Etiketler

Denemeler (12) Diğer (28) Makaleler (18) Şiirler (45)

20 Haziran 2015 Cumartesi

BABALAR VE OĞULLAR

Biricik oğlum Dağhan'a



Birkaç gün önce babalar günüydü. Uydurulmuş onca günden biri de olsa, benim gibi baba olanlar her zamankinden farklı uyandı o gün. Babaydık ve gün bizim günümüzdü. Heyecanlandık, daha mutluyduk, galiba biraz da umutlu.

Kız babası olanlar alınmasın (başta sevgili editörümüz Sezgin), erkek babası olmak değişik bir duygudur. Tutucu, geleneksel ve yıkılması gereken bir duygudur. Biliyorum. Ama var. Bende de var. Babalar oğullarından çok şey bekler. Onunla ilgili hayaller kurar. Kendi yapamadığını oğluna yükler, ondan bekler.

Bu beklentiler, genellikle büyük hayal kırıklıklarıyla sona erer. Çünkü oğullar farklıdır. Onlar bambaşka bir yoldan yürür, bambaşka hayaller kurarlar. On beşine gelmeden babalarıyla kavgalara tutuşurlar. Onların gölgesinden çıkıp boy atmak, kişiliklerini kanıtlamak; “ben farklıyım” diye haykırmak isterler. Tıpkı bu yazının başlığının hepinizde çağrıştırdığı Turgenyev’in ölümsüz eserinde[1] olduğu gibi.

Çankırı Çerkeş eşrafından Ahmet Ağa da bütün babalar gibi oğlu üzerine hayaller kuruyordu. Ahmet Ağa 19. yüzyılda yaşamış aydın bir Müslümandı. Yöresinde seviliyordu. Ama oğlunu aynı kalıplar içerisinde büyütmek istemiyordu. O, yani oğlu, okumalı, ilim irfan sahibi olmalı, büyük makamlara gelmeliydi. Bu da ancak İstanbul’da olabilirdi. Atladı geldi İstanbul’a. Hemşerilerine danıştı. İrfani Rüştiyesini önerdiler. Çankırı’ya döner dönmez hazırlıklara başladı. Ailesini kısa zamanda İstanbul’a taşıdı. Aksaray’da bir ev satın aldı. Oğlu Hüseyin’i de İrfani Rüştiyesine yazdırdı.

Babasını utandırmadı Hüseyin. Altı yıl sonra üstün başarıyla mezun oldu. Hocaları ön ayak oldular, Hariciye Mektubi Kaleminde iş buldu. Yazışmayı, bürokrasiyi öğrendi, Arapçasını ve Farsçasını ilerletti. Müdürlerinin desteğiyle Valide Sultan Kahyalığında adaşı olan Hüseyin Bey’in yardımcılığına yükseltildi.

Hüseyin Bey genç adaşını o kadar çok beğendi ki, torunu Refia’nın kocası olmasının hayalini kurmaya başladı. Hüseyin Bey’in eşi Emine Hanım da aynı fikirdeydi kocasıyla. Genç, iyi eğitimli, başarılı ve saygılı bir damat adayını kim istemezdi. Hele de Refia’nın anne ve babasının yaşam öyküsü göz önünde tutulursa…

Osmanlı’nın giderek güçsüzleştiği, Avrupa’nın “Hasta Adamı” olduğu dönemdi. Yüzyıllar boyu egemenliği altında bulundurduğu uluslar birer birer ayaklanıp bağımsızlıklarını kazanmak için mücadele ediyorlardı. Bu ulusların başında elbette Yunanlar geliyordu. Yalnızca Atina ve Selanik gibi büyük kentler değil adalar da kaynıyordu. 1822 yılında Sakız Adası halkı da ayaklandı. Osmanlı ayaklanmayı bastırmak için Kara Ali Paşa’yı gönderdi. Vunaki Meydanı’nında yüzlerce Sakızlı asıldı. Minas Manastırı’na sığınan Sakızlılar kılıçtan geçirildi.[2] Kadınlar ve çocuklar gemilerle İzmir’e taşındı. Çocuklar… Evlere dağıtılıp Müslüman yapıldılar.

