Etiketler

Denemeler (12) Diğer (28) Makaleler (18) Şiirler (45)

27 Haziran 2012 Çarşamba

Türk Köylüsü ve Yaban


Türk Köylüsü ve Yaban

 Dr. Cihan ERDÖNMEZ

Köy ve köylünün biz ormancılar için anlamı büyüktür. Çoğunlukla bir derttir köy, bir kamburdur köylü bizler için. Onlar olmasa ne güzel ormancılık yapılır diye düşünürüz. Yine de, köy ve köylü için en çok ter akıtanların başında geliriz. 

Türk köylüsü, edebiyat ve özellikle roman için önde gelen objelerden biri olmuştur. Köy ve köylü sorunlarını ele alan yığınla esere ulaşmak olanaklıdır. Ancak Yaban’ın bunlar arasındaki yeri özeldir. Çok iddialı olmak istemesem de, köy ve köylüye dönük benim bildiğim ilk eserdir Yaban. 

Yaban, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun, özellikle Anadolu Mezalimini Tahkik Komisyonundaki görevi sırasında yaptığı gözlemlere dayanır. İlk olarak 1932 yılında Kadro Dergisi’nde yayımlanan Yaban için ünlü edebiyat araştırmacısı Berna Moran[1] şöyle demektedir: “Anadolu köylüsüne ait gerçekleri bütün çıplaklığı ile gözümüzün önüne serer.” Bir başka araştırmacıya[2] göre eser, aydın ile halk arasındaki çatışmanın kökeninde yer alan yabancılaşmayı ve uyuşmazlığı bütün trajik yönleri ile ele almaktadır. 

Yaban’a yönelik en önemli eleştiri, eserin Türk köylüsünü aşağıladığı savıdır. Bu sav ilk bakışta doğruymuş gibi görünebilir. Romanın pek çok yerinde Türk köylüsüne yönelik ağır eleştiriler vardır. Ancak, Yakup Kadri bu eserde gerçek eleştirisini köylüye değil Türk aydınına yöneltmektedir. Romanın kahramanı Ahmet Cemal[3] köylüye yönelttiği bu ağır eleştirilerinin bir yerinde şöyle der: “Bunun sebebi, Türk aydını gene, sensin! Bu viran ülke ve bu yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun.” 

Yakup Kadri’nin Anadolu bozkırlarını çok iyi gözlemlediğini ve bozkırın verimsizliği ile köylünün kaderini özdeşleştirdiğini ayrıca vurgulamak gerekir. Ahmet Cemal’in ağzından dökülen şu sözler bunun açık kanıtı: “Burada ise, yalnız gerçek; çıplak, çirkin, kaba, yalçın gerçek!.. Boz toprak dalgaları alabildiğine uzuyor. Yeknesak ovayı ikiye bölen Porsuk Çayı şiddetli zelzelenin açtığı bir uzun, bir yılankavi yarık gibidir. Hiç suyu görünmez. Ta yanına gittiğiniz zamanda bile, o suyun cana can katan serinliğini ve rengini bulamazsınız. Boz topraklar orada çürümüş ve pıhtılaşmış sanılır. Elinizi bir soksanız günün hangi saatinde ve hangi mevsiminde olursa olsun bir cerahat gibi ılıktır. Ve tepeler… Ve tepeler, birer urdur. Ve bütün ufkun çerçevelediği alem, ancak, bu ıstırap manzarası ile canlı görünür.” Yakup Kadri’nin bu toprakları Türk köylüsü için adeta bir “üvey anne” olarak tanımlaması ise öldürücü darbedir. 

Yaban’da Yakup Kadri’nin eleştirdiği aydın, Türk aydını, Osmanlı’nın yetiştirdiği aydındır. Ahmet Cemal bunlardan biridir. Peki, Cumhuriyet’in yetiştirdiği Türk aydını masum mudur? Atatürk’ün, “Bir kıvılcım gibi gidip bir ateş topu olarak geri dönün.”, diyerek Batı’ya gönderdiği, yetiştirmek için hiçbir fedakarlıktan kaçınmadığı Türk aydını, okumuş yazmış şanslı kitle olan bizler, hepimiz, Türk köylüsüne, Türk halkına karşı borcumuzu ödedik mi? Yoksa onlardan, adeta bulaşıcı bir hastalıkmış gibi uzak mı durmayı seçtik. Ve bizler, Türk ormancıları, insanına bir üvey anne gibi gaddarca davranan Anadolu topraklarını gerçek bir annenin şefkatli kucağına dönüştürebildik mi? 

Ben, Yaban’ı bir kez daha okurken, bunları düşündüm hep!


[1] Moran, B. 2005. Türk Romanına Eleştirel Bir bakış 1. İletişim Yayınları, İstanbul.
[2] Şahin, V. 2007. Roman tekniği bakımından Yaban. E-Journal of New World Sciences Academy 2 (3); 179-196.
[3] Romanda Ahmet Cemal aslen İstanbullu zengin bir ailenin çocuğudur. Çanakkale’de sağ kolunu kaybetmiş bir yedek subaydır ve İstanbul’a dönemez. Emir eri Mehmet Ali ile birlikte O’nun Porsuk çayı kenarındaki köyüne gelir ve oraya yerleşir. Roman bütünüyle bu köyde yaşananları konu alır ve okuyucuya Ahmet Cemal’in tuttuğu notlar olarak aktarılır.

Kerime Nadir ve Ormancılar


Aşk Romanlarının Unutulmaz Yazarı Kerime Nadir, Orman ve Ormancılar

 Dr. Cihan ERDÖNMEZ

Geçen sayıda, Türk sanatçıların eserlerinde ormandan çokça söz etmediklerinden dem vurmuştuk. Elbette, bunun bir genelleme olduğunu da belirtmiştik. Kerime Nadir bu genellemenin dışına çıkan sanatçılarımızdan birisi. 

Sanırım, konunun özüne geçmeden önce biraz Kerime Nadir’den söz etmekte yarar var: 

Belki iddialı olacak; ancak, en azından bir tane olsun Kerime Nadir romanı okumadan gençliğini geçiren birisinin olabileceğini düşünemiyorum. Pek dile gelmese de, herkesin bir Kerime Nadir deneyimi olduğuna inanıyorum, dahası inanmak istiyorum. 

Bizde aşk romanları okumak karizmayı bozar biraz. Hele erkeler için! Çok değil, daha bir yıl önce Elif Şafak’ın “Aşk”ı pembe kapaklı olduğu için okuyuculardan şikayet almış ve yayınevi tarafından koyu gri kapakla yeniden basılmamış mıydı?  

Türk edebiyatının usta kalemlerinden Selim İleri şöyle diyor: “…Öylesi romanlar (aşk romanları) çok çekici geliyor. Kerime Nadir’leri, Muazzez Tahsin’leri, Esat Mahmut’ları çoktan keşfetmiştim. Bunlar hızlı okunan, soluk soluğa okunan romanlardır. Her kesimden, her toplumsal katmandan okura ses yöneltirler. Bu romanları herkes okur, ama okuduğunu herkes bir utanç gibi saklar. Ben de saklayıp duruyorum. O romanlar sayesinde roman okuma sanatına kavuştuğumu, başka tarz romanlara yol aldığımı, nihayet roman yazma arzularına sürüklendiğimi yıllar sonra itiraf edeceğim. Ne kadar geç kalınmış bir teşekkür!” 

Kerime Nadir’e teşekkür etmek için başka nedenler de var aslında. Örneğin, cesareti. 1917 yılında doğmuş birisi için romanlarında aşkı işleyiş tarzı oldukça cesaret gerektiren bir durumdur çünkü. Aşkın neredeyse bütünüyle gizli kapaklı yaşandığı bir toplumda ilk romanı olan Hıçkırık’ı yazmak; o romanda bir erkeği üvey ablasına delicesine aşık edip daha sonra da kızıyla evlendirmek; bütün bunları okuyucuyu hiç rahatsız etmeden başarmak ve bu romanı yayımlatmak için çaba harcamak cesurca değil mi? Nihayet 1937 yılında dönemin önemli gazetelerinden Tan, romanı yayımlamayı kabul eder. Yayımlar da. Ancak, çok uzun buldukları için kısaltarak. Kerime Nadir hiç hoşlanmaz bu durumdan ve doğruca gazeteye gider. Gazetenin ortaklarından Halil Lütfi’ye, “Kim yaptı bu gaddarlığı?”, diye sorar. Aldığı yanıt çok ilginçtir: “Nazım Hikmet.” 

Neyse! İşin bu yönü uzadıkça uzuyor. Biz Kerime Nadir’in orman ve ormancı sevgisine bakalım biraz da. Nereden mi anlıyoruz bu sevgiyi? Elbette O’nun “Aşk Hasreti”nden. Asistanlığımın ilk yıllarında okumuştum bu romanı. Bazı yerler aklımdan hiç çıkmamış. Kitaplıktan aldım, yeniden okudum ve bir kez daha hayretlere düştüm. Okumak isteyenler olabilir diye ayrıntılarına girmeyeceğim; ancak, orman ve ormancı bu kadar mı güzel anlatılır! 

Tipik bir aşk romandır bu. Esas oğlanla sevdiği kız bir araya gelemez bir türlü. Oğlan kızın ağabeyiyle aynı okulda okur, ormancı olur ve taşraya gider. Yıllar sonra kızla oğlan taşrada, bir orman işletmesinde yeniden buluşurlar ve olaylar akar gider.  

İşte bu bölümlerde Kerime Nadir’in ormanı ne kadar çok sevdiğini açıkça görürüz. Örneğin, kıza şöyle söyletir romanda: “Ormanları öyle çok, o kadar çok seviyorum ki! Hakikatten bu sınırsız yeşil kubbeler altında yaşamak ne büyük mutluluk!” Yalnızca bu mu? Yeni kurulan bir işletme hakkında verdiği bilgiler, çıkan orman yangınını ve yangını söndürme çabalarını adeta bir ormancıymış gibi anlatışı ve daha neler neler… 

Ben daha fazlasını anlatmayayım. Gerisini siz keşfedin. Nasıl mı? Doğan Kitap Kerime Nadir romanlarını yeniden yayımlamaya başladı. Doğru kitapçılara!

Spor Kültürü ve Bisiklet


Spor Kültürü ve Bisiklet

 Dr. Cihan ERDÖNMEZ

“Bir tur bineyim mi?” 

Çocukluğumun yazlarında en çok duyduğum cümlelerden biriydi. Bisikleti olmayanlar, olanlara yalvarırcasına sorarlardı, “Bir tur bineyim mi?” 

İnsanlık tarihinin en önemli icatlarından biri olan tekerlek ve o icadın en çevreci dönüşümü; bisiklet. Çocukluk hayallerimizin süsü, en baştan çıkarıcı karne hediyesi! 

Dikkat ederseniz hala görürsünüz sokak aralarındaki bisikletli çocukların gözlerindeki ışıltıyı ve duyarsınız olmayanların iç burkan yalvarışlarını, “Bir tur bineyim mi?” 

Oysa ben size şimdi başka bir soru sormak istiyorum yalvarırcasına, “Bir tur izleyelim mi?” 

“Ne turu?” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Biliyorum, garip gelecek. Biliyorum, bizlere spor diye yutturulan futbol çılgınlığının beyinlerimizde yarattığı uyuşukluk nedeniyle algılamak zor olacak. Biliyorum, “Bu da nereden çıktı ve bu sayfada işi ne?”, diyeceksiniz. Ama ben yine de sormak istiyorum, “Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turu’nu izleyelim mi?” 

Ne yazık ki, bu satırları okuduğunuzda bu sene 46.sı düzenlenen tur tamamlanmış olacak[1]. Zararı yok, seneye 47.si var, önümüzdeki aylarda İtalya Bisiklet Turu var, İspanya Bisiklet Turu var ve bisiklet sporunun zirvesi sayılan Fransa Bisiklet Turu var. Yeter ki spor kültürünün gerçek dünyasının kapılarını aralamaya niyetlenelim. Yeter ki spor denen şeyin futboldan ibaret olmadığını hatırlayalım. Gerisi kolay… 

Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turu’na bu sene hepsi üst düzey olan dördü profesyonel takım, 10’u profesyonel kıta takımı ve biri ulusal takım (Türkiye) olmak üzere toplam 15 takımdan 148 sporcu katıldı. 11 Nisan’da İstanbul Prologu ile başlayan turda sırasıyla Kuşadası-Turgutreis, Bodrum-Marmaris, Marmaris-Pamukkale, Denizli-Fethiye, Fethiye-Finike, Finike-Antalya ve Antalya-Alanya etapları koşuldu. Etapların toplam mesafesi 1256,8 km olan ve 18 Nisan’da tamamlanan turu ISD takımının İtalyan bisikletçisi Giovanni Visconti kazandı. 

Turun bütün etaplarını TRT canlı yayımladı, ancak canlı yayın yapan tek TV kanalı değildi. Avrupa’nın en büyük ve gerçek spor kanalı olan Eurosport da bu eşsiz sportif mücadeleye her gün üç saate yakın, canlı yayınla yer verdi. Yer çekimlerinde sporcuların alınlarındaki ter zerreciklerinden yol kenarlarındaki bahar çiçeklerine kadar her şey vardı. Takımların kendi sporcularını bitiş çizgisine en önde getirmek için sergiledikleri muhteşem taktik mücadele, tırmanışlarda sıklaşan ve güçlenen soluklar, inişlerdeki özgürlük hissi ve bitiş öncesi atılan sprintler tüm detaylarıyla odalarımıza taşındı. Ya helikopter çekimleri? Seyrine doyum olmayan koylar, dağlar, ormanlar, masmavi deniz, kumsallar yalnızca bizleri değil milyonlarca Avrupalıyı günlük sıkıntılardan alıp bambaşka bir aleme taşımadı mı? 

Avrupalıları belki ama çok küçük bir azınlık dışında bizleri asla. Çünkü Türk spor kamuoyunun o hafta çözmeye çalıştığı konu, anlı şanlı spor(!?) kulüplerimizden birinin başkanının futbol federasyonu başkanına gönderdiği telefon mesajında küfür olup olmadığıydı. Gazeteler günlerce bunu yazıyor, spor programları bu konuya ayrılıyor, sokaktaki insan bunu tartışıyor ve Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turu ise spor sayfalarının sonlarında ve en dip sütunlarda birkaç cümleden oluşan basit bir haber olarak geçiştiriliyordu. Buna rağmen, bir avuç insan bu üst düzey spor organizasyonunun sorun yaşanmadan tamamlanması ve önümüzdeki yıl, bu yıl ulaştığı uluslararası düzeyden daha yükseklere taşınması için gecesini gündüzüne katarak çabalıyorsa, bizlere karamsar olmamak düşüyordu. 

Spor insanlık kültürünün aydınlık semalarından biriyse eğer, bisiklet de o semanın en parlak yıldızlarından. Hala bir bisikletiniz yoksa hemen bir tane alın. Dağ bisikleti, yol bisikleti, şehir bisikleti, üç tekerlekli ya da tandem (çift kişilik), fark etmez. Başınızda bir kask, ellerinizde eldiven ve bir su matarası. Atın kendinizi doğanın kucağına. Bisikletiniz ve siz, hepsi bu. 

Bir de, yolda bir çocuk önünüze çıkıp, “Bir tur bineyim mi?”, derse, verin binsin. Kim bilir, günün birinde Fransa Bisiklet Turu’nda sarı mayoyu[2] giyen o olur.



[1] Detaylı bilgi için: www.tourofturkey.org
[2] Fransa Bisiklet Turu’nda, o ana kadarki genel sıralamada birinci durumda olan sporcunun giydiği mayo sarı renktedir ve o mayoyu yalnızca bir sporcu giyebilir. Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turu’nda ise bu mayonun rengi turkuazdır.

Sipsiden Vuvuzelaya


Sipsiden Vuvuzelaya Yerel Kültür

Dr. Cihan ERDÖNMEZ 

Ailemle birlikte İstanbul’a taşındığımızda yedi yaşındaydım. Çocukluğumun ilk yılları güzel bir Karadeniz köyünde geçti. O döneme ilişkin hatırlayabildiğim sınırlı şeyler arasında iki ağabeyimle birlikte söğüt dallarından sipsi yapışımız gelir. Bana o zamanlar bir oyuncak gibi görünen bu küçük nesnenin Türk kültüründe önemli bir yeri olduğunu daha sonraları öğrendim. Nefesli (üflemeli) çalgılar grubunda yer alan bu enstrüman Türk Halk Müziğinin önemli unsurlarından biri. Tıpkı mey, kaval ya da zurna gibi. 

Güney Afrika’da düzenlenen ve İspanya’nın zaferiyle tamamlanan Dünya Futbol Şampiyonasına damgasını vuran olaylardan biri de vuvuzela çılgınlığı oldu kuşkusuz. Bazen sabrımızı zorlayan dayanılmaz bir gürültü kaynağı olarak algıladık vuvuzelayı. Derken ülkemiz dahil dünyanın dört bir yanında plastik vuvuzelalar satılmaya, sokaklarda çocuklar vuvuzelalar öttürmeye başladı. Nefretimiz bir kat daha arttı! 

Ne yazık ki, çok çok azımız nefret ettiğimiz bu aracın kültürel bir değer olduğunun farkına varabildik. Çünkü vuvuzelalar Güney Afrika’daki yerli kabilelerin yüzyıllardır, çoğunlukla haberleşmek amacıyla kullandıkları önemli bir araçtı. Lepatata diye de adlandırılan, Güney Afrika Zurnası da denilen bu aletin aslında Kudu adı verilen bir Antilop türünün kemiklerinden yapıldığını; etimolojik olarak ise Zulu dilindeki Vuvu sözcüğünden geldiğini ve bu sözcüğün gürültü demek olduğunu pek kimse bilmiyordu. 

Vuvuzelanın futbol statlarında kullanılmaya başlanması ise oldukça yeni sayılır. Amacının dışında kullanıldığı ve zaten pek temiz sayılamayacak futbol kültürüne bulaştığı için oldukça şanssız bir kültürel değer olduğunu söylemek yanıltıcı olmasa gerek. 

Çocukluğumun köyde geçen kısmına ilişkin hatırladığım bir başka kesit de oldukça kırıcı geçen oba (mahalle) maçlarıdır. Aşağı ve yukarı olmak üzere iki obası olan köyümüzde sık sık çekişmeli futbol maçları oynanırdı. Bu maçlarda belli yaşın üstündekiler oynayabilir, ben ve benim gibi küçükler ise ancak izleyici olabilirdik. Fakat boş durduğumuzu sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Biz de, söğüt dallarından yaptığımız sipsilerle tuttuğumuz obanın lehine (ben yukarı obalıydım) tempo tutar ve şarkılar söylerdik. Küfür etmek aklımızdan bile geçmezdi. Şimdi düşünüyorum da, günümüzde futbol statlarını dolduran binlerce insan, anlamsız şarkılar söyleyip küfür etmek yerine bir şeyler çalsaydı daha iyi olmaz mıydı? Yanıtınızı duyar gibi oluyorum: 

Vuvuzelaya bile razıyız!

Ormanda Bir Ağaç Devrilse Kimse Duyar mı?


Ormanda Bir Ağaç Devrilse…[1]

 Dr. Cihan ERDÖNMEZ

Filozof George Berkeley 1734 yılında yazdığı “İnsan Bilgisinin Temelleri Üzerine Bir İnceleme”[2] adlı çalışmasında şöyle diyor:

“Benim için, hiç kimsenin algılamadığı, örneğin bir parktaki ağaçları hayal etmekten daha kolay bir şey bulunmamaktadır… Nesnelerin varlığı algılandıkları sürece söz konusudur. Bundan dolayı, bir parktaki ağaçlar algılayan birileri olduğu sürece vardırlar.” 

Berkeley’in bu yaklaşımı The Chautauquan[3] dergisinin Haziran 1883 sayısında, bu kez bir soru olarak karşımıza çıkıyor: “İnsan yaşamayan bir adada bir ağaç devrilse ses olur mu?” Ardından yanıt geliyor: “Hayır. Ses hava ya da diğer araçlarla etkinleşen ve kulak aracılığıyla gerçekleşen bir algılamadır.” 

Felsefi açıdan ele alınan bu konuya bilim dünyasının el atması da gecikmemiş ve Scientific American dergisinin 5 Nisan 1884 tarihli sayısı teknik bir analiz yaparak yukarıdaki soruya şu şekilde bir yanıt vermiştir: “Ses, kulak mekanizmasıyla algılarımıza taşınan ve ancak sinir merkezinde ses olarak tanımlanan bir titreşimdir. Bir ağacın devrilmesi ya da başka türden bir bozulma havada bir titreşim yaratır. Bunu duyacak bir kulak yoksa ses de yoktur.” 

Günümüzde de devam ede gelen tartışmaların kaynağı ise 1910 yılında Charles Riborg Mann ve George Ransom Twiss adlı iki fizikçi tarafından yazılan Fizik kitabıdır. Kitabın pek çok sınav sorusu arasında yukarıdakine benzer bir soru da yer almaktadır: “Issız bir ormanda bir ağaç devrilse ve civarda duyabilecek hiçbir hayvan olmasa ses olur mu? Neden?” 

Oldukça karmaşık görünen bu konu metafizik dünyasında peşi peşine benzer ve net bir şekilde yanıtlanamayan soruların sorulmasına yol açmıştır. Birkaç örnek vermek gerekirse: 

·         Algılanmayan bir şey var olabilir mi?
·         Gözlemleyemediğimiz dünyayı gözlemleyebildiğimizle aynı kabul edebilir miyiz?
·         Olanla görünen arasındaki fark nedir? 

Gelelim bizim konumuza. Bunca şeyi, kuşkusuz, sizleri bu karmaşık tartışmanın içine çekmek için yazmadım. Tartışmak isteyenlere bütün kapılar açık elbette. Benim size aktarmak istediğim, bu soruya sanat dünyasının verdiği oldukça net yanıt. Fiziğin ötesi ve berisi tartışadursun, biz Bruce Cockburn’ün verdiği eşsiz yanıta bakalım. 

Bruce Cockburn[4] Kanadalı bir sanatçı. Müzik yapıyor. Gitar çalıyor, şarkı söylüyor. Savaş karşıtı ve çevre dostu. 1988 yılında çıkardığı albümün adı “Big Circumstance” yani “Büyük Koşul”. Bu albümün ilk ve hit şarkısının adı ise “If A Tree Falls” yani “Bir Ağaç Devrilirse”. Albümün sonunda şarkının bir de akustik formatı yer alıyor.  

Ne diyor Cockburn şarkıda? İşte en zor kısım bu: İngilizce bir şarkının sözlerini Türkçeye çevirmek. Sağlıklı ve profesyonel bir çeviriye ulaşmak olanaklı olmadığından, aşağıdaki amatör çevirimle idare etmek zorunda kalacaksınız. Sanırım, estetikten çok anlama yoğunlaşırsanız daha iyi olacaktır: 

Bir Ağaç Devrilirse 

Yağmur ormanı
Buğulu ve gizemli
Bereketli yeşillik
Yeşil beyinler kafa tutan labotomiye
İklim kontrol merkezi dünyanın
Ortak yaşamın antik bağı
Açgözlü ve asalak dolandırıcıların tutsak ettiği
Sarawak’tan Amazonlar’a
Kosta Rika’dan tarihi tepelere
Devrilen ağaçların tören ritmi. 

Bu yeni çöllerde ne tür bir para büyür,
Bu yeni tür taşkın düzlüklerde? 

Ormanda bir ağaç devrilse kimse duyar mı?
Ormanda bir ağaç devrilse kimse duyar mı?
Ormanın devrildiğini duyan biri var mı?



Kes ve taşı
Kes ve taşı
Ağaçları yok et
Yok et yabanıllığı
Her yeni gün binlerce tür
Yok et insanları
Burada yaşayan yüz bin yıldır.
Boşaltın milyonlarca burgeri, biftek ayarında
Ağaç yiyiciler, metan dağıtıcılar. 

İncelen ozon boyunca
Dalgalanıyor yaşlı dünya üstünde yok oluş
Yerçekimi, ışık, yıldızların antik direnişi
Bir boğulmadan gelen sesleniş
Fakat bu, bu farklı bir şey.
Meşgul canavarlar yiyor kara delikleri tinsel dünyada
Yabanın gitmek zorunda olduğu yerde
Yok olmaya
Daima. 

Ormanda bir ağaç devrilse kimse duyar mı?
Ormanda bir ağaç devrilse kimse duyar mı?
Ormanın devrildiğini duyan biri var mı? 

Earth Day Canada örgütünün Bruce Cockburn’e çevreye dönük 30 yılı aşan çalışmaları ve özellikle de bu şarkısı için çevre ödülü verdiğini, bu şarkı için çekilen klipin video paylaşım sitelerinde yer aldığını ve mutlaka izlenmesi gerektiğini de hatırlatmakta yarar var. 

Evet, sanatın yanıtı bu! Böylece insanlığın aydınlık yüzlerinden birini daha dile getirdik. İzninizle bir soruyla bağlayalım: Cockburn’ün soruymuş gibi verdiği yanıta ne dersiniz? Hangi yanıt mı? 

Ormanın devrildiğini duyan biri var mı?



[1] Bu yazının hazırlanmasında Wikipedia’dan geniş ölçüde yararlanılmıştır. Detaylı bilgi için http://en.wikipedia.org adresi ziyaret edilebilir.
[2] Özgün adı “A Treatise Concerning the Principles of Human Knowledge”dir.
[3] Chautaqua ABD’de Kansas Eyaletinde bir şehir adıdır.
[4] Sanatçı hakkında ayrıntılı bilgiye www.brucecockburn.com adresinden ulaşılabilir.

İstanbul'un Atlı Tramvayları


İstanbul’un Atlı Tramvayları

 Dr. Cihan ERDÖNMEZ

Atları sever misiniz? Sanırım sevmeyen yoktur. İnsanlığa en az beş bin yıldır hizmet eden bu muhteşem hayvanlar hakkında bilmediğimiz o kadar çok şey var ki. 

Çocukluğumda, büyüdüğüm sokaklarda ayı oynatılırdı. Sonra doğru bir kararla yasaklandı. Şimdi ise anneler ve babalar çocuklarını hafta sonları götürdükleri piknik yerlerinde kaburgaları sayılan atlara bindirerek eğlendiriyorlar. Bir de at yarışı izlemek için hipodromlara doluşan kalabalıklar var. Horoz dövüştürmek yasak da at yarıştırmak neden serbest anlayabilmiş değilim. Üstelik yüce Atatürk adına düzenlenen Gazi Koşusu bile var. 

Yine çocukluğumda izlediğim kovboy filmlerinde kovboylardan çok atları izlediğimi hatırlıyorum. Elbette Red Kit’in Düldül’ünü de unutmam olanaklı değil. Atların tarımda ve insan taşıma amacıyla kullanılması bir kenarda tutulursa, en yaygın yararlanma noktalarından birisinin de askeri alanlar olduğu rahatlıkla görülebilir.  Tankçı bir asteğmen olarak askerliğimi yaparken tankçı sınıfına İngilizcede “cavalary” denildiğini ve bunun da aynı zamanda süvari, yani atlı asker anlamına geldiğini öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Bu, günümüzün hırçın savaş araçları olan tankların bir anlamda eskiden atların gördüğü görevi yerine getirdiği anlamına geliyordu. 

Amerikan sinema endüstrisi bize posta arabaları yoluyla atların şehirlerarası insan taşımacılığında kullanıldığını öğretmişti. Fakat ne yazık ki, Avrupa ve Türk sinemasından böyle bir sahne hatırlamıyorum ki, şehir içi insan taşımacılığında atlı tramvayların kullanıldığı bir dönemin var olduğunu, elime yeni geçen bir kitap aracılığıyla öğrenme şansını yakaladım[1]. Prof. Dr. Vahdettin Engin tarafından kaleme alınan ve İstanbul Ticaret Odası tarafından yayımlanan bu mükemmel eserin adı “İstanbul’un Atlı ve Elektrikli Tramvayları”. 

Sayfaları arasında rahatlıkla kaybolabileceğiniz nitelikteki bu eserin her bir bölümünde hayranlık ve şaşkınlık uyandırıcı yeni bir şeyler öğrenmeniz olağan bir durum. Beni en çok şaşırtan konuyu ise, okuma fırsatı bulamayanlar olacağı için, sizlerle paylaşmak istiyorum. Konu, atların ilk defa şehir içi toplu taşımacılığında kullanılması. Gelin gerisini eserden olduğu gibi alalım: 

“Omnibüs atlar tarafından çekilen ve toplu taşımacılık amacıyla kullanılan büyük arabalara verilen isimdir. İlk omnibüs Fransa’nın Nantes şehrinde 1825 yılında Stanislas Baudry isimli müteşebbis tarafından kullanılmıştır. Şehrin biraz dışında hamamı olan Baudry, müşterilerin gelmediğini görünce şehir merkezinden hamama kadar bedava omnibüs servisi koymuştur. Bu sistem işe yaramakla beraber giderek farklı bir boyut kazanmıştır. Omnibüs şehir merkezinden dolu kalkmakta ama hamamda aynı sayıda müşteri olmamaktadır. Yani müşteriler omnibüsü seyahat amaçlı kullanmakta ama hamama gitmemektedirler. Bunu fark eden Baudry, bu defa hamamı kapatıp Nantes şehrinde omnibüs seferleri düzenlemeye başlamıştır.” 

İlginç geldiyse ve daha fazlasını merak ediyorsanız bu eseri mutlaka edinmeli ve okumalısınız. Yalnızca Prof. Engin’in önsözüne olduğu gibi almayı tercih ettiği Attila İlhan’ın tramvaylar üzerine yazısını okumak için bile. Hele üçüncü köprü meraklılarının böylesine çoğaldığı bir dönemde…



[1] Bu arada, Türk edebiyatının köşe taşlarından biri olan Recaizade Mahmut Ekrem’in “Araba Sevdası” adlı romanının temasının gerçekten de araba sevdası olduğunu; ancak bunun bir at arabası olduğunu hatırlamak da yarar var.

İncir Ağacı Üzerine


İNCİR AĞACI ÜZERİNE ÇAĞRIŞIMLAR
Dr. Cihan ERDÖNMEZ
Bundan önce oturduğum evin bahçesinde iki koca incir ağacı vardı. Sıcak yaz günlerinde bu iki ağacın arasında kurduğum hamakta uzanıp hayaller kurmak adeta gençleştirici bir etkiye sahipti. Ne yazık ki o zamanlar bunun değerini tam olarak anlayamamış olmalıyım.
Geçenlerde çok sevdiğim bir dostumla bunun üzerine konuşuyorduk. Bana Necip Fazıl’ın “Bir Adam Yaratmak” adlı oyununu okuyup okumadığımı sordu. Okumamıştım.
Biraz da utanarak itiraf etmem gerekir ki, ben ve sanırım benim gibi pek çok kişi Necip Fazıl’a, özellikle Nazım Hikmet’le giriştiği polemikten dolayı olumsuz tavır aldık. Onun edebiyatçı kişiliğini göz ardı etmek gibi bir hatanın içine düştük.
Genellikle şiirleri ve oyunları, kısmen de öykü ve romanları ile tanınan Fazıl’ın şu dizelerini sizlerle paylaşmış olmak özür yerine geçer mi bilmem:
Beklenen
Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar,
Ne de şeytan bir günahı,
Seni beklediğim kadar.



Geçti, istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni;
Bırak vehmimde gölgeni,
Gelme artık neye yarar.

                                               1937 (Sonsuzluk Kervanı) 

Necip Fazıl’ın edebiyatçı kişiliği hakkında detaylı bilgi almak için pek çok eser bulmak olanaklı.[1] Bu yazının amacı elbette farklı; İlk defa Muhsin Ertuğrul tarafından 1937-1938 döneminde İstanbul Şehir Tiyatrolarında sahnelenen[2] ve başrolünü yine Muhsin Ertuğrul’un oynadığı “Bir Adam Yaratmak”tan söz etmek istiyorum sizlere. 

Oyun, babasını evlerinin bahçesindeki incir ağacına asmış bir oyun yazarının (Husrev) etrafında dönüyor. Daha sekiz yaşındayken başından geçen bu travmatik olayın etkisinden kurtulamayan kahramanımız, kendisini ve yaşadıklarını kaleme aldığı oyunla tüm topluma aktarıyor adeta. 

Necip Fazıl bu oyununda bir yandan felsefi boyutlar içeren tartışmaların içerisine girerken diğer yandan da insan ruhunun derinliklerine inmeye çalışıyor, dönemin koşulları ölçüsünde elbette. Okumak isteyenler için çok fazla ayrıntıya girmemeye özen göstererek, oyunun kadın-erkek ilişkileri açısından da önemli mesajlar içerdiğini ve toplumsal taşlama sınırlarına dayandığını hatırlatmakta yarar var. 

Beni en çok düşündüren konu, Fazıl’ın koca bir oyunu neden bir incir ağacının çevresinde şekillendirmeyi tercih etmiş olduğu. Ve neden incir ağacı? Hele oyunun sonunda bütün bunları neden yaptığını soran annesine kahramanın (Husrev’in) verdiği, bence edebiyat tarihine damga vuracak nitelikteki unutulmaz yanıtı düşününce; 

“Ne yapayım anne, (babasının kendisini astığı ağacı kast ederek) kestiniz incir ağacımı…” 

Sanırım hepimiz incir ağacı ile kültürümüz arasında bir takım bağları rahatlıkla kurabiliriz. En azından yazıyı buraya kadar okumak konusunda dirayet gösteren hemen herkesin aklına “Ocağına incir ağacı dikmek” deyimi mutlaka gelmiştir. 

Dendroloji derslerinde incir ağacı anlatılmış mıydı, doğrusu hatırlayamadım. Ancak yaşam deneyimlerim bana incirin ne kadar kanaatkar ve dayanıklı bir tür olduğunu göstermeye yetti. Özellikle bahçemizi düzenlemeye çalıştığımız sıralarda sağdan soldan çıkan incir köklerinin, bu ağacın yaşama tutunma azmi konusunda yeterince fikir verdiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Her ne kadar olgunlaşan ve bizim uzanamadığımız meyvelerinin çimlere düşmesi ve temizlemesinin hayli zor olmasından dolayı söylenmelerim hala zihnimde yer ediyor olsa da, aynı meyvelerin yaz aylarında kuşların temel besin kaynağı olduğunu hatırladıkça, bu iki güzel ağacı bahçeye diken babama hayır duası etmenin unutulmaması gereken bir görev olduğunu düşünüyorum. 

Sevgili dostum Sezgin (Özden) yazıyı hazırlamam için beni uyardığında, bu satırların büyük bir bölümü çoktan kafamda yazılmıştı. Kaderin cilvesi mi demeli bilemiyorum; tam da aynı günlerde bir başka dostumun önerisiyle güzel (tek başına güzel yetersiz kaldı; çok çok güzel, hatta harikulade) bir Türk filmi izleme şansını da yakaladım. İnsanı sımsıkı saran, insan olduğu için umutlandıran ve yaşamdan mutluluk duyması için hala bazı nedenlerin var olduğu konusunda ikna eden bir film. İzledikten sonra DVD satışlarında en çok tercih edilenler listesinde başta olduğunu fark ettiğim bu filmin adı “İncir Reçeli”. Yalnızca rastlantı deyip geçiştirmeli mi bilmiyorum ama yoğun biçimde eski evimin bahçesindeki incir ağaçları arasında hamak kurup sallanmak istiyorum. Bir de hakkıyla yapılmış bir kavanoz incir reçeli bulursam…



[1] Kenan Akyüz’ün kaleme aldığı “Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi” (İnkılap Yayınları) ve Hulusi Geçgel’in kaleme aldığı “Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı” (Anı Yayınları) bu kapsamda değerlendirilebilir.
[2] Yanılmıyorsam 2000’li yıllarda yine İstanbul Şehir Tiyatroları tarafından sahnelenmişti.

İklim Değişikliği Sergisi


ÖNCE İKLİMİ DEĞİŞTİRDİK, ŞİMDİ SERGİSİNİ YAPTIK
Dr. Cihan ERDÖNMEZ
Beşikteki çocuğun bile küresel iklim değişiminden haberdar olduğu, havalar biraz sıcak gittiğinde “Gerçekten küresel ısınma var abi…” ya da biraz serin gittiğinde ise “Hani dünya ısınıyordu ya…” gibi cümleleri sıkça duyduğumuz bir çağ bizimkisi. Sanırım hepimizin gözünde canlanan ilk sahne bununla ilgili olarak, eriyen koca buz dağlarının denizlere akışı ya da yine eriyen buz parçalarının birinden diğerine atlayan kutup ayısının çaresizliği. İşin tuhaf tarafı, bu sahneler, sanırım, konuyu bizden uzak, bizimle alakasız bir duruma sokmaktan başka bir işe de yaramıyor. Belki de bu nedenle “Bi şey olmaz”cılar hala çoğunlukta.
Bırakalım onlar çoğunlukta olsun –ki, zaten her zaman her konuda azınlıkta kalmıyor muyuz çoğunlukla?- bir kısım azınlık bir şeyler yapma azminden çokça kaybetmiyor olsa gerek, Küresel İklim Değişimi Sergisini görme şerefine de nail olduk bu kısa ömrümüzde. Sizler de mutlaka gazete ve TV haberlerinde görmüş, internette takip etmiş ya da kim bilir belki de gidip gezmişsinizdir.
Ben de, sevgili halkım terör, deprem, beceriksizlik, basiretsizlik ve utanmazlık karşısında ne yapacağını bilemez bir halde kıvranırken, çok sevgili dostum Murat Şentürk’le beraber bu sergiyi ziyaret etmek üzere yola koyuldum. Kavacık’tan Santral İstanbul’a (İstanbul’u bilenler için Silahtarağa, Haliç’in kuzey ucu) varmak için gitmemiz gereken yaklaşık 20 km yolu, canım İstanbul’un eşsiz trafiğinde yavaş yavaş kat ederken aklım, doğrusunu söylemek gerekirse, küresel iklim değişikliğinden çok “Ne olacak bu İstanbul’un hali…” yörüngesindeydi. Neyse ki vardık da bu dipsiz kuyudan çıkma şansına sahip oldum.
Santral İstanbul, bilenler için tekrar olacaktır belki ama, İstanbul Bilgi Üniversitesinin üç ana kampusundan biri ve sanırım en büyüğüdür. Adının Santral İstanbul olmasının nedeni ise bu güzel kampusun eskiden elektrik üretmek amacıyla kurulmuş olan bir santral arazisinin üzerine kurulmuş olmasıdır. Hatta santral binaları (hepsi midir bilmiyorum) hala orada durmakta ve farklı amaçlarla (örneğin merkez kütüphane) kullanılmaktadır. İşte hedefimizdeki sergi, bir sergi merkezi olarak restore edilmiş olan bu eski santral binalarından birinde yer almaktadır. Sergiyi hazırlayan Amerikan Doğal Tarih Müzesi yetkilileri kırk yıl düşünseler bu sergi için daha uygun bir mekan bulamazlardı herhalde.
Bu ironik durumun yarattığı enteresan ruh haliyle biletlerimizi alıp güvenlikten geçerken, kapıda duran görevlinin son derece insancıl ve yardımsever bir tavırla söylemiş olduğu şu cümle ile yaşadığım ikinci şok beni kendime getirdi sanırım; “Sergi birinci katta, solda asansörle çıkabilirsiniz!!!”
Elbette birinci kattaki sergiye asansörle çıkmadım, asansörlü bir apartmanın dördüncü katındaki evime bile asansörle çıkmayan birisi olarak (bu övgüyü kendi kendime yapmayı hak ediyorum galiba). Daha sonradan sekiz bölümden oluştuğunu anladığım serginin birinci bölümüne yavaş adımlarla ilerledim. Bu bölüm dev bir illüstrasyonun egemenliğinde görünüyordu. İnsanoğlunun tarihsel süreçte atmosfere yaydığı sera gazlarındaki artışı bir ışık grafik ile aktaran bu illüstrasyon, hepimizin bildiği bir çizgi grafiğin biraz süslüce ve devasa formundan başka bir şey değildi özünde.
İkinci bölümde dev bir ekran vardı ve bu ekranda altyazı ile Türkçeleştirilmiş bir belgesel dönüyordu. Çok fazla izlemedim, ama herhalde iklim değişiminden söz ediyordu.
Üçüncü bölüm biraz daha aktif katılımlı parçalara sahipti. Evde, işte, yolda yapabileceklerimizle karbon ayak izimizi nasıl küçültebileceğimizi anlatmaya çalışan bu bölümde, yaparım dediğiniz alanda düğmeye basarak sayacı bir artırmanızın olanaklı olduğu mutluluk alanları da tasarlanmıştı. Ne tuhaf ki bütün sayaçlar dört binli sayıları gösteriyordu. Bu, serginin o ana kadar ki toplam ziyaretçi sayısı olsa gerek.
Bundan sonraki dört bölüm değişen iklimin değiştirdiği dünya üzerineydi ki, bunlardan ilki değişen atmosferi anlatıyordu. Bu bölüm dünyayı simgeleyen bir kürenin üzerinde ışık oyunları ile oluşturulmuş bir simülasyonla atmosferik hareketlerin kolay anlaşılır hale getirilmiş bir canlandırmasını da içermekteydi.  Ardından değişen buz, değişen okyanus ve değişen kara bölümleri benzer içeriklerle sıralanmaktaydı. Serginin son bölümü ise yeni enerji geleceği adıyla, gelecekte enerji üretim ve kullanımı konusunda izlenmesi gerekenler üzerine kurgulanmıştı.
Sergiyi gezerken, bunun ziyaretçiler üzerinde nasıl bir etkisi olabileceğini düşünüp durdum. Birileri buraya geliyorsa eğer, onlar zaten bu konuda hassas kişiler olmalıydı. Ancak, sanırım sorgulanması gereken şey, hassasiyetin eyleme dönüşüp dönüşmemesi olmalı. Örneğin, ben; üç kişilik ailemizin mütevazı evinden her gün iki farklı araba hareket ediyor ve her akşam geri geliyor.  Ya da arkadaşım Murat; her gün Beylikdüzü’nden Kavacık’a 2000cc motor kapasiteli otomatik vitesli bir cip ile gelip gidiyor. Acaba ziyaretçilerin geneli bizim gibi hassas insanlardan mı oluşuyordu?
Yaşamımızda “küresel” sözcüğü ile başlayan ne kadar çok şey oldu. Küresel köy, küresel ekonomi, küresel kriz… Küresel iklim değişimi de bunlardan biri. Bakalım onunla yaşamayı mı öğreneceğiz yoksa o bize nasıl yaşamamız gerektiğini mi öğretecek? Tabii, bir de en kötü senaryo var. Kimsenin bir şey öğrenmeye fırsatının kalmaması. Küresel bir felaketle, yaşamın değilse bile insanlığın sonunun gelmesi.
Sizi korkutmuş olmayayım; insanlığının sonuna bir miktar daha olmalı. Ama sergiyi ziyaret etmek ve dünya için bir şeyler yapmaya başlamak istiyorsanız eğer, 15 Ocak 2012 ajandanızda işaretleyebileceğiniz son gün.  

Blue Morpho


Mavi Kelebeğin İzinde
Dr. Cihan ERDÖNMEZ
İşte yine bahar!
Ilık ve yağmurlu bir havada yürüyüş yapmaktan daha keyifli ne olabilir? Hele bir de sevdiklerinizle birlikteyseniz.
Bahar insanda pek çok çağrışım yaratır. Güneş, yeşil, çiçekler, aşk… Ve tabii kelebekler.
Kelebekler bahar ve yaz aylarının vazgeçilmez süslerindendir. Çeşit çeşit formları ve rengarenk kanatları ile öylesine güzellerdir ki onlarsız bir doğa betimlemesi neredeyse olanaksızlaşır. Hal böyleyken, doğaya bakmayı unutmak Türk edebiyatının kronik rahatsızlıklarından biri olduğundan belki de, örneğin Türk şiirinde kelebek temasına, bildiğim kadarıyla, nadiren rastlarız. Aklıma gelen sayılı örneklerden biri Özdemir Asaf’ın Kelebek adlı şiiridir. Usta, sanırım bu zarif hayvanların kısa ömürlerine gönderme yaparak şöyle demektedir:
Son isteğin nedir?
Sorusu,
Çok, çok kolaydır,
İlk isteğin nedir?
Sorusundan. 

Çünkü,
O soruyu
Kimse kimseye soramadı,
Korkusundan. 

Batı sanatı doğayla ve doğada var olanlarla dengeli ilişkisini kelebeklerle etkileşiminde de göstermektedir. Burada ilk aklıma gelen, kuşku yok, Henri Charriére’in Kelebek adını taşıyan ve yazarın yaşanmış hikayesini anlatan romanıdır. Bu romanın Franklin J. Schaffner’in yönetmenliğinde 1973 yılında sinamaya aktarıldığını, bu filmde Steve McQueen ve Dustin Hoffman’ın oyunculuklarını ayrıca anmak gerektiğini hatırlamakta yarar var. 25 yaşında haksız bir nedenle mahkum olarak Fransız Guyanası’na gönderilen Kelebek’in buradan kaçış öyküsünü ve sonrasında yaşananları anlatır roman ve film. 1980’li yılların sonunda okuduğum bu romanı kitapçılarda bulmak mümkün olamasa da filme raflarda hala rastlanabildiğini belirtmek isterim. 

Kelebek denilince akla gelmesi gereken bir diğer sanat eseri yine bir sinema filmi. “Mavi Kelebek” adını taşıyan bu film 2004 Kanada yapımı. Pete Mc Cormack tarafından kaleme alınan ve müziklerini Stephan Endelman’ın yaptığı filmin yönetmeni Léa Pool. Film David Merenger isimli Kanadalı bir çocuğun başından geçen gerçek olayları konu alıyor. 

David 16 Ağustos 1981 tarihinde Kanada’nın Quebec eyaletinde Coteau du Lac’ta doğmuştur. Altı yaşında beyin kanseri teşhisi konulan David için doktorlar çok kısa bir yaşam süresi kaldığını tahmin etmektedirler. 

David’in en büyük hayali ölmeden önce yalnızca Güney Amerika’da sınırlı bir bölgede görülebilen “Mavi Kelebek”i görmek ve mümkünse yakalamaktır. 1988 yılında “Çocukların İsteği Vakfı” (Children’s Wish Foundation) David’in bu hayalini gerçekleştirme kararı alır. Vakfın yardımlarıyla, David entomolog George Brossard ile birlikte Meksika’ya uçar. Hastalığı nedeniyle bünyesi oldukça zayıf düşmüş olan David, Brossard’ın yardımlarıyla büyük hayalini gerçekleştirerek mavi kelebeği görmeyi ve hatta yakalamayı başarır. 

Bu güzel hikaye, elbette burada sona ermemektedir. David Kanada’ya geri döner. Sağlık kontrolleri yavaş yavaş gerçekleşen bir mucizeyi ortaya çıkarır. David’in kanseri gerilemektedir. Öyle ki, David 18 yaşından itibaren hiçbir ilaç kullanmak zorunda kalmaz. 

David yaşadığı bu mucizeden esinlenerek, amcasının da yardımıyla, okulları ve hastaneleri dolaşarak inanç ve azimle mucizelerin gerçekleşebileceği düşüncesini yaymaya başlamış ve halen bu çalışmalarına devam etmektedir. 

2004 yılında gösterime giren filmde David’i (filmdeki adıyla Pete’i) Marc Donato, entomologu ise ünlü aktör William Hurt canlandırmaktadır. 

Kendinizi sık sık doğanın kışkırtıcı kucağına atma ihtiyacı duyacağınız bu aylarda kelebeklere özel bir ilgi göstermeyi ihmal etmeyin sakın. Onları izleyin. Ne kadar zarif ve kırılgan olduklarını göreceksiniz. Onları izlerken David’in öyküsünü ve yaşamın mucizelere daima açık olduğunu da aklınızın bir köşesinde tutun. Birgün hepimizin buna ihtiyacı olacaktır.

Hayat Ağacı


AĞAÇ, HAYAT VE HAYAT AĞACI

Dr. Cihan ERDÖNMEZ 

James Cameron’un yazıp yönettiği 2009 tarihli Avatar filmini hatırlayacaksınız. Günümüzden yaklaşık 200 yıl sonrasında geçiyordu. Dünyadaki kaynakları tüketmiş olan insanoğlunun bir türlü bitmeyen hırsları, onu bambaşka bir yıldız sistemindeki (Alpha Centauri) Pandora gezegenine götürmüştü. Bu gezegende çok değerli bir maden olan unobtanium bulunmaktaydı. Madenin çıkarılmasındaki tek engel ise bu gezegendeki farklı yaşam koşullarına uyum sağlamış Navi-İnsan hibridi canlılardı. Bir de onların tarafını tutan dünyalı insanlar. 

Filmi baştan sona gözünüzün önüne getirip en çok etkilendiğiniz sahnenin hangisi olduğunu hatırlamaya çalışın. Benim için bu sorunun yanıtı oldukça açık: Navilerin yaşamın kaynağı olarak baktıkları kutsal ağacın yıkılma anı. Yaşamın kaynağının; Hayat Ağacının sonu. 

Yaşamın kaynağının bir ağaçla sembolize edilmesi acaba Cameron’un aklına nereden geldi? Bunu bilmek zor. Ama, bildiğim bir şey var ki; yaşamın kaynağı bin yıllardır pek çok farklı kültür tarafından ağaç ya da ağaçlarla sembolize ediliyor. 

Beni bunları hatırlamaya yönelten etken Sunay Akın’ın çok kısa bir süre önce yayımlanan “Bir Çift Ayakkabı” adlı kitabı[1] oldu. Kitabın “Hayat Ağacının Gölgesinde Filizlenen İnsanlık ve Boyacı Sandıkları” adlı bölümündeki şu satırlar sanırım ne demek istediğimi daha iyi açıklayacaktır: 

“Ayakkabı boyacılarının sandıklarında görülen hayat ağacı, en eski Tanrıça idollerinden biridir. Varlığın ağaçtan gelmesi Orta Asya toplumlarının efsanelerinde çıkar karşımıza. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda, Osman Bey’in rüyasında gördüğü ağacın işaret olarak kabul edilmesi de, bu inancın sürmesinden başka bir şey değildir. Bir ağacı geometrik bir şekil olarak çizmeniz istense, karşınıza çıkacak şekil üçgendir. Eski Türk yazısında da, “kız” sözcüğünün yazılışı üçgen imiyle başlar. Anadolu’da muskaların üçgen biçiminde oluşunun nedeni de koruyan, doğuran, var eden hayat ağacı inancıdır.” 

