finale kadar çıkarmış, basketbol tarihimizin en
büyük başarısına imza atılmıştı. Daha sonra, 2010 yılında yine ülkemizde
yapılan dünya şampiyonasında final oynayarak bu eşiği de aşmıştık (finallerde
sırasıyla Yugoslavya – o zamanki adıyla- ve ABD’ye yenildiğimizi hatırlatmam
canınızı sıkmaz umarım).
Sporda
gaz arayış ya da ihtiyacımızın tipik kanıtlarından biri de Fatih Terim’dir. Her
ne kadar kendisini tanımayanlar (yabancılar, futbol sevmezler vs.) onu
televizyonda konuşurken izlediklerinde, burnuna konan ve ekranda görünmeyen
küçük bir sineği elini kullanmadan kovmaya çalışırken komik duruma düşen bir
adam sanıp ona acıyorlarsa da, namı diğer samtayms Fatih 100 Türk büyüğü
arasına adını yazdırmış bir kahramandır ve bu kahramanlığının onda dokuzunun
iyi gaz vermekten geçtiğini söyler konunun bilirkişileri.
Sanırım
“ah o metin yazarı” bütün bunlardan yola çıkarak koca (muhtemelen) kafasını iki
elinin arasına alıp düşünmeye başladı ve uzun süren bu sürecin sonunda Sinbad
gibi işaret parmağını önce burnunun altında sağa sola, sonra burnunun yanından
yukarı aşağı hareket ettirip, ışıltılı gözlerle “buldum” diye havaya sıçradı.
“Ah
o metin yazarı” bulmuştu işte çözümü! Hem de tek satır kalem oynatmadan, güzel
canını hiç sıkmadan. Niye olmasındı ki? Ömer Kaplan Kozanoğlu bilinen bir şarkı
sözü yazarıydı, rahmetli Aysel Gürel’le çalışmışlığı da vardı hem. Üstelik
koskoca MFÖ’nün ilk harfi olan Mazhar, “sensizliği bitmiyor gecelerimizin”
diyecek kadar naif, “sana sarı laleler aldım çiçek pazarından” diyecek kadar
romantik ve de “vak dı rak” diyecek kadar çılgın bir adam, Ömer Kaplan
Kozanoğlu’nun bu sözlerinin üzerine beste yapıp grubun “Agu” adlı albümüne
koymamış mıydı? O halde bu sözler hem bir milli takımı hem de koca bir ülkeyi
gaza getirmek için de kullanılabilirdi. Daha ne olacaktı ki? Bundan iyisi
Şam’da kayısıydı.
Nihayetinde
bahse konu olayın spor olduğunu hatırlamaya gerek yoktu. Hani spor barıştı,
kardeşlikti, dostluktu, mücadele azmiydi, sınırları zorlamaktı, insanın
kendisiyle yarışıydı, falandı, filandı? Hani bu bir oyundu aslında? Bu güzel
fakat içini bir türlü dolduramadığımız sözleri bir kenara itmiş, maça değil
savaşa gidiyorduk sanki ve topluca dağları un, demiri yün ediyorduk. Yetmiyor,
un ettiğimiz dağları deliyor, yüreği eziyor, her şeyi siliyorduk. Tribünde
“ölmeye, ölmeye geldik” ya da “vur kır parçala, bu maçı kazan” diye böğüren
holigan ayarında kalıp ısrarla, “değişen zamana ayar biziz” demekten de geri durmuyorduk.
İşte
öyle bir pazar günüydü o pazar. Ertesi gün yoğun olacaktı. Pazar gezmesini
bitirip eve dönmüş, ütüydü, çamaşırdı, hafta hazırlıklarını tamamlamıştık. Önce
futbol milli takımının Hollanda’yla oynadığı maçı izledik. Futboldan pek haz
etmesem de Hollanda’yı yenmek hoşuma gitmişti. Allah için maçta, başbakanının
bir şehit çocuğunu dizlerinin arasında tutarak maçı izlemek yoluyla seçim
kampanyasına Bismillah demesinden başka rahatsız edici bir durum yoktu benim
açımdan. Maç sonunda baş gazcımız samtayms Fatih gazetecilere şöyle diyerek,
sanırsam başbakanın açtığı yolu genişletiyordu kendince:
“…Ülkemizin
dünyada mevcudiyetini devam ettirecek bir takım var, o da bu milli takımdır… Bu
galibiyeti vatanı korumak için şehit olanlara ve onların yakınlarına adıyoruz.
Ruhları şad olsun…”
Baş
gazcı aslında bu açıklamayı Letonya maçından sonra yapacakmış ama galip
gelemedikleri için yapamamış, öyle dedi. Yani, “şehitlerin ruhları şad olsun”
demek için de illa bir galibiyet gerekiyormuş, bunu da böylece öğrenmiş olduk.
Bu
kafa karışıklığı ve can sıkıntısıyla benim için geç sayılabilecek bir saatte
başlayacak olan Türkiye-İspanya basketbol maçını beklemeye başladım. Fakat
erken uyuma alışkanlığım buna izin vermedi ve maçın başlamasından beş dakika
sonra uyuyakalmışım.
Kendime
geldiğimde maç yayını çoktan bitmişti. Şöyle bir kanallarda gezineyim dedim.
Hemen tamamında kırmızı bantla son dakika haberi geçiyordu:
“Terör
örgütü tarafından kurulan hain pusuda 16 askerimiz şehit…”
Daha
fazlasını okumaya dayanamadım. Televizyonu kapatıp doğru yatağıma gittim.
Zihnimde “dağları un…”, “nefreti kül…”, “her şeyi silip…” dolaştı bir süre.
Sonra baş gazcı samtayms Fatih’in dudaklarını bükerek konuşması, başbakanın
bacakları arasına aldığı şehit çocuğun üstünden gevrek gülüşleri gözlerimin
önüne geldi. O sırada 16 askerin parçalanmış bedenlerinden akan kan durmuş,
sıcaklık çekilmişti çoktan. Belki daha annelerinin haberi bile yoktu, ocaklara
ateş düşmemişti ve hamile karıları karınlarını okşayarak erlerini hayal ediyorlardı.
Ertesi
gün şaşaalı konuşmalar yapılacak, akan kanın hesabı sorulacaktı, bu kesindi.
Cenaze törenlerinde “şehitler ölmez, vatan bölünmez” sloganları atılacak,
gazlaya gazlaya hayat devam edecekti. Ne de olsa “bizde kış yok, dört mevsim
bahar biziz” değil miydi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder