Etiketler

Denemeler (12) Diğer (28) Makaleler (18) Şiirler (45)

18 Eylül 2015 Cuma

Doymak ve Doy(a)mamak Üzerine

Abraham Maslow'un yükseköğretim kurumlarında çokça öğretilen "gereksinmeler hiyerarşisi"nin tabanını, içinde yeme-içme başlığının da bulunduğu fizyolojik ihtiyaçlar oluşturur. Hayvanlar kategorisine giren her canlı gibi biz insanlar da yaşamaya devam edebilmek için bir şeyler yemek ve içmek zorundayız.

Kendisini rahmetle andığım Prof. Dr. Uçkun Geray, asistanlığımın ilk yıllarında ağzım açık olarak takip ettiğim konferanslarından birinde şöyle demişti:

"İnsanı diğer hayvanlardan ayıran özelliğin ne olduğu üzerine bir sürü şey söylenmiştir ve söylenmeye de devam edecektir. Ama bence insanı farklı kılan şey, en temel ihtiyacı olan yeme-içmeyi mutfağa, üremeyi de aşka dönüştürmüş olmasıdır."

Hoca'nın mutfak sözcüğü ile kastettiği mutfak kültürüydü aslında. Gerçekten de ister bireysel karşılaştırmalarda olsun isterse toplumsal karşılaştırmalarda, kişinin ya da toplumun yeme-içme alışkanlıkları ve anlayışı, yani mutfak kültürü çok önemli bir ayıraç görevi görmektedir. Uzakdoğuluların, İngilizlerin, Almanların, Türklerin ya da Amerikalıların yeme-içme alışkanlıkları birbirlerinden kıvrımlarla değil köşelerle ayrılır. Benzer şekilde Egelilerin, Karadenizlilerin veya Güneydoğuluların da. Konuya bireysel açıdan yaklaştığımızda ise yaşamak için yiyenlerle yemek için yaşayanlar arasında yüzlerce tür insanla karşılaşabilirsiniz. Bunu et olmadan doymayanlarla hayvansal gıdalara savaş açanlar gibi farklı doğrultularda zenginleştirebiliriz. Sanırım ben yaşamak için yiyenler uç noktasına çok yakın bir konumdayım ve sanırım biraz da bu nedenle yeme-içmeye yahut mutfak kültürüne verilen öneme fazlaca bir anlam veremiyorum; dahası eleştiriyorum.

Elbette diğer hayvanlar gibi yalnızca toplayalım ve avlayalım; bunları da olduğu gibi yiyelim demiyorum. Zaten artık o noktaya istesek de dönülemeyeceği aşikar. Ama bir boğaz yarışıdır almış başını gidiyor; Önceleri Saatli Maarif Takviminde günün yemeği olurdu. Sonra gazetelerde yemek köşeleri ortaya çıktı. Derken Emine Beder'den, Oktay Usta'dan, falanca hanımdan, filanca teyzeden yemek kitapları rafları süslemeye başladı. Bu da yetmedi mutfağa ilişkin dergiler, internet sayfaları ve televizyon programları mantar gibi türedi. Çok şükür ki, artık yalnızca mutfak ve yemek programlarının yayımlandığı televizyon kanalları bile var!

Bu yaz gazete sayfalarımızı süsleyen Bordum haberlerinden biri de şuydu: "Sosyetiklerin adresi Türkbükü'ndeki Maça Kızı'nda geçen yıl 50 liraya satılan lahmacun ayran bu yıl 75 lira." Biliyorum bu para yalnızca lahmacun ve ayrana verilmiyor, çoğu tanımı zor bir gösteriş tutkusunun ücreti. Yemek konusunda da durum böyle değil mi peki? Gelin birlikte popüler yemek tarifi sitelerindeki bazı yemek isimlerine bakalım:


  • Sabayon ile gratine edilmiş frambuaz
  • Kanton usulü pilav
  • Muzlu ve kivili pirinç pudingi
  • Ranchido tostadas
  • Karanfilli havuç helvası
  • Pasandida palak
  • Parmesanlı ve domates soslu ev yapımı tortelloni...
Siz bir de bunların televizyon programlarındaki tariflerini izleseniz, ki izliyorsunuzdur zaten, sanırsınız tarifi yapan adam ya da kadın AİDS'e karşı aşı geliştirmiş yahut kansere çare bulmuş veya Satürn'e gönderdiği uzay mekiğindeki robotun topladığı kayaç örneklerini analiz etmiş de bunlar hakkında bizi bilgilendiriyor. Küçük dağları ben yarattım edasında, kibirli, gururlu, insanoğlunun en büyük sorunlarından birini çözmüş bir yüz ifadesi ile "bonfilenin üzerine delikler açıp ayıkladığımız sarımsakları ve tane karabiberleri o deliklere gömmezsek, taze kekik ve fesleğenle eti bir güzel ovup ağzı sıkıca kapanan bir kap içerisinde 24 saat şarap içinde bekletmezsek etin iyi marine olmayacağını ve lezzetsiz kalacağını" anlatıyor ve biz de oturmuş "hımmm!", "aaaaa!", "yaaaa!" gibi saçma sözcükleri istemsiz olarak ağzımızdan çıkarıp, şaşkınlık ve hayranlık içerisinde not tutuyoruz ertesi akşam gelecek kapı komşumuz Neclalara hava atmak için. Bu ne ya! Yiyeceğimiz altı üstü et işte! Küçük küçük doğrar, soğanla karıştırıp kavurur, sonra da onu yarım ekmeğin içine doldurup afiyetle yersin; yanına da bir bardak ayran, oh mis! Abartmayın bu kadar; canlıyız, enerji harcıyoruz, harcadığımız enerjiyi geri kazanmak için bir şeyler yiyip içmemiz gerekiyor, bu nedenle de midemiz beynimize "içim boşaldı, bir şeyler gönder" diye sinyal veriyor, beynimizin komutuyla biz de bir şeyler zıkkımlanıp boşalan midemizi dolduruyoruz, hepsi bu işte! Abartmayın lütfen. Yemek için yaşamıyoruz; yaşamanın daha anlamlı amaçları olmalı. Kebap yemek için sabah uçağıyla Adana'ya gidilip, baklava için Antep'e geçilir mi? Sizin zamanınız ve paranız bu kadar mı anlamsız? Etiyopya'daki aç çocuklar faslından girmeyeceğim ama bu kadarı da biraz fazla, biraz gösteriş, biraz şatafat, e biraz da saçmalık değil mi?

Tüketim çılgınlığının gezegenimizin başına açtığı bunca sorun ilkokul bir seviyesi bilgi iken hiç değilse boğazımıza biraz sahip çıkmamız gerekmiyor mu? Yaşamımıza ancak bu şekilde mi anlam katabiliyoruz? Yaşamımızın anlamları bu kadar zararlı ve sığ mı olmalı?

Durmazsam sözlerim ağırlaşıp kırıcı olacak istemeden; şimdilik bu kadar yeter sanırım. 

Anlamlı bir hayat, yetecek kadar, basit ve sağlıklı bir beslenme dileklerimle...



11 Eylül 2015 Cuma

Hayal Dünyası

Diyorlar ki ben
Hayal dünyasında yaşıyormuşum

Sizin olsun
Söküp attığınız sevgiyi
Ve öfkeyi beslediğiniz gerçek dünyanız

Ben hayallerimle çok mutluyum

9 Eylül 2015 Çarşamba

Gazla Türkiye; Kim Tutar Seni?

“Yenile yenile yenmeyi öğreneceğiz” günleri vardı eskiden.
Belki doğrudur. Yenmeyi öğrenmişizdir, kim bilir. Fakat sporcu olmayı, daha doğrusu sportmen olmayı, spor ahlakını ne zaman öğreneceğiz, bundan emin değilim.

Türkiye’deki spor düzleminde nispeten doğru kalmış ve başarı çizgisi bu nedenle yüksek olan branşlardan biri olan basketbolun erkek milli takımı için, en büyük sponsoru olan banka bir reklam filmi çekmiş, dönüp duruyor günlerdir televizyon kanallarında Avrupa Basketbol Şampiyonası nedeniyle. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Bana göre vakanın, geçmişte, bir dengesiz anınızda yapıp da sırtınıza bir kambur gibi yapışan, hatırladıkça yüzünüzü kızartıp aklınızdan uzaklaştırmak için olmadık yöntemlere başvurduğunuz utanç verici deneyimlerden hiçbir farkı yok. Oysa adamlar (buradaki “adamlar”, “adamlar yapmış abi” cümlesindeki imrenilen ecnebiler manasında değil; bu utanç verici reklam denilen vakanın altına imza atanlar) durum hiç de böyle değilmiş gibi, böbürlene böbürlene yedi yirmi dört gözümüzün içine sokuyorlar bu soytarılığı üstüne para ödeyerek. Görmemiş olduğunuzu düşünmesem de dilim döndüğünce anlatayım size ben yine de;

Basketbol milli takımımızın anlı şanlı oyuncularının, yurolig filan gibi üst düzey organizasyonları solumuş olanların, Avrupa’nın, yetmez en bi ey’in en gözde parkelerinde ter akıtanların her birinin karşısına bir partner koymuşlar; bunlar birbirine öpüşme mesafesinden hallice durumdalar, kamera olabilecek en yakından çekim yapıyor ve kadrajda yalnızca yüzler var. E, elbette o mesafe, o açı, o ışık söz konusu olunca her bir yüz, kurbağa prense dönüşürken işlemin yarısında münasebetsiz biri sıtop (Türkçe okunduğu gibi yazılan bir dildir; bu söz de Recep İvedik Sörvayvır’da alıntıdır) düğmesine basmış gibi görünüyor. Çocukların suçu yok ki! Oraya, al Brad Pitt’i koy, pitbul gibi görünmezse yazmayı derhal bırakacağım, elim taş olsun, bir daha tuşlara dokunamasın, o kadar iddialıyım.

Her neyse, görüntüdeki hafif insanlığımdan utandırıcı ruhsal etki bir noktaya kadar göz ardı edilebilirdi belki. Edilebilirdi, lakin ah o metin yazarı, ah o metin yazarı! Burada tasvirle,  aktarmayla, ne bileyim analizle zaman kaybetmeyeceğim. Doğrudan oyuncularla partnerleri arasında, Çiçek Abbas’taki Şener Şen-İlyas Salmanvari gerçekleşen diyalogun yutub’dan videoyu durdura oynata çıkarttığım tekstini paylaşayım, daha kolay olacak bu:

“-Biz istersek dağları un (küçük bir kız çocuğu),
-Demiri yün (Oğuz Savaş),
-Kılıcı kın ederiz (yaşlıca bir kadın).
-Biz gidersek dağları delip (Semih Erden),
-Yüreği ezip (genç bir erkek),
-Her şeyi silip gideriz (Sinan Güler).
-Biz istersek dikeni gül (orta yaşlı bir kadın),
-Nefreti kül (Melih Mahmutoğlu),
-Yüreği tül ederiz (bu genç erkeğin sözlerini defalarca dinlememe rağmen tam olarak anlayamadım, pek emin değilim).
-Biz seversek geceyi gün (Furkan Aldemir),
-Bugünü dün (yaşlıca bir erkek),
-Sevdayı düğün ederiz (Cedi Osman).
-Hala aynı yer biziz (genç bir kadın),
-Değişen zamana ayar biziz (devşirme Türk Muhammed, aslen Amerikan Boby Dixon).
-Hala aynı karar biziz (aynı yaşlıca kadın),
-Bizde kış yok (Ersan İlyasova),
-Dört mevsim bahar biziz (Semih Erden ve küçük bir erkek çocuk).

Bu diyalogların ardından vaz geçilmez bayrak görüntüleri ve bunu izleyen ekran sesi çıkar sahneye (tam bu sırada oyuncular potaya smaç basmaktadır):

“Garanti 12 dev adama inanıyor, bekle Avrupa 12 dev adam geliyor.”

Hatırlarsınız, bu “12 dev adam” Athena tarafından armağan edilmişti bizlere. 2001 Avrupa Basketbol Şampiyonası Türkiye’de yapılacaktı. Hayatımızın azı çalışma çoğu gaz olduğu için ülkemizde yapılacak büyük bir şampiyonada takımımızı gaza getirecek bir şeye ihtiyaç vardı ve aranan o gaz doğru yerde bulunmuş, Athena “Uh Ah Dev Adam, 12 Dev Adam”la bütün ülkeye gayet ayarında bir gaz vermişti. Etkisini küçümsemeyin, bu gaz Türkiye’yi finale kadar çıkarmış, basketbol tarihimizin en büyük başarısına imza atılmıştı. Daha sonra, 2010 yılında yine ülkemizde yapılan dünya şampiyonasında final oynayarak bu eşiği de aşmıştık (finallerde sırasıyla Yugoslavya – o zamanki adıyla- ve ABD’ye yenildiğimizi hatırlatmam canınızı sıkmaz umarım).

Sporda gaz arayış ya da ihtiyacımızın tipik kanıtlarından biri de Fatih Terim’dir. Her ne kadar kendisini tanımayanlar (yabancılar, futbol sevmezler vs.) onu televizyonda konuşurken izlediklerinde, burnuna konan ve ekranda görünmeyen küçük bir sineği elini kullanmadan kovmaya çalışırken komik duruma düşen bir adam sanıp ona acıyorlarsa da, namı diğer samtayms Fatih 100 Türk büyüğü arasına adını yazdırmış bir kahramandır ve bu kahramanlığının onda dokuzunun iyi gaz vermekten geçtiğini söyler konunun bilirkişileri.

Sanırım “ah o metin yazarı” bütün bunlardan yola çıkarak koca (muhtemelen) kafasını iki elinin arasına alıp düşünmeye başladı ve uzun süren bu sürecin sonunda Sinbad gibi işaret parmağını önce burnunun altında sağa sola, sonra burnunun yanından yukarı aşağı hareket ettirip, ışıltılı gözlerle “buldum” diye havaya sıçradı.

“Ah o metin yazarı” bulmuştu işte çözümü! Hem de tek satır kalem oynatmadan, güzel canını hiç sıkmadan. Niye olmasındı ki? Ömer Kaplan Kozanoğlu bilinen bir şarkı sözü yazarıydı, rahmetli Aysel Gürel’le çalışmışlığı da vardı hem. Üstelik koskoca MFÖ’nün ilk harfi olan Mazhar, “sensizliği bitmiyor gecelerimizin” diyecek kadar naif, “sana sarı laleler aldım çiçek pazarından” diyecek kadar romantik ve de “vak dı rak” diyecek kadar çılgın bir adam, Ömer Kaplan Kozanoğlu’nun bu sözlerinin üzerine beste yapıp grubun “Agu” adlı albümüne koymamış mıydı? O halde bu sözler hem bir milli takımı hem de koca bir ülkeyi gaza getirmek için de kullanılabilirdi. Daha ne olacaktı ki? Bundan iyisi Şam’da kayısıydı.

Nihayetinde bahse konu olayın spor olduğunu hatırlamaya gerek yoktu. Hani spor barıştı, kardeşlikti, dostluktu, mücadele azmiydi, sınırları zorlamaktı, insanın kendisiyle yarışıydı, falandı, filandı? Hani bu bir oyundu aslında? Bu güzel fakat içini bir türlü dolduramadığımız sözleri bir kenara itmiş, maça değil savaşa gidiyorduk sanki ve topluca dağları un, demiri yün ediyorduk. Yetmiyor, un ettiğimiz dağları deliyor, yüreği eziyor, her şeyi siliyorduk. Tribünde “ölmeye, ölmeye geldik” ya da “vur kır parçala, bu maçı kazan” diye böğüren holigan ayarında kalıp ısrarla, “değişen zamana ayar biziz” demekten de geri durmuyorduk.

İşte öyle bir pazar günüydü o pazar. Ertesi gün yoğun olacaktı. Pazar gezmesini bitirip eve dönmüş, ütüydü, çamaşırdı, hafta hazırlıklarını tamamlamıştık. Önce futbol milli takımının Hollanda’yla oynadığı maçı izledik. Futboldan pek haz etmesem de Hollanda’yı yenmek hoşuma gitmişti. Allah için maçta, başbakanının bir şehit çocuğunu dizlerinin arasında tutarak maçı izlemek yoluyla seçim kampanyasına Bismillah demesinden başka rahatsız edici bir durum yoktu benim açımdan. Maç sonunda baş gazcımız samtayms Fatih gazetecilere şöyle diyerek, sanırsam başbakanın açtığı yolu genişletiyordu kendince:

“…Ülkemizin dünyada mevcudiyetini devam ettirecek bir takım var, o da bu milli takımdır… Bu galibiyeti vatanı korumak için şehit olanlara ve onların yakınlarına adıyoruz. Ruhları şad olsun…”

Baş gazcı aslında bu açıklamayı Letonya maçından sonra yapacakmış ama galip gelemedikleri için yapamamış, öyle dedi. Yani, “şehitlerin ruhları şad olsun” demek için de illa bir galibiyet gerekiyormuş, bunu da böylece öğrenmiş olduk.

Bu kafa karışıklığı ve can sıkıntısıyla benim için geç sayılabilecek bir saatte başlayacak olan Türkiye-İspanya basketbol maçını beklemeye başladım. Fakat erken uyuma alışkanlığım buna izin vermedi ve maçın başlamasından beş dakika sonra uyuyakalmışım.

Kendime geldiğimde maç yayını çoktan bitmişti. Şöyle bir kanallarda gezineyim dedim. Hemen tamamında kırmızı bantla son dakika haberi geçiyordu:

“Terör örgütü tarafından kurulan hain pusuda 16 askerimiz şehit…”

Daha fazlasını okumaya dayanamadım. Televizyonu kapatıp doğru yatağıma gittim. Zihnimde “dağları un…”, “nefreti kül…”, “her şeyi silip…” dolaştı bir süre. Sonra baş gazcı samtayms Fatih’in dudaklarını bükerek konuşması, başbakanın bacakları arasına aldığı şehit çocuğun üstünden gevrek gülüşleri gözlerimin önüne geldi. O sırada 16 askerin parçalanmış bedenlerinden akan kan durmuş, sıcaklık çekilmişti çoktan. Belki daha annelerinin haberi bile yoktu, ocaklara ateş düşmemişti ve hamile karıları karınlarını okşayarak erlerini hayal ediyorlardı.


Ertesi gün şaşaalı konuşmalar yapılacak, akan kanın hesabı sorulacaktı, bu kesindi. Cenaze törenlerinde “şehitler ölmez, vatan bölünmez” sloganları atılacak, gazlaya gazlaya hayat devam edecekti. Ne de olsa “bizde kış yok, dört mevsim bahar biziz” değil miydi?

3 Eylül 2015 Perşembe

Yalnızlık

Annem beni babaanneme bırakıp Almanya’ya çalışmaya gittiğinde daha bir yaşındaymışım. Doğduktan sonra beni de götürmüş oraya ama hem bana bakıp hem çalışması mümkün olmadığından ertesi yıl bırakmış. Çocukluğumun ilk yılları benden büyük dört kardeşim ve babaannemle geçti Karadeniz’in bir dağ köyünde. Annem ve babam ise çocukları için en iyi olduğunu düşündükleri şeyi yapıyorlar, gece gündüz çalışarak biriktirdikleri Alman Marklarını sakladıkları yerden zaman zaman çıkarıp tekrar tekrar sayarak, bizler için planladıkları güzel geleceğin hayallerini kuruyorlardı binlerce kilometre uzakta.

Sözünü ettiğim dönem 1970’ler. Yani iletişim olanakları konusunda bir tam çağ geriye gitmeniz gerekiyor. Bırakın interneti, vatsabı, skaypı, telefon bile yok o günlerde bizim köyde. Televizyon evimize ben beş yaşımdayken girdi. Hatırlıyorum, National markaydı. Hatta içinde durduğu bir dolabı ve kullanılmadığı zamanlarda çekerek kapatılan sürgülü kapağı da vardı. Yayının başlamasına yarım saat kala televizyonu açar ve beklemeye başlardık karşısında cümbür cemaat; eş, dost, arkadaşlar, kim varsa. Önce benim hiçbir zaman karıncaya benzetemediğim, bakıp bakıp bür türlü karınca göremediğim karıncalı görüntü olurdu. Sonra içinde TRT yazan yuvarlak yayın öncesi görüntü belirirdi ekranda ve “dıııııt” diye bir ses gelmeye başlardı. Bu, adeta, bizim için sinemalardaki gong sesi gibiydi, yani hazır olmamamız gerektiğini belirten talimattı. Ardından “dın dı dın dı dın dın dın…” diye bir melodi çıkardı. Bizim o yıllarda “Abdurrahman efendi, efendi, damdan düştü geberdi” diye üzerine güfte yazdığımız bu melodi ise kaptan pilotun “cabin crew…” ile başlayıp devamında ne dediğini bir türlü anlayamadığımız ( en azından ben anlamıyorum) ve kabin ekibini yerlerine davet ettiği kalkış öncesi son anons anlamına gelmekteydi. Az sonra şanlı bayrağımızın siyah beyaz görüntüsü eşliğinde istiklal marşımız başlayacaktır ve odadaki herkes oturduğu yerden doğrulup “hazrol” pozisyonuna çoktan geçmiştir. O gün yayın programında "Bonanza", "Vadideki Hayat" ya da "Küçük Ev" varsa hissedilen heyecan bir tık daha yukarıdadır elbette.

Annemle babamın bir yıllık izninden diğerine koca bir tam yıl geçerdi neredeyse (sanırım bunun için yıllık izin deniliyor) ve biz bu süre içerisinde onlarla sadece mektuplar aracılığı ile haberleşebilirdik. “Pek muhterem babacığım ve anneciğim…” diye başlayan satırlar mutlaka “…kıymetli ellerinizden hasretle öpüyorum” ile biterdi. Sonraları babamlar bir kasetçalar getirmişlerdi bize. Kasetlere ses kaydı yapıp göndermeler mektupların yerini almaya başlamış olsa da başlangıç ve bitiş cümleleri hep aynı kalmaya devam etti yıllarca. Bir de annesinden ve babasından ayrı büyüyen bir çocuğun içindeki yalnızlık duygusu.

Beş kardeşin en küçüğü olmak sol elin serçe parmağı olmakla eş anlamlıydı aşağı yukarı. Hani “bu acıkmış, bu almış, bu pişirmiş, bu yemiş bu da hani bana hani bana demiş” hikayesindeki “hani bana, hani bana?”  diyen ve diğer dördü tarafından vura vura küçültülen serçe parmak. Bir de “baş parmak, badi parmak, orta direk, gül ağacı, küçük bacı” var ki, o konuya hiç girmesek daha iyi olacak.

Benden bir büyük olan abimle bile aramızda dört yaş olduğu için onlara ayak uyduramıyor, sürekli kadro dışı kalıyordum. Harman yerinde yapılan mahalle maçlarında ebedi seyirci, Kabak Tepe’deki televizyon vericisine akü götürülme günlerinde daimi “sen gelemezsin, evde kal”cıydım. Köyün elektrik santralinin soğutma suyunun biriktiği ve bize göre olimpik havuz niteliğinde olan bulanık su tankına asla giremez, tek fişekle çıkılan ayı ya da domuz avı merasimlerine kesinlikle kabul edilmezdim. Ama babaannemden “bakkaldan leblebi tozu alacağız” diye para isteme görevi hep bana düşer ve leblebi tozu yerine alınan Birinci sigarasından bir tane de bana verilirdi sus payı olarak. O yıllarda o kadar yalnızdım ki, Bürüme Ormanı’nda koca koca çoban köpekleri bize saldırdığında, kendi abimler bana bakmadan ağaçlara tırmanırken, beni omuzuna attığı gibi ağaca tırmanarak ikimizi birden kurtaran, ısırgan otlarını çıplak elle tutabildiği için zaten hayran olduğum Şahsuvar abiyi bile kendime daha yakın hissediyordum.

Annemle babamın yıllık izne geleceği gün –ki Almanya’dan uçakla İstanbul’a, sonra otobüsle kasabaya ve daha sonra da Jeep marka ciplerle köye ulaşırlardı- içimiz içimize sığmaz, onları karşılamak için köyden kasabaya yaya olarak ve dağ tepe aşarak giderdik. Dünyanın en mutlu insanları olurduk o günlerde. Bizim de artık annemiz ve babamız olurdu. Sonra o izin günleri o kadar çabuk geçerdi ki, babama “dönüş ne zaman Cavit Efendi?” diye sorulup babam da “Allah izin verirse haftaya” filan diye cevap verdiğinde, ben içimden “İnşallah Allah izin vermez” derdim, ne Allah’ı ne de bu dileğimin ne anlama geldiğini bilerek. İzin günlerinde babam zamanını genelde köy kahvesinde kağıt oynayarak geçirir, biz de kahvenin dışında camın önünde durup kendimizi ona göstererek, çağırıp bize para vermesini beklerdik. Dağ gibi adamdı babam. Korkardık ondan. Beni sevdiğini hiç hatırlamıyorum nedense. Sevmez mi, sevmiştir mutlaka fakat hafızamda yer etmemiş. Ona ilişkin duygularım özlem ve korku ile sınırlı. Sanki yanına bir türlü yaklaşamadığım –hep istediğim halde- ve sürekli özlediğim bir yabancı. Ve hep o içimi acıtan kahrolası yalnızlık duygusu.

Günler Kabak Tepe’nin üzerinden geçip giden sis bulutları kadar hızlı olurdu yıllık izin zamanlarında. Allah izin verir, haftaya denilen gün gelir ve köy meydanından tozu dumana katarak uzaklaşan bir Jeep marka cipin ardından ağlayarak koşuşan beş çocuk ve cipin arka camına yapışarak zehir gibi gözyaşı akıtan bir anne ve bir baba kazınırdı hafızalara.


Zaman Almanya macerasını bitirse ve anne-baba ile çocuklar birbirlerine kavuşsa da, hafızalara kazınan o kareler ve duyguları yok etmek mümkün olmayacaktı bir daha. O beş çocuk sekiz torun verecekti Cavit Efendi’ye. Belki de başını hiç okşamadığı küçük oğlu, Karadeniz ormanlarında işçi olarak çalışırken kendisine talimatlar yağdıran mühendislerin yetiştiği okula hoca olacak, Cavit Efendi bununla gurur duyacaktı. Fakat bir yıl önce, serin bir Eylül günü üzerine toprak atılmaya başlandığında Cavit Efendi’nin, bir kere bile dolu dolu “baba” diyemediği küçük oğlu “yine mi gidiyorsun baba?” diyerek yalnızlıklarının en büyüğünü yaşayacaktı onun arkasından.

2 Eylül 2015 Çarşamba

Gir Richard Gir!

Sabah yataktan akarak kalkmışım, her sabahki gibi. Tıraştı, kahvaltıydı, giyinmeydi derken, üstüne herkesin imrenip, benim şekle sokmak için çabalayıp durduğum beyaz ve gür saçlarımla uğraşmak da eklenince, evden kendimi atana kadar yorulduğum alelade bir gündü dün yine. Apartmandan çıkınca beni karşılayan, daha iki ay önce doğurduğu bütün yavruları ölmemiş gibi tekrar hamile kalan tekir kedinin duyduğu heyecanın binde biri bende olsaydı dünyayı değiştirebilirdim belki de yahut yerinden oynatabilirdim birisi bana bir dayanak noktası gösterse. Muhtemelen sevgili eşim –ki her sabah benden önce evi terk eder, bir şeyler vermiş olmalı bu seks düşkününe. Fakat o yine de bacaklarımın arasında –S- çizerek dolanıp kuyruğunu yılan gibi bana sarmaya devam ediyor. Geçen akşam apartmanın vatsap grubunda “yemek vermeyin şu kedilere, tırmaladı biri beni, ısırdı da” diye viyaklayan adını bilmediğimiz komşumuza hal hatır soran (ne de iyi yapmış, ooooh!) dört bacaklı dostumuz bu olsa gerek.

Sevgili şoförüm Samet (havaya bak!) alıştığım gibi caddede hazır. Arka koltuğun sağ tarafına kuruluyorum, sanki beş dakika sonra bıktırıcı trafikle Don Kişot misali savaşacak olan biz değilmişiz gibi. Biraz tivıtıra bakıyorum. Takip ettiğim yerli ve yabancı hesapların ilgi alanları ve uğraştıkları konular ne kadar da farklı. Yerlilerde yine bir (boş) bakanın ettiği ipe sapa gelmez bir sözle ilgili kopan fırtına havası hakim. Yabancılarda ise doğa tahripleri, küresel iklim değişikliği, alternatif  enerji kaynakları, insan hakları, gençlik sorunları vs. Okuduğum son tivit yalnızca 29 dakika önce yazılmış, bu kadar dayanabildim. Önümde duran koltuğun cebinde Elif Key’in “Bize iki çay söyle” kitabı duruyordu, onu elime aldım. Azıcık dalmışım kitaba. Bu sırada Çamlıca’dan köprüye doğru inişe geçmişiz dur kalk oyununda. Bir ara yan tarafta olağan olmayan bir hareket hissettim. Baktım bizimle bitişik arabanın şoförü camını açmış, bana bakarak bir şeyler söylüyor. “Ah Samet” dedim kendi kendime; “Kim bilir yine ne yaptın, adam sitem ediyor bize?” Korkarak camı indirdim, işin gücün yoksa uğraş şimdi adamla sabah sabah. Cam hafifçe aralandığında “Beyefendi…” ile başlayan bir cümle duydum ama tam anlamadım meseleyi. Yine de biraz rahatlamıştım. Adam söze “beyefendi” ile başladığına göre çok da sert bir şey söylemiyor olsa gerek diye düşündüm. Gerçi herkes kendisine “beyefendi” denmesinden hoşlanmıyor bu ülkede. Sevgili dostum Erdoğan bir toplantıda, zamanın Bartın valisine  “beyefendi” ile başlayan bir soru sormuştu da, beyefendi olmayan vali “bana beyefendi diyemezsin, bana sayın vali diyeceksin” filan diye kıyameti koparmış, olay basın yoluyla ülke çapında yankılanmıştı. Konuyla ilgili hatırladığım en iyi yorumu hatırlayamadığım bir gazeteci yapmıştı o günlerde. “Ben o akademisyenin yerinde olsaydım” demişti hatırlayamadığım gazeteci (Erdoğan da benim gibi akademisyendir, yeri gelmişken) “size beyefendi dediğim için beni bağışlayın, buradan bakınca beyefendi gibi görünüyorsunuz derdim” diye tamamlamıştı yorumunu.

Her neyse, akademisyen hastalığıyla ben yine dağıttım biraz. Konumuza dönersek, biraz rahatlamış ama ne denildiğini anlamamış ölü balık halimle ben adama bakarken o durumu anlamış olmalı ki tekrarladı; “Beyefendi profilden tıpkı Richard Gere gibisiniz, bir an sizi o zannettim.” Refleks olarak ben bir yandan elimi göz hizama getirip selamlama hareketi yaparken, diğer yandan mütebessim bir yüz ifadesiyle “teşekkür ederim” dedim adama. Salaklığa bak! Sanki “önemli olan iç güzelliğidir…” ile başlayan cümlenin en çok kullanılan ilk 20 söz arasında olduğu toplumda yetişmemişim, bunca yıl kendimi zihin gelişimine adamamışım gibi, “Richard Gere, Ahmet sen çık” felaketinin baş müsebbibine benzetildim ve o müsebbip biraz güzel (niye erkeğin güzeline yakışıklı denilir ki?) diye –tamam tamam epey güzel, hatta çok epey güzel; hatta preti vumın’daki Julia Roberts’dan bile daha biçimli bir canlı, kabul- ayaklarım yerden anında kesildi, pembe bulutların içinde dans etmeye başladım. Bir de kalk teşekkür et adama, densizlik diz boyu anlayacağınız.

Gerdirme, şişirme, doldurma, büyütme, küçültme operasyonlarına milyonların harcandığı; kırışık giderici, cildi yenileyici, ölü hücreleri def edici, büyük gösterici, parlatıcı, matlaştırıcı, sıkılaştırıcı, selülit giderici, nemlendirici… çeşit çeşit kremin, losyonun kapış kapış gittiği; güzel olmayan şarkıcıların albümlerinin satılmadığı, kliplerinin izlenmediği; bırakın enkır(o)menleri, hava durumu spikerlerinin, hatta spor spikerlerinin bile güzelinin makbul olduğu, şöhret yolunda alıp başını gittiği; “vah vah pek de güzelmiş” denilerek ölünün bile güzelinin sevildiği bir ülkede, bir dünyada yaşamıyorum ki ben. O nedenle anlayamadım neden bu dengesizliği yaptığımı; güzel bir adama benzetildim diye direkt uçuşa geçip suratıma aptal bir gülümseme kondurduğumu. Neyse ki pek sevgili eşim, akşam yemek masasında olayı anlattığımda “Peh! Saçlarından başka bir yerin de benzese bari” diyerek bir balon gibi şişen egoma iğneyi soktu da ayaklarım tekrar yere basmaya başladı.

Bundan birkaç işyeri öncesi –ki bunun çok bir zamana tekabül ettiğini (karşılık geldiğini deseydim keşke) sanmayın; birkaç işyerini bir ayda bile değiştirebilirim çünkü- bir iş arkadaşım bana “popülerlerden nefret ederim” demişti. Haklıydı. Çünkü popülerliklerinin tek dayanağı güzellik olan bu erkekleri ya da kadınları herkes sever, onları anlayışla karşılar, onların hatalarını görmezden gelir, terfi ettirir, onlar hakkında hayaller kurar, mümkünse onlarla dakika, saat, gün, gece, hafta ya da hayat geçirmek için ellerinden geleni artlarına koymazlar, hemcinsleriyle savaşırlar; yine de başarılı olamazlarsa da gizli-kuytu köşelerde o güzel kadın ve erkekleri zihinlerinde istedikleri şekle sokarak mastürbasyon yaparlar. Tamam, itiraf ediyorum; “yaparlar” değil, “yaparız”. Güzellik karşısında eğilip bükülür, şekilden şekile gireriz, genlerimize işlemiş. Güzel olmayanlar unutulup giderken güzel olanları hep hatırlarız. Lisedeki en güzel kızı ölüm döşeğinde bile unutmayız örneğin. Atatürk’ü sarı saçları mavi gözleri ile sever, ekmek almaya çıktığında destan yazan polis tarafından vurulup, iki yüz altmış dokuz gün komada kaldıktan sonra ölürken 15 yaşında ve 16 kilo olan Berkin’i zihnimizde gür kaşları ve kömür gözleri ile canlandırır, Ali İsmail’i hatırlarken daha güzel görünsün diye sarı lacivert formasını giydiririz. Hatırlanmak konusunda bu kadar şanslı olmayan çoğunluk ise unutulup gitmeye mahkumdur iki yüzlü ahlak sistemimizde. Misal Uludere bizim için atlasta yer bulma oyununda sorulabilecek okkalı bir sorudur yalnızca. Soma ise… Sahi Soma’dan çıkan güzel bir kişi var mı? Soma’yı bir yerden hatırlıyorum da. Vallahi ne hafıza var bende şekerim, tü tü tü tü 301 kere maşallah!


Bu sabah aynanın karşısında daha fazla zaman geçirdim. Saçlarımı iyice Richard’ınkine benzetmeye çalıştım. Arabanın arka koltuğuna kurulup “gazla” dedim Samet’e. Gözümü kırpmadan önüme bakıyorum sürekli, yan arabadakiler hep profilden görsünler beni diye.