Araştırmacı Deniz Sezgin de “Bitki Mitosları” adlı kitabının[2] “Hayat Ağacı” adlı bölümünde hayat ağacı inanışının farklı kültürlerdeki yansımalarına yer vermektedir. Yazara göre “Doğa dinlerinden tek tanrılı dinlere kadar pek çok inançta, hayat ağacı kavramı yer almaktadır. Bu ağaç yaşama ve var olma bilincinin bir sembolüdür.” Türk mitolojisinde hayat ağacının ne şekilde yer aldığını daha iyi anlayabilmek için adı geçen bölümün üç paragrafını olduğu gibi aktarıyorum: 

“Türk mitolojisinde hayat ağacı motifi ayrıntılı bir şekilde işlenmiştir. Yakutlara göre dünya sekiz köşeliydi ve yerin tam ortasında sarı göbeği bulunuyordu. Dünya göbeğinin tam ortasında da yüce bir ağaç bulunuyordu. Bu ağaç tanrının süsleriyle bezenmiş, göğün görünmezliğine kadar yükselen çok ulu bir ağaçtı. Gök yedi kattan oluşmaktaydı. Bunun üstünde durmaksızın dönen “dokuz felek çağrısı” bulunurdu. Bu ulu ağaç adeta yer ile göğü birbirine bağlardı. Hayat ağacının gövdesi som gümüştendi ve ışıl ışıl parlardı.[3] Ağacın gövdesinden kutsal bir kaynak çıkardı. Bu su altın renginde parıltılar saçardı. Hayat ağacının yaprakları at derisi kadardı. Anlatılanlara göre bu ağacın yanına kimse yaklaşamazdı. Ağacın üstünden de altın gibi parıldayan sular fışkırırdı. Bu sudan içen kişi çok mesut olur, açlık duygusundan bütünüyle kurtulur ve her isteğini elde ederdi. Destana göre ilk insan Ak Oğlan bu ağacın tepesinin bulunduğu göğün üst noktasında yaratılmıştı. Ağacı görünce tepesinden fışkıran suların altına girmiş ve doya doya sulardan içmişti. Böylece insan yaşamı elde etmişti.” 

“Türk mitolojisinde hayat ağacı Bay Terek (Bay Direk) olarak adlandırılırdı. Bay Terek gök tepe ile yeri birbirine bağlardı. Yaşam döngüsü adeta onun üzerinden işlerdi. Ölen bir insanın ruhu kuş olup uçar, Bay Terek’in gökteki dallarına konardı. Bay Terek’in yaprakları üzerinde insanların isimleri yazardı. Kuş yapraklar üstünde kendi ismini bulur ve o yaprağa konardı. Yeni canlar ise Bay Terek’in gövdesini kullanarak yeryüzüne iner, kadınların rahmine düşerdi.” 

“Türk mitolojisinde ağaç motifi çok büyük önem taşımaktadır. İnanışa göre öbür dünyada yer alan bir çeşit yaşam ağacının her yaprağı yeryüzünde bir insanı simgeliyordu. Bu ağacın yaprağı sararıp dalından düşünce o yaprağın yeryüzündeki tezahürü olan kişi de hayata veda ederdi.” 

Ağacın yaşamla özdeş tutulmasının nedenleri sanırım kolaylıkla anlaşılır niteliktedir. Araştırmacı Nevzat Çevik bu durumu oldukça net biçimde ortaya koymaktadır[4]: “Ölümler doğumları, doğumlar ölümleri izler ve bu döngü yaşamı sonsuz kılar. Doğanın bu en değişmez kuralına binyıllardır ağaç seçilmiştir simge olarak. Bunda neden, her baharda tekrar canlanıp yenilenebilmesi ve hatta çam benzeri çeşitlerinde olduğu gibi hiç ölmemesidir. İnsanların sınırsız yaşama isteğinden ve ölümü kabul edemeyişinden kaynaklanan, öldükten sonra dirilme inanancının da simgesidir ağaç.” 

Ağacın Türk kültüründeki yeri o derece derindir ki, bunu pek çok inançta ve geleneksel uygulamada görmek de olanaklıdır.  Bunlardan en çok bilineni ve belki de en önemlisi ağaçla yaşam arasında kurulan bağ nedeniyle Türk ve Moğol toplumlarında mezarların ağaç altında olmasına özen gösterilmesi gelmektedir. Bu inanç günümüz Türk toplumlarında yaygındır ve mezarların baş ve ayak uçlarına genellikle çam ya da servi ağaçları dikilmektedir. 

Bu noktada Nazım’ın da bundan etkilenmiş olabileceği gelmektedir insanın aklına ister istemez. Ne demişti Nazım “Vasiyet” adlı şiirinde; 

Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni
ve de uyarına gelirse
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani… 

Şamanlarda kayının kutsal ağaç olarak kabul edildiği ve Şaman davulunun kutsal kayın ağacından yapıldığı bilinmektedir. Kutsal ağaçtan yapılan davulun da kutsallık kazanmış olduğu kabul edilmektedir ve bu inanışın izlerini Müslüman Türk toplumlarında da görmek olanaklıdır. Osman Gazi’nin ölümünden sonra geride bıraktığı eşyalar arasında Selçuklu Sultanı tarafından kendisine hediye edilen bir davul kasnağının da olduğu bilinmektedir.[5] 

Sanırım sözü Avatar’dan yola çıkıp epey dolandırdık. Bitirirken yine hayat ağacına dönüp, buna ilişkin bir Türk efsanesiyle bağlayalım: 

Büyük bir dağ yükselir, on iki gök katından,
Dağda bir kayın vardı, yaprakları altından,
Kayının altındaysa, küçük bir çukur vardı,
Bir karış bile değil, o kadar yüzlek dardı.
Bu çukur hep doluydu, kutsal hayat suyuyla,
İçen ölmez olurdu, ebedi bir duyuyla. 

Son olarak da şunu sorarak bitirelim; yaşamla ağaç arasında böylesine güçlü bağlar kurmuş olan bir kültürün mirasçıları olarak ağaçlarımıza, ormanlarımıza, doğamıza yaptığımız bunca kötülükten sonra kutsal hayat suyundan bir damla olsun içmeyi hak ediyor muyuz dersiniz?



[1] İş Bankası Kültür Yayınları, Kasım 2011.
[2] Sel Yayıncılık, Kasım 2010 (İkinci Baskı).
[3] Avatar’daki ağacı hatırlamanızı tavsiye ederim.
[4] Hayat Ağacı’nın Urartu Kült Törenlerindeki Yeri ve Kullanım Biçimi. www.iudergi.com/tr/index.php/anadolu/article/view/1684
[5] Işık, R. 2004. Türklerde Ağaçla İlgili İnanışlar ve Bunlara Bağlı Kültler. Fırat Ü. İlahiyat Fak. Dergisi 9:2, s.89-106.