Gemilerle İzmir’e taşınan çocuklardan ikisini İzmir’in ünlü İhtisap Ağası (Vergi Müdürü) Hüseyin Bey aldı. Gerçek adlarını hiç bilmediğimiz zavallıcıkların birine Hüsrev diğerine de Saliha adını verdiler. Saliha’nın Sakız’a dair son hatırladığı, yerde kanlar içerisinde yatan babasıydı. Hüsrev ise babasını en son ipte sallanırken görmüştü.

Hüseyin Bey Hüsrev ve Saliha’yı dönemin koşullarına göre oldukça iyi yetiştirdi. Sağlam bir din eğitimi aldılar. Rumcayı neredeyse tamamıyla unuttular. Büyüdüler. Gelişip serpildiler. Hüsrev yaman bir delikanlı, Saliha güzel bir genç kız oldu. Hüsrev Saliha’nın yanında erkek sinek bile uçurmuyordu. Herkes bunun ağabey içgüdüsü olduğunu sanıyordu. Oysa gerçek bambaşkaydı. Hüsrev Saliha’yı içten içe seviyor, onun için yanıyordu. Saliha da boş değildi Hüsrev’e karşı. Kardeş gibi yetiştiği bu delikanlı onda değişik duygular uyandırıyor, içinde karıncalar dolaştırıyordu.
Saliha’yı bir paşa oğlu istedi. Emine Hanım bunu Saliha’ya söylediğinde hıçkırıklara boğuldu Saliha. Emine Hanım kızına “Ne oldu kızım, neden ağlıyorsun?” diye sordu. Ana kız bir süre kısır bir konuşmanın içerisine girseler de sonunda Saliha dilinin altındaki baklayı çıkardı; Hüsrev’e aşıktı ve onun karısı olmak istiyordu. Ailenin büyükleri önce bu duruma çok şaşırsalar da sonra kabullendiler ve bu iki kader kurbanının daha fazla acı çekmesine gönülleri razı olmadığı için evlendirdiler onları. İki çocukları oldu. Birincisi erkekti; Hasan Nuri. İkincisi cici bir kızdı. Adını Refia koydular.
Saliha ve Hüsrev’in kızı Refia ile Çankırılı Ahmet Ağa’nın oğlu Hüseyin evlendiler. Mutluydular. Bir çocukları oldu; Şevki. İkincisi kızdı, adını Sıdıka koydular.

1867 yılının soğuk bir kış gecesiydi. Aralığın 24. günüydü ve Salıydı. Hüseyin’in Aksaray’da yeni aldığı konakta tatlı bir telaş havası hakimdi. Üçüncü çocukları dünyaya gelecekti. Bir süre sonra yeni doğmuş bebek çığlıklarının arasına mahalle ebesinin “Oğlan, oğlan” diye bağırması eklendi. Adını Mehmet Tevfik koydular. Mehmet Tevfik, yani Tevfik Fikret…


Yaşamının geri kalanı düşünüldüğünde Fikret’in güzel bir çocukluk geçirdiği rahatlıkla söylenebilir. Doğaya ve özellikle hayvanlara düşkündü Fikret. Küçük bir çocukken afacan bir kedisi vardı. Adını Zerrişte koymuştu onun. Yanından ayırmadığı, yatağına aldığı kedi biraz hırçınca olacak, yıllar sonra onun için yazdığı şiirde şöyle diyor Fikret (Ahmet Muhip Dranas tarafından günümüz Türkçesine çevrilmiş haliyle);

Zerrişte
“Sayemde bu neşen” demek ister gibi mağrur;
Mağrur ve küçümser,
Başlardı vefasızlığa; ben bağlı ve güçsüz,
Her isteği, her hazzı ve her keyfine uymuş,
Bazan şaşaraktan,
Bazan kızaraktan; yine güçsüz, yine kanmış;
En şüpheli bir meylini görsem inanırdım;
Biçareliğimden;
Hep tırmalanır, tırmalanır, tırmalanırdım!..

Tevfik Fikret hakkında yazılanlara baktığımızda onun hayvanlara düşkünlüğüne ilişkin başka pek çok anekdotla da karşılaşırız. Çocukken bir kanarya da beslemiştir. Çok sevdiği kanarya öldüğüne onu bahçelerine gömüp, mezarın başına bir taş diktiği de yazılanlar arasındadır. Yine çocukluğunda bahçelerinde çok kuş kovalamış olacak ki, “Kuşlarla” adlı şiirinde şöyle demektedir; “Uçun kuşlar, uçun kuşlar/hepinizle yarışım var.”

Fikret’in yılmaz bir mücadele ve bir o kadar da dramlarla dolu yaşamının ilk belirtileri, annesini hac yolunda kaybetmesiyle kendini göstermeye başlamıştı. Refia Hanım ağabeyi Nuri Efendi ve kızı Sıdıka ile çıktığı hac yolculuğunda salgın haline gelen koleraya yakalanmış ve kurtarılamamıştı. Tevfik Fikret annesini bir kez daha görme şansına bile sahip olamadı.

Devir istibdat devriydi. Abdülhamit’in zorba yönetimi herkesten ve her şeyden kuşkulanılan bir hava estiriyordu. Jurnalciler ortalıkta kol geziyor, kaşının üstünde gözü olanlar günlerce sorgulanıyor, tutuklanıyor ve sürgüne yollanıyordu (Size de günümüzü çağrıştırdı mı? Neyse ki günümüzde sürgün yok, uzun tutukluluk var!!). Fikret’in babası Hüseyin Efendi de bu furyadan nasibini aldı. Saçma sapan bir jurnal sonucunda Hama Mutasarrıflığına tayin edildi; yani sürüldü. İki gün içinde İstanbul’u terk etmesi istendi. Oğluyla doyasıya vedalaşamadı bile. Zavallı adamcağız Hama’dan Nablus’a, oradan Akka’ya, Urfa’ya, Halep’e, Antep’e; sürekli bir yerlere sürüldü ve İstanbul’a adım atması bile yasaklandı. 19 yıl sürgünde kaldı. Fikret’i bir daha hiç göremedi ve sürgünde öldü.

Annesi ve özellikle babasının başına gelenler Fikret’i oldukça yıprattı. Ama onunun yıpranan kalbi yılmadı. Eğitimini o zamanki adıyla Mektebi Sultani, şimdiki adıyla Galatasaray Lisesinde, Haziran 1888’de birincilikle tamamladı. Değişik memuriyetlerde bulundu. Bu ona göre değildi. Çok geçmeden memuriyetten ayrıldı. Pek çok derginin, gazetenin kuruluşunda bulundu, yönetti; bir zamanlar öğrenci olduğu Mektebi Sultani’de hem öğretmenlik hem de müdürlük yaptı. Bu arada evlendi ve bir erkek çocuğu oldu. Oğlunun adını Haluk koydu. Haluk Tevfik Fikret’in umuduydu. Zorba bir yönetimden aydınlık günlere geçişi Haluk’la özdeşleştirmişti Fikret.

Tevfik Fikret Abdülhamit yönetimiyle yıllarca mücadele etti. Çıkardığı dergilerle, gazetelerle ve elbette şiirleriyle. Takip edildi. Jurnalciler peşini hiç bırakmadılar. İki kez tutuklandı. Yazıları, şiirleri, gazete ve dergileri sansürlendi. Şiirleri el yazısıyla çoğaltılarak elden ele dolaştı. Onlardan biri vardı ki döneme damgasını vurdu.

1901 yılının Şubat ayında bir akşam eve döndüğünde kapının önünde sürekli nöbet bekleyen polisi gördü. Hava soğuktu ve ağır bir sis tabakası İstanbul’u esir almıştı. Bunalıyordu. Baskıdan, zulümden, ümitsizlikten bunalıyordu. Oturdu. Duygularını kağıda dökmeye başladı. Son dizelerini yazarken gün ağarıyordu. Ama o şiirinin adını çoktan koymuştu; Sis. Fikret bu şiiri hiçbir yerde yayımlamadı. Ama şiirin gücü o kadar yüksekti ki, bir efsane gibi elden ele dolaştı. Ülkemizin günümüz koşullarına da kolaylıkla uyum sağlayacak bir nitelik taşıyan, ezilenlerden, el öpenlerden, korku içinde yaşayanlardan söz eden, doğruluğu ve yiğitliği arayan şiir şu dizelerle sona eriyordu;

Örtün, evet, ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!

1908’de ikinci kez Meşrutiyet ilan edildiğinde Fikret umutlanmıştı önceleri. Yapılan seçimleri İttihat ve Terakki kazanmış, pek çok arkadaşı hükümette görev almıştı. Fakat zaman acımasızdı. Zorbalık değişmemişti. Değişen yalnızca zorbalardı. Aynı ülküyü paylaştığını düşündüğü kişiler onu büyük bir hayal kırıklığına uğrattılar. Hükümet edenler yalnızca kendilerini düşünmeye, ceplerini doldurmaya başladılar. Fikret’i de yanlarına çekmeye çalıştılarsa da, o pek çok eski dostuyla düşman olmayı tercih etti ve düzene ortak olmadı. Ve “Han-ı Yağma” (Yağma Sofrası) adlı ünlü şiirini kaleme aldı. Hani şu iki dizeyle biten;

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı canfeza (cana can katan sofra) sizin
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!

Peki, bu koca yürekli şair kalbinde kadınlara ne kadar yer ayırmıştı? Uzun boylu, açık tenli, geniş omuzlu, yakışıklı birisi olarak anlatılan Fikret kuşku yok pek çok kadının kalbinde taht kurmuştu. Ancak karısı Nazime Hanım’la evlendikten sonra ona sadakatte taviz vermemişti Fikret. Ömrünün son yıllarında ve özellikle hastalık döneminde, ona kısmen hayranlık kısmen de kadınca duygularla yaklaşan, ülkemizin ilk kadın ressamı olarak bilinen Mihri Müşfik Hanım’la arasında geçenler bu kalemden sayılmamalıdır. Aynı şekilde, Haluk’un Fransızca eğitimi için evlerine aldıkları İtalyan kızı Rita’nın aşkına, içindeki duygulara rağmen, karşılık vermemiştir Fikret. Bir gün Rita Fikret’e “Hiç aşık oldunuz mu?” diye sorduğunda şu cevabı verir;

“Hiç aşksız bir insan olur mu? Ben romantik bir aşktan yanayım. Çok şeyin aşığıyım. Doğanın, bütün insanların, iyiliklerin, erdemlerin, dürüstlüğün, özgürlüğün ve bütün güzelliklerin… Ben yosunlu bir dereye sarkan söğütlere, gökyüzündeki pamuk bulutlarına, yavaş yavaş yükselen Ay’a da aşık olabilirim. Aşk benim ruhumdadır, içimdedir. Ben hayatın çeşitli olayları, görünüşleri ve etkileri içinde yuvarlanan bir insanım. Aşkı bir kadınla olan bir ilişki içinde sınırlamam.”

Şaire deli gibi aşık olan Rita’nın beklediği bir yanıt değildi bu elbette. Çok geçmeden bir bahaneyle evden ayrılan Rita’yı yıllar sonra sahilde evlendiği erkekle ele ele yürürken gören ve bunun acısını günlerce kalbinde hisseden bu insanın nasıl bir büyüklük taşıdığını anlatmak olanaksız olsa gerek.

Ve Haluk. Haluk Fikret’in her şeyiydi. Bütün umutları. Aydınlık geleceğin timsaliydi Haluk. Haluk bütün şiirlerindeydi onun. “Sabah Olursa” şiirinde şöyle demişti biricik oğluna;

Bu memlekette bir gün sabah olursa, Haluk,
Eğer bu toprakların sislenen alın yazısı sağlam ve güçlü bir elle silinir de
Halkın donuk ve paslı yüzü bir parça gülerse
O gün ben sağlam bile olsam
Hayatla olan bağım güçsüz olacak şüphesiz-
O gün sen benden umudu kes;
Acılarımla unut beni;
Çünkü sakat ve dağınık bakışlarım seni geçmişe çekmek ister;
Oysa bütün kimliğin ve uzuvlarınla sen yarınsın;
Kulaklarımda şimdi sesin şakıyor!

Evet, sabah olacaktır, sabah olur geceler
Kıyamete kadar sürmez,
Sonunda bu gökyüzü, bu mavi gök size acır
Boynunu bükme, güneş hayatın neşesidir
Üzüntü içinde insan bizim gibi çürür…
Siz, ey gelecek günlerin küçük güneşleri,
Artık birer birer uyanın!
Ufukların sonsuz özlemi var nura,
Aydınlık… Çağımızın özlediği şey
Dağıtın bulutları, uğursuz gölgeleri,
Aydınlık içinde koşun, kurtarın bu ülkeyi
Umudumuz bu; biz ölsek bile vatan mutlaka sizinle
Şu zindan karanlığından uzak yaşar!


Büyük şair aşkla büyüttü Haluk’u. Eğitti. En iyi yapmak istedi onu. Yarınları aydınlatmak istedi. Onu o kadar çok sevdi ki, imzasını bile H. Fikret olarak attı. Ama Haluk başka bir yol çizdi kendine. Babasının yolundan gitmedi. Pek çok baba gibi o da hayal kırıklığına uğradı. Haluk eğitim için gittiği İskoçya’da yanına yerleştiği ailenin etkisinde kalarak Hıristiyanlığı seçti. Kim bilir, belki de yıllar önce dinleri değiştirilen büyük dedesinin ve büyük ninesinin intikamını alıyordu. Bunu babasına açıkladığında boğazı düğümlense de Fikret’in, belli etmedi. Oğlunu sevmeye devam etti yalnızca. Umutlarını korumaya. 1915 yılında öldüğünde koca şair, Haluk Amerika’daydı. Cenazeye gelmedi. Bir daha hiç Türkiye’ye gelmedi. Makine Mühendisi olmasına rağmen rahip olmayı seçti ve 1965 yılında, babasından tam 50 yıl sonra hayata gözlerini yumdu.

Fikret öldüğünde ne Haluk yanındaydı, ne de ülke aydınlık. Sonra, aydınlanır gibi olan ülke yeniden karardı. Giderek de kararıyor. Ve biz babalar umudumuzu kaybetmeden yeni oğullar, yeni Haluklar yetiştiriyoruz aydınlatmak için geleceği.

Oğullarımız büyüyecek ve Hıfzı Topuz’un Fikret’i anlattığı kitabına verdiği isim gibi; ELBET SABAH OLACAKTIR!




[1] Ivan Turgenyev’in 1862 yılında kaleme aldığı eserin özgün adı “Ottsı i Deti”dir ve birebir Türkçe karşılığı “Babalar ve Çocuklar”dır. Ancak dilimize aktarımında hep “Babalar ve Oğullar” olarak çevrilmiştir.
[2] Minas Manastırında kılıçtan geçirilenlerin kemikleri hala sergilenmektedir.
Not: Bu yazı Orman ve Av Dergisi'nin Mayıs-Haziran 2012 sayısında yayımlanmıştır.