Sabah yataktan akarak kalkmışım, her sabahki gibi.
Tıraştı, kahvaltıydı, giyinmeydi derken, üstüne herkesin imrenip, benim şekle
sokmak için çabalayıp durduğum beyaz ve gür saçlarımla uğraşmak da eklenince,
evden kendimi atana kadar yorulduğum alelade bir gündü dün yine. Apartmandan
çıkınca beni karşılayan, daha iki ay önce doğurduğu bütün yavruları ölmemiş
gibi tekrar hamile kalan tekir kedinin duyduğu heyecanın binde biri bende
olsaydı dünyayı değiştirebilirdim belki de yahut yerinden oynatabilirdim birisi
bana bir dayanak noktası gösterse. Muhtemelen sevgili eşim –ki her sabah benden
önce evi terk eder, bir şeyler vermiş olmalı bu seks düşkününe. Fakat o yine de
bacaklarımın arasında –S- çizerek dolanıp kuyruğunu yılan gibi bana sarmaya
devam ediyor. Geçen akşam apartmanın vatsap grubunda “yemek vermeyin şu
kedilere, tırmaladı biri beni, ısırdı da” diye viyaklayan adını bilmediğimiz
komşumuza hal hatır soran (ne de iyi yapmış, ooooh!) dört bacaklı dostumuz bu
olsa gerek.
Sevgili şoförüm Samet (havaya bak!) alıştığım gibi
caddede hazır. Arka koltuğun sağ tarafına kuruluyorum, sanki beş dakika sonra
bıktırıcı trafikle Don Kişot misali savaşacak olan biz değilmişiz gibi. Biraz
tivıtıra bakıyorum. Takip ettiğim yerli ve yabancı hesapların ilgi alanları ve
uğraştıkları konular ne kadar da farklı. Yerlilerde yine bir (boş) bakanın
ettiği ipe sapa gelmez bir sözle ilgili kopan fırtına havası hakim.
Yabancılarda ise doğa tahripleri, küresel iklim değişikliği, alternatif enerji kaynakları, insan hakları, gençlik
sorunları vs. Okuduğum son tivit yalnızca 29 dakika önce yazılmış, bu kadar
dayanabildim. Önümde duran koltuğun cebinde Elif Key’in “Bize iki çay söyle”
kitabı duruyordu, onu elime aldım. Azıcık dalmışım kitaba. Bu sırada
Çamlıca’dan köprüye doğru inişe geçmişiz dur kalk oyununda. Bir ara yan tarafta
olağan olmayan bir hareket hissettim. Baktım bizimle bitişik arabanın şoförü
camını açmış, bana bakarak bir şeyler söylüyor. “Ah Samet” dedim kendi kendime;
“Kim bilir yine ne yaptın, adam sitem ediyor bize?” Korkarak camı indirdim,
işin gücün yoksa uğraş şimdi adamla sabah sabah. Cam hafifçe aralandığında
“Beyefendi…” ile başlayan bir cümle duydum ama tam anlamadım meseleyi. Yine de
biraz rahatlamıştım. Adam söze “beyefendi” ile başladığına göre çok da sert bir
şey söylemiyor olsa gerek diye düşündüm. Gerçi herkes kendisine “beyefendi”
denmesinden hoşlanmıyor bu ülkede. Sevgili dostum Erdoğan bir toplantıda,
zamanın Bartın valisine “beyefendi” ile
başlayan bir soru sormuştu da, beyefendi olmayan vali “bana beyefendi
diyemezsin, bana sayın vali diyeceksin” filan diye kıyameti koparmış, olay
basın yoluyla ülke çapında yankılanmıştı. Konuyla ilgili hatırladığım en iyi
yorumu hatırlayamadığım bir gazeteci yapmıştı o günlerde. “Ben o akademisyenin
yerinde olsaydım” demişti hatırlayamadığım gazeteci (Erdoğan da benim gibi
akademisyendir, yeri gelmişken) “size beyefendi dediğim için beni bağışlayın,
buradan bakınca beyefendi gibi görünüyorsunuz derdim” diye tamamlamıştı
yorumunu.