Necati Cumalı ve Ay


Necati Cumalı ve Ay
Dr. Cihan ERDÖNMEZ
Neil Armstrong’un Ay’da yürüyüp yürümediği bazılarımız için hala bir muammadır. Oysa Ay, farkına varmasak da çoğu zaman, dünyamızın ve kültürümüzün en önemli parçalarından biridir. Sanırım, çocukluğunda Jules Verne’in “Ay’a Seyahat”  adlı eserini okumayan yoktur. Verne’in Ay’a gönderdiği uzay aracının adı Columbia’dır. Neil Armstrong’u Ay’a götürenin de.
Bayrağımız Ay ile yıldızın ahenkli bileşiminden meydana gelir. Sevdiklerimizi mehtaplı gecelerde daha bir içten anarız. Öyle ki, Ay’ın kültürümüzdeki yeri tarihsel eserlerde bile belirgindir. Bu noktada sözü, dilerseniz, Sunay Akın’a bırakalım. “Ay Hırsızı” adlı eserinde şöyle diyor usta:
“İstanbul’da Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan’ın adını taşıyan iki cami vardır. Bunlardan biri Üsküdar’da, öteki ise Edirnekapı’dadır. Güneş her gün, çocuğunu arayan bir anne gibi Üsküdar’daki caminin ardında doğarken, Ay Edirnekapı’daki caminin minarelerinin arkasına saklanır. Her akşam Ay, Üsküdar Mihrimah Sultan Camii’nin saçlarını taçlandırırken, uykuya yatmak üzere olan güneş, başını, Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camii’nin kubbesine dayar. İstanbul’da bu yüzden bir değil, iki tane Mihrimah Sultan Camii vardır. Mihrimah’ın anlamı da (mihr ü mah) ‘güneş ve ay’dır.”
Necati Cumalı’ya gelmek için bu kadar söz dolaştırmanın anlamı da ne diyebilirsiniz. Belki de haklısınız. Ancak, onu “Ay Büyürken Uyuyamam” adlı eseriyle tanıyan benim için ikisi arasındaki bağ koparılamaz niteliktedir. Ay ve Cumalı.
Bir Cumalı öyküsü ya da romanı okumadıysanız yahut ondan bir iki mısra bilmiyorsanız, eksik bir Türkiye vardır sizin dimağınızda. Ülkemizi en iyi anlatan sanatçılardan biridir o. Kim bilir, belki de birincisi.
Anadolu’yu ve Anadolu insanını Cumalı kadar net fotoğraflamak, onunla tanışmamış olanlar için hayal sınırlarının ötesinde olsa gerek.  1921 yılında Florina’da (Yunanistan) başlayıp 2001 yılında İstanbul’da sona eren 80 yıllık yaşamına pek çok roman, öykü, şiir ve oyun sığdıran Cumalı, yalnızca insanımızı değil aynı zamanda doğamızı ele alma konusunda da benzersizdir. Bu açıdan, henüz onunla tanışmamış olanlara “Tütün Zamanı” üçlemesini (Zeliş; Yağmurlarla Topraklar; Acı Tütün)içtenlikle önermek isteriz. Bu eserlerin Cumhuriyet Kitapları tarafından son derece kaliteli yeni baskılarının yapıldığını hatırlatmak da ayrıca yararlı olacaktır.
Cumalı’nın,  yapıtlarında çoğunlukla kasaba yaşamını yansıtmaya çalıştığını görürüz. Bu bir rastlantı değildir. Tam tersine, bilinçli bir seçimdir. Bunun nedenini Cumalı şöyle açıklamaktadır[1]: “Kasaba, yani ne kent ne köy, ikisi karışımı bir yerleşim merkezi. Türkiye’yi en iyi yansıtan yerleşme örneğidir bence kasaba. Kasaba kültürü bütün yaşamımızı etkiler. Kasaba görgüsü egemendir bütün değer ölçülerimizde. Politika, eğitim, sanat, hoşgörü ortamını kasaba saptar bize. Roman kentleşmenin sanatıdır gerçi, ama kentleşemiyoruz işte. Kolay değil.” Bu sözler bugün için de geçerliliğini korumuyor mu sizce?
Cumalı’nın, eserlerinde folklorik unsurlardan da ustaca yararlandığına tanık oluruz. Bu yıl tamamlanmış bir araştırma bu açıdan ilgi çekici sonuçlar ortaya koyuyor[2]:
Sanatçı, incelenen 86 öykü, 13 oyun ve 5 romanında, 23 türkü, dokuz mani, altı ağıt, iki ninni, iki tekerleme ve iki halk efsanesinden yararlanmış durumda. Bu eserlerde ayrıca, büyü, uğur-uğursuzluk, rüya, müjde, fal ve nazar gibi değişik kültürel unsurlara da sıkça rastlanıyor. Bu tür bir zenginliği Cumalı dışında belki de yalnızca Yaşar Kemal’de bulmak olası.
Büyük ustanın eserlerinde kadını ele alış biçimi de son derece çarpıcıdır. Özellikle oyunlarında bu çarpıcılık daha da belirginleşir. Bu konu bir yüksek lisans tezine konu olmuş ve şu sonuca ulaşılmıştır[3]: “…Onun oyunlarındaki kadınlar çok büyük farklarla birbirinden ayrılmazlar. Kırsal yaşamda da, kasaba ortamında da, kent ortamında da onlar birer kadındır ve toplumsal baskılara maruz kalan, törelere boyun eğen ya da törelerle karşı karşıya kalan, bağımlı yaşayan ve cinsel yönden arzulanarak, cinsel bir meta olarak kabul edilen özverili, çileli Anadolu kadınının temsilcileridir.”
Cumalı, pek bilinmese de, sanata şiirle giriş yapmıştır. İlk şiir kitabı olan “Kızılçullu Yolu” 1943 yılında yayımlanmıştır. Oysa ilk öykü kitabı (Yalnız Kadın) 1955 ve ilk romanı (Tütün Zamanı) 1959 tarihlidir. İlk şiirini Urla Halkevi dergisi olan Ocak’ta yayımlayan sanatçı 1942 kışında, Orhan Veli’yle buluşarak şiirlerindeki eksikliği öğrenmek ister; yazdığı 20 dizelik bir şiirini verir. O da bu şiiri sekiz dizeye indirir. Cumalı önce yadırgadığı durumu kendince şu tümcelerle açıklamaktadır[4]: “Ben öbür on iki dizede bir hayli parlak sözler ettiğime inanıyordum. Orhan Veli’nin güzel çirkin demeden onları çıkarıvermesini önce yadırgamadım değil. Ama bir iki gün içinde şiirin kısaltılmış biçimi bana daha da doyurucu göründü. İşte benim, ‘Yağmurdan Sonra Bayram Yeri’ adlı şiirim bu yeni haliyle yayımlandı… Orhan Veli’den öğrendiğim en önemli şey bu oldu benim.” Gerçekten de Cumalı’nın başta Orhan Veli olmak üzere Garip akımından oldukça etkilendiği açıktır. Buna karşılık, o, kendi özel anlatım şeklini yakalamak konusunda hiç de sıkıntı çekmemiştir.
Ahmet Köksal Papirüs Dergisi’nin Temmuz 1968 sayısındaki yazısında şöyle demektedir Cumalı’nın şiiri için4:
“İlk gençlik anıları, ilk aşklar, yaşama ve doğa sevgisi, savaş ve yoksulluk yıllarından giderek  toplumsal bir duyarlılığa yönelen Cumalı’nın şiir gücünü yaşanmışlığından alan bir gerçekçilik ile ilk yenilik akımının o pek ünlü ‘yaşama sevinci’ni yereyselleştirerek, onu taşralı bir Anadolu aydınının yaşantısı içinde duyurmuştur.
Söyleyişindeki katıksız içtenlik, çocuksu bir şaşkınlık, kendine özgü bir ahenk, aydınlık ve yalın bir şiir çabası ilk şiirlerinden bu yana Cumalı’nın değişmeyen özelliklerindendir.”
Gelin, isterseniz, onun şiiri üzerine bunca sözün ardından, ilk şiir kitabı olan “Kızılçullu Yolu”na adını veren şiirine yer verelim bu noktada. O zaman daha iyi anlamak olanaklı olacak ve daha iyi hissedeceksiniz Cumalı’yı. 

Kızılçullu Yolu
Hıdrellez günü, Kızılçullu yolu
Beni herkes severdi çocukluğumda
Arabacı yanına oturur
Kırbacı bana verirdi. 

Ben Fıtnat Hanımın oğlu,
Zayıf bir kızı severdim
Gözlerinin içi gülerdi. 

Hıdrellez güneşi
Beraber tırmanmadık mı ağaçlara?
Siz kanatmadınız mı ellerimi
Elma çiçekleri? 

“Ay Büyürken Uyuyamam”ı yazdığında 48 yaşındaydı Cumalı. Benim gibi pek çok kişinin yurduna ve yaşadığı dünyaya bakışını değiştirdi bu eser. Ve sanatçı, geride kalan 32 yıllık ömründe belki de hiç uyumadı Ay’ın büyüdüğü zamanlarda. Onu 10 Ocak 2001 tarihinde kaybettik. Kaderin cilvesine bakın ki, bir gün önce, yani 9 Ocak 2001’de, ülkemizden de izlenen ‘Tam Ay Tutulması’ yaşandı. Kim bilir, belki de büyük usta, bizimle beraber Ay’ın önce yok olup, sonra yeniden büyümesini izledi ve en uzun uykusuna huzur içinde yattı. Ve belki de şimdi o, Ay’da bir yerlerden bizleri izliyor.
Bir not, bitirirken: Bundan sonra ülkemizden izleyebileceğimiz ilk ay tutulması 15 Haziran 2011’de. Ve bir öneri: Gelin o gün Ay’ın güneşten saklandığı saatte hepimiz birer Cumalı şiiri okuyalım. Okuyalım ki, büyürken de küçülürken de Ay, rahat uyusun büyük usta.



[1] Doğan Hızlan’a atıfla, Ünlü, M., Özcan, Ö. 2003. 20. Yüzyıl Türk Edebiyatı 1940-1960 (I). İnkılap Yayınları, İstanbul, s.177.
[2] Emiroğlu, S. 2010. Necati Cumalı’nın Eserlerinde Halk Edebiyatı ve Kültürü Unsurlarının İncelenmesi. Yüksek Lisans Tezi. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
[3] Temel, T. 2007. Necati Cumalı’nın Oyunlarındaki ‘Kadın Karakterler’in İncelenmesi. Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
[4] Ünlü, M ve Özcan, Ö (a.g.e.)