Türk Köylüsü ve Yaban
Köy ve köylünün biz ormancılar
için anlamı büyüktür. Çoğunlukla bir derttir köy, bir kamburdur köylü bizler
için. Onlar olmasa ne güzel ormancılık yapılır diye düşünürüz. Yine de, köy ve
köylü için en çok ter akıtanların başında geliriz.
Türk köylüsü, edebiyat ve
özellikle roman için önde gelen objelerden biri olmuştur. Köy ve köylü
sorunlarını ele alan yığınla esere ulaşmak olanaklıdır. Ancak Yaban’ın bunlar
arasındaki yeri özeldir. Çok iddialı olmak istemesem de, köy ve köylüye dönük
benim bildiğim ilk eserdir Yaban.
Yaban, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun,
özellikle Anadolu Mezalimini Tahkik Komisyonundaki görevi sırasında yaptığı
gözlemlere dayanır. İlk olarak 1932 yılında Kadro Dergisi’nde yayımlanan Yaban
için ünlü edebiyat araştırmacısı Berna Moran[1] şöyle
demektedir: “Anadolu köylüsüne ait gerçekleri bütün çıplaklığı ile gözümüzün
önüne serer.” Bir başka araştırmacıya[2] göre
eser, aydın ile halk arasındaki çatışmanın kökeninde yer alan yabancılaşmayı ve
uyuşmazlığı bütün trajik yönleri ile ele almaktadır.
Yaban’a yönelik en önemli eleştiri,
eserin Türk köylüsünü aşağıladığı savıdır. Bu sav ilk bakışta doğruymuş gibi
görünebilir. Romanın pek çok yerinde Türk köylüsüne yönelik ağır eleştiriler
vardır. Ancak, Yakup Kadri bu eserde gerçek eleştirisini köylüye değil Türk
aydınına yöneltmektedir. Romanın kahramanı Ahmet Cemal[3] köylüye
yönelttiği bu ağır eleştirilerinin bir yerinde şöyle der: “Bunun sebebi, Türk
aydını gene, sensin! Bu viran ülke ve bu yoksul insan kitlesi için ne yaptın?
Yıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne
attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun.”
Yakup Kadri’nin Anadolu
bozkırlarını çok iyi gözlemlediğini ve bozkırın verimsizliği ile köylünün
kaderini özdeşleştirdiğini ayrıca vurgulamak gerekir. Ahmet Cemal’in ağzından
dökülen şu sözler bunun açık kanıtı: “Burada ise, yalnız gerçek; çıplak, çirkin,
kaba, yalçın gerçek!.. Boz toprak dalgaları alabildiğine uzuyor. Yeknesak ovayı
ikiye bölen Porsuk Çayı şiddetli zelzelenin açtığı bir uzun, bir yılankavi
yarık gibidir. Hiç suyu görünmez. Ta yanına gittiğiniz zamanda bile, o suyun
cana can katan serinliğini ve rengini bulamazsınız. Boz topraklar orada çürümüş
ve pıhtılaşmış sanılır. Elinizi bir soksanız günün hangi saatinde ve hangi
mevsiminde olursa olsun bir cerahat gibi ılıktır. Ve tepeler… Ve tepeler, birer
urdur. Ve bütün ufkun çerçevelediği alem, ancak, bu ıstırap manzarası ile canlı
görünür.” Yakup Kadri’nin bu toprakları Türk köylüsü için adeta bir “üvey anne”
olarak tanımlaması ise öldürücü darbedir.
Yaban’da Yakup Kadri’nin
eleştirdiği aydın, Türk aydını, Osmanlı’nın yetiştirdiği aydındır. Ahmet Cemal
bunlardan biridir. Peki, Cumhuriyet’in yetiştirdiği Türk aydını masum mudur?
Atatürk’ün, “Bir kıvılcım gibi gidip bir ateş topu olarak geri dönün.”, diyerek
Batı’ya gönderdiği, yetiştirmek için hiçbir fedakarlıktan kaçınmadığı Türk
aydını, okumuş yazmış şanslı kitle olan bizler, hepimiz, Türk köylüsüne, Türk
halkına karşı borcumuzu ödedik mi? Yoksa onlardan, adeta bulaşıcı bir
hastalıkmış gibi uzak mı durmayı seçtik. Ve bizler, Türk ormancıları, insanına
bir üvey anne gibi gaddarca davranan Anadolu topraklarını gerçek bir annenin
şefkatli kucağına dönüştürebildik mi?
Ben, Yaban’ı bir kez daha
okurken, bunları düşündüm hep!
[1] Moran, B. 2005. Türk
Romanına Eleştirel Bir bakış 1. İletişim Yayınları, İstanbul.
[2] Şahin, V. 2007. Roman
tekniği bakımından Yaban. E-Journal of New World Sciences Academy 2 (3);
179-196.
[3] Romanda Ahmet Cemal aslen
İstanbullu zengin bir ailenin çocuğudur. Çanakkale’de sağ kolunu kaybetmiş bir
yedek subaydır ve İstanbul’a dönemez. Emir eri Mehmet Ali ile birlikte O’nun
Porsuk çayı kenarındaki köyüne gelir ve oraya yerleşir. Roman bütünüyle bu köyde
yaşananları konu alır ve okuyucuya Ahmet Cemal’in tuttuğu notlar olarak
aktarılır.