Her neyse, akademisyen hastalığıyla ben yine
dağıttım biraz. Konumuza dönersek, biraz rahatlamış ama ne denildiğini
anlamamış ölü balık halimle ben adama bakarken o durumu anlamış olmalı ki
tekrarladı; “Beyefendi profilden tıpkı Richard Gere gibisiniz, bir an sizi o
zannettim.” Refleks olarak ben bir yandan elimi göz hizama getirip selamlama
hareketi yaparken, diğer yandan mütebessim bir yüz ifadesiyle “teşekkür ederim”
dedim adama. Salaklığa bak! Sanki “önemli olan iç güzelliğidir…” ile başlayan
cümlenin en çok kullanılan ilk 20 söz arasında olduğu toplumda yetişmemişim,
bunca yıl kendimi zihin gelişimine adamamışım gibi, “Richard Gere, Ahmet sen
çık” felaketinin baş müsebbibine benzetildim ve o müsebbip biraz güzel (niye
erkeğin güzeline yakışıklı denilir ki?) diye –tamam tamam epey güzel, hatta çok
epey güzel; hatta preti vumın’daki Julia Roberts’dan bile daha biçimli bir
canlı, kabul- ayaklarım yerden anında kesildi, pembe bulutların içinde dans
etmeye başladım. Bir de kalk teşekkür et adama, densizlik diz boyu
anlayacağınız.
Gerdirme, şişirme, doldurma, büyütme, küçültme
operasyonlarına milyonların harcandığı; kırışık giderici, cildi yenileyici, ölü
hücreleri def edici, büyük gösterici, parlatıcı, matlaştırıcı, sıkılaştırıcı,
selülit giderici, nemlendirici… çeşit çeşit kremin, losyonun kapış kapış
gittiği; güzel olmayan şarkıcıların albümlerinin satılmadığı, kliplerinin
izlenmediği; bırakın enkır(o)menleri, hava durumu spikerlerinin, hatta spor
spikerlerinin bile güzelinin makbul olduğu, şöhret yolunda alıp başını gittiği;
“vah vah pek de güzelmiş” denilerek ölünün bile güzelinin sevildiği bir ülkede,
bir dünyada yaşamıyorum ki ben. O nedenle anlayamadım neden bu dengesizliği
yaptığımı; güzel bir adama benzetildim diye direkt uçuşa geçip suratıma aptal
bir gülümseme kondurduğumu. Neyse ki pek sevgili eşim, akşam yemek masasında
olayı anlattığımda “Peh! Saçlarından başka bir yerin de benzese bari” diyerek
bir balon gibi şişen egoma iğneyi soktu da ayaklarım tekrar yere basmaya
başladı.
Bundan birkaç işyeri öncesi –ki bunun çok bir zamana
tekabül ettiğini (karşılık geldiğini deseydim keşke) sanmayın; birkaç işyerini
bir ayda bile değiştirebilirim çünkü- bir iş arkadaşım bana “popülerlerden
nefret ederim” demişti. Haklıydı. Çünkü popülerliklerinin tek dayanağı güzellik
olan bu erkekleri ya da kadınları herkes sever, onları anlayışla karşılar,
onların hatalarını görmezden gelir, terfi ettirir, onlar hakkında hayaller
kurar, mümkünse onlarla dakika, saat, gün, gece, hafta ya da hayat geçirmek
için ellerinden geleni artlarına koymazlar, hemcinsleriyle savaşırlar; yine de
başarılı olamazlarsa da gizli-kuytu köşelerde o güzel kadın ve erkekleri
zihinlerinde istedikleri şekle sokarak mastürbasyon yaparlar. Tamam, itiraf
ediyorum; “yaparlar” değil, “yaparız”. Güzellik karşısında eğilip bükülür,
şekilden şekile gireriz, genlerimize işlemiş. Güzel olmayanlar unutulup
giderken güzel olanları hep hatırlarız. Lisedeki en güzel kızı ölüm döşeğinde
bile unutmayız örneğin. Atatürk’ü sarı saçları mavi gözleri ile sever, ekmek
almaya çıktığında destan yazan polis tarafından vurulup, iki yüz altmış dokuz
gün komada kaldıktan sonra ölürken 15 yaşında ve 16 kilo olan Berkin’i zihnimizde
gür kaşları ve kömür gözleri ile canlandırır, Ali İsmail’i hatırlarken daha
güzel görünsün diye sarı lacivert formasını giydiririz. Hatırlanmak konusunda
bu kadar şanslı olmayan çoğunluk ise unutulup gitmeye mahkumdur iki yüzlü ahlak
sistemimizde. Misal Uludere bizim için atlasta yer bulma oyununda sorulabilecek
okkalı bir sorudur yalnızca. Soma ise… Sahi Soma’dan çıkan güzel bir kişi var
mı? Soma’yı bir yerden hatırlıyorum da. Vallahi ne hafıza var bende şekerim, tü
tü tü tü 301 kere maşallah!
Bu sabah aynanın karşısında daha fazla zaman
geçirdim. Saçlarımı iyice Richard’ınkine benzetmeye çalıştım. Arabanın arka
koltuğuna kurulup “gazla” dedim Samet’e. Gözümü kırpmadan önüme bakıyorum
sürekli, yan arabadakiler hep profilden görsünler beni diye.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder