Etiketler

Denemeler (12) Diğer (28) Makaleler (18) Şiirler (45)

28 Eylül 2013 Cumartesi

Güz Geldi

Güz geldi,
Kış kapıda.
Soğuklar,
Odun, kömür,
Çamurlu sokaklar,
Akan damın çilesi,
Kapalı yollar,
Yanmayan lamba,
Issız geceler
Ve hatta kim bilir;
Belki de ayrılık acısı
Kışlalarda.
Hepsi burar içimi,
Burar burmasını ya;
Gelir geçer sonununda.
Tek korkum;
Bir, yalvaran masum bakışlarıyla
Kıvrılacak bir köşe bile bulamayan köpekler
Bir de
Emirgan'da, hiç canımız çekmediği halde
Kağıt helva aldığımız kalın gözlüklü amca.
Ne olacak şimdi onlar?

                                                       Cihan Erdönmez
                                                     15.09.1997 Tarabya

Not: Bu şiir "Ben Kağıttan Bir Kayığım" adlı kitapta yayımlanmıştır.

27 Eylül 2013 Cuma

Tuncel Kurtiz

Cuma güzeldir
Hele ılık bahar güneşinde
Serin de bir rüzgar geliyorsa denizden

Anasını ağlatmışlar ülkenin
Ve de umutsuz çığlıkları gezegenin
Duymaz kimse seni, ne gam
Cuma güzeldir yine de

Cuma güzeldir elbet
Bölük pörçük hatırlarsın mısralarını
Bölük pörçük bir hayal zihninde ona dair
Sesler, renkler ve ışık hep bölük pörçük
Sorsalar kimdi o
Kolay değil anlatamazsın
Cuma güzeldir elbet
Kendin bile inanmazsın

                    Cihan Erdönmez

26 Eylül 2013 Perşembe

Bir Fenerli Fatih Terim Olayında Ne Hisseder?

Fatih Terim'in Galatasaray futbol takımı teknik direktörlüğünden yine Galatsaray Spor Kulübü Yönetim Kurulu Kararı ile alınması olayını sağır sultan bile duydu, malumunuz. Olayın tüm detaylarını herkes ezbere biliyor, o da malumunuz. Fatih Terim "dönüşüm muhteşem olacak" mesajını vererek Aysal'a son sözünü söyledi, bunu da biliyorsunuz. Bilmediğiniz şey ise bütün bunlar olurken bir Fenerlinin ne hissettiği. Evet, tek Fenerli ben değilim elbette koca dünyada. Ama diğer Fenerlililerden biraz farklı olduğumu düşünüyorum. Şöyle ki;

Futbola olan ilgimi uzun yıllardır asgari düzeye indirmiş bir Fenerliyim ben. Futbolu sarımsaklı mantıya benzetişim, bildiğim kadarıyla bana özgüdür. İkisi de özünde çok keyiflidir ama sonrasında ağızda bıraktığı tat ve koku felaket. Yani, sahada oynanan oyunla ilgili bir sıkıntım yok ama geri kalan her yönü bana pek uygun değil. Bu nedenle en son futbol maçına, yani bir stada gidişim asosyal bir teenager olduğum dönemlere denk geliyor (şimdi 43'üm). Herkesin merakla takip ettiği futbol maçlarının sonuçları hakkında çoğunlukla şu üç yolla bilgi sahibi oluyorum:

  1. Maçı  yayımlamayan TV kanallarının sağ ya da sol üst köşede verdikleri anlık maç skorlarından.
  2. Alt katta oturan ve muhtemelen Galatasaraylı olan komşumun hoplayıp zıplamalarından yola çıkarak yaptığım tahminlerden.
  3. Ve elbette ki gol sonrası patlayan silahların gürültüsünden.
Yaşamımda futbolun bıraktığı boşluğu başta basketbol, voleybol, Formula 1, Moto GP, tenis, bisiklet ve snooker (bir tür bilardo) olmak üzere muhtelif sporlara duyduğum ilgi ile doldurmaya çalışırım. Kısacası bildiğiniz Fenerlilerden biri olmasam da kanarya, sarı, lacivert, beyaz, yeşil, 1907 gibi şeylerden olağanüstü etkilendiğimi ve bu tür şeylerin kalp atışlarımı hızlandırdığını da itiraf etmeliyim.

Lafı fazla uzatmadan gelelim konunun özüne. Yukarıda özetlediğim gibi bir Fenerli olarak Fatih Terim olayı sonrasında neler hissettiğimi özetlemeye çalışayım:

  1. Elbette öncelikle sinsi bir gülümsemenin eşlik ettiği mutluluk. Ee, ne de olsa karşı cephede kargaşa var. Hep bizde olacak değil ya! Az mı çektik 3 Temmuz'dan buyana.
  2. Sonra hafif kaygıyla karışık haset durumu; Amma da büyüttüler, imparator aşağı, imparator yukarı. Dedikleri kadar da büyük değil canım bu adam!
  3. Hem o da Aysal'ın kendini istemediğini bilmiyor muydu? Bizim Kocaman gibi alıp ceketini gitseydi efendi efendi.
  4. Gene de iyi oldu iyi. Adamlar dördüncü yıldıza doğru gidiyordu. BJK'nin de ipini çektiler. Bunlarla yarışmak yine bize kaldı.
  5. Yalnız bu Aysal ve onun gibiler, liseliler mi ne, çok elitistler canım! Burunlarından kıl aldırmıyorlar.
  6. İyi de Fatih Terim'de de ciddi kişilik sorunları var. Adam dünyanın merkezinin kendisi olduğunu sanıyor. Herkese ayar, herkese fırça. Hele o Mehmet Ağar'la ilişkisi. Bu kadar da olmaz ki!
  7. ...
Durun yahu! Ben ne yapıyorum böyle? Birdenbire iğrenç bir sarımsak kokusu sardı ortalığı. Temiz havaya çıkmak lazım. Hava da güzel. Atla bisiklete, sahil yolu. Ooooh, misss!

23 Eylül 2013 Pazartesi

Futbol Kültüründen Demokrasi Çıkmaz



İnsanın inanası gelmiyor olanlara. Ama inanmak istemediklerimizi iki gün sonra unutup hayata kaldığımız yerden devam ediyoruz.


17 Eylül'de yazmışım İstanbul'da olimpiyat düzenlenmesine neden karşı çıktığımı; bu kentin değil ama bu kentte yaşayanların olimpiyatı neden hak etmediğini. Aradan bir hafta geçmedi. Dün (22 Eylül) akşam oynanan Beşiktaş-Galatasaray maçında yaşananlar, bunu söylemek mutlu etmese de, haklılığımı bir kez daha ortaya koydu. Aslında yaşadıklarımızı çabuk unutmak gibi bir özelliğimiz olmasa, yani "hafıza-ı beşer nisyan ile malüldür" sözünü söyletmesek kendi kendimize, dünkü vehamete gelene kadar pek çok olaydan ders çıkarıp önemli adımlar atardık şimdiye kadar.

Elbette dün yaşananların öncekilerden farkı vardı, bunu biliyorum. Mayıs sonunda başlayan Gezi eylemlerinin toplumda yarattığı etki, mevcut iktidarın bu etkiye karşı almış olduğu tavır ve büyük ölçüde demokratik taleplere dayalı protestoları bastırabilmek için açtığı çok boyutlu savaş. Öyle görünüyor ki dünkü olaylar da bu savaşın yeni bir halkası.

Hepimiz Gezi eylemlerinde ve sonrasında oluşan süreçte Beşiktaş taraftar grubu Çarşı'nın üstlenmiş olduğu rolü biliyoruz. Adı geçen grubun sıradan bir taraftar grubu olmanın ötesine giderek geçmişte pek çok sosyal sorumluluk projesine adını yazdırdığının farkındayız. Gezi sürecinde de  Çarşı'nın adını sıkça duyduk. Beşiktaşlı olmayan pek çok kişinin de sempatisini kazandı Çarşı ve örneğin "Fenerbahçeliyim ama yükselenim Çarşı" gibi espirili destek sloganları da hızla türedi bu süreçte.

Dünkü olayların Kartallar 1453 adını taşıyan ve hükümet yanlısı gruplar tarafından Çarşı'ya karşı olarak oluşturulan bir başka taraftar grubu kaynaklı olduğuna yönelik pek çok işaret var. Muhtemelen soruşturmayı yürüten emniyet bu yöndeki işaretleri örtbas edecektir ama sosyal medya diye bir bela var ve gerçeklerin de ortaya çıkmak gibi bir huyu var eninde sonunda. Dolayısıyla Çarşı üzerinden Gezi sürecini karalama kampanyasının bir halkasını daha yaşamış olduğumuz aşikar gibi. Hükümet emrinde yayın yapan gazetelerin tek kalemden çıkmış bugünkü manşetleri de bu saptamayı güçlendiren bulgulardan. Her ne yolla olursa olsun sandıkta kazandığı halk desteğini pekiştirerek artırmak isteyen bir iktidarın yarattığı olağan sayılması gereken bir toplumsal tabloyla karşı karşıyayız anlaşılan. Sanırım önümüzdeki günlerde buna benzer başka pek çok durumla daha karşı karşıya kalacağız.

Buraya kadar bahsettiklerim pek çok insanın malumu aslında. Ama benim değinmek istediğim başka bir önemli nokta var. O da şu; iktidarın baskıcı ve dediğim dedik uygulamalarına karşı gelişen ve kısaca Gezi süreci adını verdiğimiz toplumsal hareketin ağırlıklı olarak Çarşı başta olmak üzere futbol kökenli grupların üzerine kalıyor olması. Dün geceden beri iktidar yanlısı cepheden Çarşı'yı hedef alan açıklamaların ardı arkası kesilmezken muhalif cepheden de Çarşı'yı yedirmeyiz sesleri yükseliyor. Kaygımı daha açık dile getirmem gerekirse; son derece haklı bulduğum ve desteklediğim Gezi sürecinin futbol tabanlı grupların üzerine kaydırılarak sulandırılması gibi bir tehlike ile karşı karşıyayız kanımca. Çarşı'ya saygım sonsuz. Ama toplumsal demokrasi talepleri, daha yalın bir söyleyişle antidemokratik uygulamalara tepki ve çağdaş demokrasi arayışları Çarşı ve benzeri grupları çok çok aşan bir olgu. Ve sanıyorum hükümet (iktidar) bilinçli olarak mücadeleyi bu yöne sürüklüyor. Çünkü onlar da çok iyi biliyorlar ki futbol kültüründen demokrasi çıkmaz.


22 Eylül 2013 Pazar

Ben Kağıttan Bir Kayığım

Ben kağıttan bir kayığım,
Coşkun akan bir ırmak; yol arkadaşım.
Her çağlayanda dağılır,
Her çağlayanda yeniden doğarım.
Engeller çıkar önüme kimi zaman;
Kocaman engeller.
Takılırım onlara,
Sevgiyle bağlanırım.
Sonra bir fırtına kopar durgunluğun ardına,
Irmak yükselir,
Irmak coşar,
Ben kaçarım.
Sessizliğimi
Küçük balıkların şen şarkıları süsler,
Dans ederler etrafımda.
Eşlik etmeye çalışırım onlara,
Gücüm yetmez; yorulur
Yaslanırım dağlara.

Ben kağıttan bir kayığım;
Öylesine zayıf, öylesine hassas.
Uçsuz bucaksız bir denizdir rüyalarım.
Yıldırmaz beni çağlayanlar, engeller,
Bıkmadan, usanmadan ona koşarım.
Coşkun akan bir ırmak; yol arkadaşım.

                            Cihan Erdönmez
                             25 Haziran 1997
                                  Tarabya

Bu şiir "Ben Kağıttan Bir Kayığım" adlı kitapta yayımlanmıştır.

21 Eylül 2013 Cumartesi

At

Gömülü resim için kalıcı bağlantı
Gözlerimdeki hüznü görseydiniz
Yok, yok
Keşke beni sevseydiniz

                             Cihan Erdönmez
                              28 Ağustos 2013
                                     Şirince

Beyaz Bisiklet

Beyaz bir bisiklet gibi
Kirlenmeden
Uçar gibi geçsem
Savaşın tünellerinden

                       Cihan Erdönmez
                        28 Ağustos 2013
                              Şirince

20 Eylül 2013 Cuma

Ey Özgürlük Geldinse Kadınlara da Görün!

Dr. Cihan Erdönmez

Başlar başlamaz şunu söylemeliyim; "Diğer insanları, canlıları, doğayı ve kültürel değerleri olumsuz etkilemeyen hiçbir eylemin yasaklanmasından yana değilim." Bu yazının ana konusunu oluşturacak olan ve bir türlü çözemediğimiz türban-başörtüsü ya da genel anlamda örtünme sorununa bakışım da bu doğrultudadır. O nedenle, bana soracak olursanız, herkes, sıfatı ve görevi ne olursa olsun, istediği kıyafeti istediği yerde giyebilmelidir. Bu kıyafet çarşaf ve burka da olabilir, bikini de!

Üst paragrafta da görüldüğü üzere konu ne zaman kıyafet özgürlüğü olsa, farkına varmadan ve hatta refleks olarak onu kadın kıyafeti üzerinden tartışmaya başlıyoruz. Ben kimsenin erkek kıyafetlerini, özgürlük perspektifinde tartıştığını görmedim bugüne kadar. Bence asıl sorun tam da burada yatıyor.

İki gündür gazetelerde, Balıkesir'deki bir okula atanan Türkçe öğretmeninin başörtülü, çarşafımsı kıyafeti üzerine haberler okuyoruz (İlginç bir not: Söz konusu okul bugünlerde CHP saflarında siyasete atılma hazırlıkları yapan gazeteci Can Ataklı'nın dedesi tarafından yapılmış ve onun adını taşıyor). Tepkiler, müfettişler ve elbette savunanlar. Bugün Ahmet Hakan da Hürriyet'teki köşesinde bununla ilgili bir yazı kaleme almış.

Kimse kimsenin kıyafetine karışamaz. Buna devlet de dahil. Nokta.

Ama bu, türban, başörtüsü, kadının örtünmesi konusunda hiçbir şey söyleyemeyeceğimiz anlamına gelmiyor elbette. Madem ki konu özgürlük ve madem ki özgür bir ülkede (!) yaşıyoruz, fikirlerimi paylaşmamda bir sakınca olmayacağı anlamına gelir bu!

Kadın niye örtünür? Malumunuz tüm Adem ve Havva görsellerinde her ikisinin de yalnızca cinsel organları yaprakla örtülüdür. Demek ki o bölgeyle ilgili bir örtme-örtünme ihtiyacı her iki cins için de var. Zamanla bu ihtiyaç giderek artmış olmalı. Bu artışta kanımca, hem soğuktan korunma hem de gelenekler ve inançlar etkili olmuş. Örneğin, soğuk olgusunun yaşanmadığı ve dünyadaki yaygın dini inançların görülmediği pek çok ilkel kabilede hem erkeklerin hem de kadınların Adem ve Havva'dan hallice örtünerek yaşamaya devam ettiklerini hepimiz biliyoruz. Bildiğimiz bir şey daha var ki, bugün dünyanın hemen her bölgesinde kadınların erkelerden daha fazla örtünmesi bekleniyor. Neden?


Bu soruya yanıt alabilmek için bir anektod paylaşmak isterim; Üniversitede öğrenciyim. İkinci sınıf. Su Ürünleri dersimiz var. Derse, saygıyla anayım, Prof. Dr. Tamer Öymen (o zamanlar sanırım doçentti) giriyor. Derste balıkların erkeğinin dişisinden nasıl ayırt edilebileceğini anlatırken şunu söyledi Tamer Hoca: "Erkeği dişisinden çirkin tek hayvan insandır. Çünkü hayvanlarda dişi seçicidir, erkek dişi tarafından seçilebilmek için daha gösterişli, daha güçlü ve doğal olarak daha güzel olmalıdır." Hoca haklıydı gerçekten de. Erkek arslanların yelelerinden geyiklerin boynuzlarına, tavus kuşunun ihtişamlı kuyruğundan papağanların renklerine kadar aklınıza gelen her örnek, hocanın cümlesini doğruluyordu. Doğada, hayvanlar aleminde, dişi, güçlü, güzel, ihtişamlı erkeği seçmek üzere programlanmıştı. Ancak bu şekilde sağlıklı ve güçlü yavrulara sahip olabilir, böylelikle türünün neslinin devamlılığı mümkün olabilirdi. Sağlıksız, zayıf ve çirkin erkekler çiftleşemezler ve böylelikle doğal bir seleksiyon meydana gelebilirdi. Hocanın yanıldığı tek bir şey vardı. O da insanın istisna olmadığı.

İnsanın da, diğer hayvanlar gibi, erkeğinin dişisinden daha güzel olduğunu, ön yargılarınızdan arınarak düşünürseniz rahatlıkla görebilirsiniz. Erkek bedeni, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde, kadın bedeninden daha kompakt, daha sağlam ve daha estetik durmaktadır. Yani ister yaradılışa inanın ister evrime, erkek, dişiler tarafından seçilip üreyebilmek için daha güçlü ve güzel bir bedenle donatılmıştır. Çağımızda evliliği düşünen her kadının öncelikle "bu adamdan iyi bir baba olur mu" diye düşünmesinin nedeni de onların sahip oldukları doğal seçme içgüdüsünün çağdaş yansımasıdır bana göre. Oysa erkek yalnızca çiftleşmeyi düşünür.

Peki, ne oldu da insan dünyasında işler tersine döndü. Yani seçici erkek ve seçilen kadın haline geldi. Olan şu; insan doğal bir varlık olmaktan kültürel bir varlık olmaya doğru hızlı bir dönüşüm geçirdi. Yalnızca kendi dönüşmedi, doğayı ve doğal olan herşeyi dönüştürdü. Bu dönüşümü gerçekleştirirken de, istisnasız olarak güç kullandı. Gücünün farkına varan insan kendinden daha güçsüz gördüğü herşeyi egemenliği altına almak, kendi amaçları için kullanmak istedi. Doğayı egemenliği altına aldı, güçsüz kabileleri egemenliği altına aldı, güçsüz toplumları egemenliğe altına aldı. İnsanlık tarihine bakın; o tarih aynı zamanda güçlünün güçsüzü ezme tarihidir. Ve güçlü erkeğin egemenliği altına aldığı güçsüz kadını ezme tarihi.

Herşeye, insana özgü bir bencillik ve kıskançlıkla sahip olmak ve kendi üstünlüğünü devam ettirmek isteyen erkek, zamanla kadının farklı olduğuna inanmak istedi. Bunun için pek çok gerekçe uydurdu. Bunların başında da kadın bedeninin erkeğinkinden farklı ve zayıf olması geliyordu. Zayıf kadını koruma bahanesiyle önce örttü sonra da yavaş yavaş toplumdan çekmeye, uzaklaştırmaya başladı. Zamanla bunu öylesine benimsedi ve özümsedi ki, önce geleneklerde sonra da inançlarda yer edinmeye başladı kadınının zayıflığı ve korunması gerekliliği. Bu da yetmedi, onu kötü ve kışkırtıcı ilan etti. Erkek, aslında masumdu erkek dünyasında. Ama kadın onu kışkırtabilir ve kötülüklere yöneltebilirdi. Onun için kadın herşeyden uzak tutulmalı, sokağa çıkmamalı, çıksa da hiçbir yeri görünmemeli idi. Saçının bir teli bile. Saçının bir teline bile (sözde) zarar gelmesini istemediğimiz analarımız, karılarımız, kızlarımız, kardeşlerimizdi onlar biz erkelerin.

Bugün çağdaş olarak nitelediğimiz pek çok ülkede 20. yüzyılın ortalarına kadar rasyonel bir seçim yapabilme yeteneklerinin bile olmadığı düşünülüyordu kadınların. Haklarını almaları, erkek egemen dünyaya karşı vermiş oldukları uzun ve yıpratıcı bir mücadeleden sonra gerçekleşti. Bu dediğim yalnızca dünyanın küçük bir bölümü için geçerli elbette. Dünyanın çok büyük bir bölümünde ve ne yazık ki İslam coğrafyasının neredeyse tamamında kadınlarla erkeler asla eşit değiller. Sanırım Suudi Arabistan'da kız çocuklarının bisiklete bile binmesinin yasak olması ne demek istediğimi daha net ortaya koyar.

Ya Türkiye? Cumhuriyet devrimlerine kadar tablo oldukça karanlık. Sonra hızlı bir modernleşme hareketi ve elbette buna yönelik tepkiler. Yaklaşık bir ay sonra Cumhuriyet'in 90 yılı dolacak. 90 yıllık Cumhuriyet'te, ülkemizde kızlarımız hala okula gönderilmeyebiliyor.  Ve ülkemizde onlar hala çocuk yaşta evlendirilebiliyorlar (satılabiliyorlar). Ve ülkemizde onlar hala defalarca tecavüze uğrayıp suçlu sayılabiliyorlar. Ve ülkemizde onlar hala eksik etek görülüyorlar. Ve ülkemizde onlar hala şiddete maruz kalıyor, sokak ortasında öldürülebiliyorlar. Ve ülkemizde onlara hala "yosma", "kuyruk sallamasaydı", "verici", "motor" ve söylemek istemediğim pek çok çirkin söz rahatlıkla söylenebiliyor. Erkekler, kendilerini üstün gördükleri ve bu üstünlüklerini kaybetmek istemedikleri için ellerini kadınların üzerinden bir türlü çekmiyorlar. Kadınlar baba, koca, kardeş, mahalle, köy, töre baskısı altında kıvrım kıvrım kıvranıyorlar ve biz ülkemizde, hala, bırakın kadınlar özgürce örtünsün diyoruz. Elbette kadınlar özgürce örtünebilmeliler. Ama peki ya örtünmek onların gerçekten özgür kararları değilse? Biz bu ülkede örtünmek istemeyen her kadının rahatlıkla örtülerini atabileceği sosyolojik, psikolojik ve yasal koşulları hazırladık mı? Devlet ve diğer sosyal kurumlar, olgular ve oluşumlar bu açıdan bütün kadınlara güvence verebiliyor mu?

Ben her kadının özgürce her istediğini yapabilmesi, her istediğini giyebilmesi ya da giymemeyi tercih edebilmesi tarafındayım. Ne devlet ne de bireyler buna karışamazlar. Bu ülkede örtünen kadınlara yönelik baskılar olmuştur ve muhtemelen de devam edecektir. Bunu desteklemek mümkün değil. Peki ama istemediği halde örtünmek zorunda kalan kadınlar için tavrımız ne? Peki ama özgürce seçimler yapabilecek olanaklardan mahrum bırakılan, erkek baskısı altında ezilen kadınlar için tavrımız ne?

Ey erkekler! Önce kadınları gerçekten özgür bırakın. Üzerlerinden çirkin ön yargılarınızı ve baskınızı çekin. Onlar gerçekten ama gerçekten özgür olsun. Sonra kim ne kadar örtüneceğine gerçekten özgür olarak kendisi karar versin. Hiç bir alanda özgür olmayan kadının örtünmesine özgürlük denilemez. Ama yine de saygı duymak zorundayız. Nokta.

19 Eylül 2013 Perşembe

Sıcak

Yükseldikçe güneş
Üşüyorum
Akşam oluyor sonra
Uyuyorum kıvrılıp
Her yer çok yüksek düşümde
Düşüyorum

                     Cihan Erdönmez

17 Eylül 2013 Salı

Bütün insanlar gözyaşlarını tutuyor

Bütün insanlar gözyaşlarını tutuyor,
Bütün insanlar bakmayı unutmuş gökyüzüne.
Bütün insanlar sevgisizliği yaşıyor amansızca,
Bütün insanlar kalplerinden geçeni hissedemiyor
Ve bütün insanlar
Farklı olduğunu düşünüyor bütün insanlardan.

                                             Cihan Erdönmez
                                               (19 Mart 1994)
          (Bu şiir "Ben Kağıttan Bir Kayığım" adlı şiir kitabında yayımlanmıştır.)

İstanbul'da Olimpiyata Neden Karşı Çıktım?

Dr. Cihan Erdönmez


Geçtiğimiz günler, Türkiye'de, mevcut pek çok önemli gündem maddesine ek olarak olimpiyat heyecanıyla geçti. 7 Eylül akşamı, 2020 olimpiyatlarının hangi şehirde yapılacağının, daha doğru bir ifadeyle İstanbul'da yapılıp yapılmayacağının merakıyla TV başına kilitlendik ulus olarak. Arjantin'de yapılan oylamanın öncesi ve sonrasında yazdığım birkaç twitter mesajı ile İstanbul'da olimpiyatı desteklemediğimi, buna karşı çıktığımı açıkça dile getirdim.

Bir şeyi isterseniz ve olursa sevinirsiniz. Olmazsa üzülürsünüz. Tam tersi de geçerlidir; olmamasını istediğiniz şey olmazsa sevinir, olursa üzülürsünüz. Uluslararası Olimpiyat Komitesi Başkanı Jacques Rogge (daha sonra başkanlığa Thomas Bach seçildi) o akşam Tokyo 2020 yazılı kağıdı kameralara çevirdiğinde, olmamasını istediğim birşey gerçekleşmeyeceği için, doğal olarak sevindim. Öyle havalara sıçrayarak ya da çığlıklar atarak değil elbette, sevindim işte; içimde bir mutluluk belirdi.

Demokratik bir ülkede, hatta demokratik olmayan bir ülkede bile, insanların bazı şeyleri isteme ya da istememe hakları olduğunu düşünüyorum. Demokratik bir ülkede ise insanların istedikleri ve istemedikleri şeyleri açıkça söyleme, istedikleri şeylerin olması, istemediklerinin olmaması için yasalar çerçevesinde çaba gösterme ve nihayet sevinme ve üzülme hakları vardır. Her özgür insan neyi isteyip istemeyeceğine kendisi karar verebilir ve bu kararını kendine göre rasyonel gerekçelere dayandırabilir yahut hiçbir nedene dayandırmadan bir şeyleri isteyebilir ya da istemeyebilir. Örneğin her özgür Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı, hiçbir neden ileri sürmeksizin İstanbul'da olimpiyat istemeyebileceği gibi sırf AKP'ye karşı olduğu için de istemeyebilir. Ya da benim gibi istememe nedeni olarak bunun gibi uzun bir yazı yazabilir.

Aslını soracak olursanız böyle bir yazı yazmayı yarım saat öncesine kadar aklıma getirmiş değildim. Ta ki, çok kıymetli hükümet mensubumuz Suat Kılıç'ı öğle haberlerinde görene kadar. Aynı zamanda Samsun vekili olan bu zat, vekili olduğu ilde bir konuşma yapıyordu. Açıkçası ben Kılıç'ın o talihsiz "kınalı twit" için bir mahcubiyet ya da utanma hissi taşıdığını düşünüyordum o ana kadar. Meğer ne akılsızmışım! Utanmak bir kenara, "hiç de maksadımı aşmadım" diyordu kıymetli bakan gerine gerine!!! İşte o an şimşek çaktı kafamda. Oğlum geldi gözümün önüne. Hani akademik eğitiminin yanına sportif eğitimi de katmak için katlanmadığım fedakarlık kalmayan 11 yaşındaki oğlum. 2020 yılı geldiğinde 18 yaşında olacak. Özgür bir birey olarak Tokyo olimpiyatlarını izlerken bana dönüp
"Baba, bu uzaktan izlediğimiz olimpiyatlar yaşadığımız şehir İstanbul'da olabilirdi. Ve biz bu güzelim mücadeleleri, bu üst düzey sporcuları canlı canlı izleyebilirdik. Hatta, devlet İstanbul Olimpiyatları için spora daha çok yatırım yapar ve kim bilir belki de yarışan sporculardan biri ben olurdum. Sporu bu kadar seviyor olmana ve bu sevgiyi bana da aşılamana rağmen ne akla hizmet İstanbul 2020'ye karşı çıktın. Beni de mi düşünmedin?"
derse ne derim ona diye düşündüm. İste bu yazıyı yazma düşüncesi böyle oluştu bende. Diyeceklerimi şimdiden kayıt altına alayım dedim. Kim bilir, o gün geldiğinde yaşamıyor bile olabilirim.

Bak canım oğlum; ben İstanbul 2020 olimpiyatına karşı çıktım. Çünkü;

1- Olimpik Ruh (Olimpizm) Olmadan Olimpiyat Olmaz

Olimpiyatların Eski Yunan'da yapıldığı bilinmektedir. Ancak tam olarak nerede ve ne zaman başladığına ilişkin değişik görüşler bulunmaktadır. İlk olimpiyatların Olimpos Dağı'nda (Yunanistan'da, Selanik yakınlarında) yapıldığı ve adını da buradan aldığı rivayet edilir. Modern olimpiyatlar (Yaz Olimpiyatları) 1896 yılından beri yapılmaktadır (Kış Olimpiyatları ise 1924 yılından beri yapılmaktadır). Olimpiyatların simgesi farklı renklerde içiçe geçmiş beş halkadır. Halkalar kıtaları renkler ise ülkeleri temsil eder.




Olimpiyatların temel felsefesi biraraya gelmektir. Mevlana'nın "Ne olursan ol yine gel" sözünün bir başka yansımasıdır olimpiyat felsefesi. Olimpiyatlarda bütün ayrımlar ortadan kalkar. Hangi ülkeden, hangi dil ya da dinden, hangi cinsten, hangi inanç ve ideolojiden, hangi renkten ya da etnik kökenden olursan ol olimpiyatlarda aynısındır. Bir insanı diğerinden ayıramazsın olimpiyatlarda. Olimpiyatlarda yarışmak araçtır, amaç ise biraraya gelmek, bir olmak, aynı olmaktır. Elbette olimpiyat tarihinde bu dediklerimi gölgeleyecek örnekler var; Irkçılığın zirve yaptığı 1936 Berlin Olimpiyatı ile soğuk savaş rüzgarlarının altında yapılan 1980 Moskova ve 1984 Los Angeles Olimpiyatları gibi. Ama bu gölgeler olimpiyat güneşini kapatmaya yetmez.


Kendi yurttaşlarına bile "kına yakın" diyen bir bakanın temsil ettiği bir zihniyetin olimpiyat güneşini, olimpiyat meşalesini taşıyabileceğini düşünebiliyor musunuz? Doğduğu kentte kadınlara ayrı, erkeklere ayrı olimpik(?) havuz vaat eden bir başbakanın olimpiyattan ne anladığını sanıyorsunuz? Peki ya stadları, salonları, spor komplekslerini kim doldurup izleyecek olimpiyatta? Tuttuğu takımdan başka gerçeği olmayan, diğerini gördüğünde saldırma içgüdüsünden başka birşey hissetmeyen futbol fanatikleri mi? Ya da yolda gördüğü bisikletli için "sıkıştır, gebert şu pislikleri" diyenler mi? Ermeni, Rum, Kürt gibi sözcükleri dağarcıklarında birer küfür aracı olarak tutanlarla, onlara spor organizasyonlarında bayrak taşıtıp, büyükşehir belediyelerinde danışmanlık bahşedenlerle mi olimpik ruhu yaşatacağız? Daha fazla örnek verdirmeyin bana. Ben 37 yıldır İstanbul'da yaşıyorum ve bu kentte ne yazık ki olimpik ruh yok!


2- Spor Sevgisi Olmadan Olimpiyat Olmaz

Günlük siyasi gazete kadar günlük spor gazetesinin satıldığı bir ülkede spor sevgisinin olmadığını düşünmek için deli mi olmak gerekir? Hayır! Elbette değil. Bu ülkede olan, sadece ve sadece futbol manyaklığıdır (manyak sözcüğünü bilimsel anlamda, yani birşeye karşı aşırı istek duyma ve o yönde kontrolsüz hareket etme anlamında kullanıyorum). Aslında futbol manyaklığı bile değil; Fenerbahçe, Galatsaray, Beşiktaş vs. manyaklığı.

Spor sevgisi, sporun içinde var olan mücadeleye, daha iyiye yönelik bir sevgidir. Sporu seven mücadele edeni, daha iyi olmaya çalışanı sever ve takdir eder. Antik olimpiyatların sloganı şudur: "Citius, altius, fortius." Yani, "daha hızlı, daha yükseğe, daha uzağa." Gerçek sporcu bu felsefenin peşinden koşar hep, gerçek sporsever de bu felsefeye bağlı kalarak beğenilerini geliştir.

Kazanan rakibi alkışlamayı bilmeyen, bırakın alkışlamayı, onlara her türlü ruhsal ve fiziksel zararı vermeyi görev sayan milyonlarla mı olimpiyat olacak?

Ayrıca sporu sevmek demek sporu günlük yaşamın içine katmak, yaşamın bir parçası haline getirmek demektir. Göbek eritmek ya da kas yapmak için spor salonlarını doldurmak değil. Belediye otobüsündeki şortlu genç voleybolcuya tacizde bulunanlarla ya da spor kıyafeti giyen kadınlara yosma mumelesi yapanlarla mı olimpiyat yapacağız? Ben 37 yıldır İstanbul'da yaşıyorum ve bu kentte ne yazık ki spor sevgisi yok!

3- Spor Etiği (Ahlakı) Olmadan Olimpiyat Olmaz

Spor adalet duygusu olmadan yaşanmaz. Adil olmayan mücadele spor değildir. Sportif mücadele herkes için eşit ve adil koşullarda başlar ve o koşullarda sürdürülür. Bunu bozmaya yönelik her çaba sporu spor olmaktan çıkarır.

Dopingin bu kadar yaygınlaşmış olduğu bir ülkede spor etiğinden söz edilebilir mi? Evet, dünyanın her yerinde doping var. Kabul! Ama uluslararası alanda bir başarısı bulunan ve dopingsiz yani temiz çıkan bir sporcumuzu hatırlamakta açıkçası güçlük çekiyorum. Süreyya Ayhan'dan bu yana doping adeta göbek adımız oldu. Atletizm, halter, bisiklet... Öyle bir hale geldik ki, Gezi eylemlerine destek veren değerli bir basketbolcumuzu kadroya almadığımız baketbol milli takımımıza dopingden ceza almış bir sporcuyu kaptan yapmakta bir sakınca görmedik.

Peki ya şikeye ne demeli? Türk futbolunda ben kendimi bildim bileli şike var. Teknik adamlar, hakemler, futbolcular alınır, satılır, teşvik primleri havalarda uçar. Bunu bilmeyen, duymayan da yoktur. Büyük ölçüde siyasi yönlendirmeyle yapılmış bir operasyonla iki kulübümüze ve yöneticilerine ulusal ve uluslararası alanda cezalar verilerek temizlendik mi sanıyorsunuz? Artık pür-i pak mı olduk? Günah keçisi olarak seçilen Fenerbahçe ile Beşiktaş kaka, geri kalan bütün kulüplerimiz ve futbol dünyamız cici, öyle mi? Ben 37 yıldır İstanbul'da yaşıyorum ve bu kentte ne yazık ki spor etiği yok!

4- Doğaya Saygı Olmadan Olimpiyat Olmaz

Olimpiyat bir ülküdür. İnsanlığın huzur içinde bir arada olma, bir olma ülküsüdür. Olimpiyat dostluk ve kardeşliktir. Olimpiyat bir slogan değildir. Bu kavramların yaşandığı ve yaşama yansıdığı bir platformdur.

Doğaya karşı saygısı olmayanların diğer insanlara karşı da saygısı olamaz. Çünkü dostluk, kardeşlik ve huzurun yeşermesi için her şeyden çok sağlıklı bir doğaya ihtiyacımız bulunmaktadır.

Gelişme ve kalkınma gibi iki muğlak ve içi boş hedef için ormanlarından otoyollar geçirilen, köprüler kurulan, denizleri doldurulup sözde yeşil alanlar ve rekreasyon alanları yapılan, bir denizden öbürüne kanallar açılan, doğal ekosistemlerin tahribine her gün yeni bir halka katılan bir kentte mi olimpiyat yapacağız? Tarihin ve doğanın vermiş olduğu bunca güzellik ve zenginliğe tek bir şey katmayıp, tahripkar bir dürtüyle her geçen gün ağıtlar yaktırdığımız bu kente, bir de olimpiyat yaygarasıyla yeni projelerin, yeni inşaatların kamburunu mu yükleyeceğiz? Geçenlerde Bilgin Gökberk'in Hürriyet'teki köşesinde yazdığı gibi; olimpiyat felsefemiz gerçekten "bridge together" mı yoksa "be rich together" mı? Ben 37 yıldır İstanbul'da yaşıyorum ve bu kentte ne yazık ki doğaya saygı yok!

5- Ve Diğerleri

Demokrasi kültürünün olmadığı, demokratik değer yargılarının yaşatılamadığı, güçlü olanın güçsüz olanı bir biçimde ezdiği, zorbalığın ve şiddetin kol gezdiği; plansız ve çarpık kentleşmenin halka halka yayıldığı, toplu taşımanın yaygınlaştırılamadığı ve insan taşıma yerine araç taşımaya odaklanmış, trafik sorununu çözmekten uzak adımların çözümmüş gibi yutturulduğu; eğitimden sağlığa temizlikten güvenliğe binlerce sorun içerisinde debelenen bu koca, yaşlı ve hasta kentte mi olimpiyat yapacağız?

Olimpiyatı destekleyenleri anlıyorum. İyi bir şey olacağını düşünüyorlar. Niyetleri de iyi. Ama özellikle İstanbul'da yaşamayanlara seslenmek istiyorum; Bunun 2024'ü var, 2028'i var. Lütfen İstanbul'da olimpiyat diye lüzumsuz bir hava yaratmayın. Ben 37 yıldır İstanbul'da yaşıyorum ve bu kentin sorunları bana yetiyor. Daha fazla sorun değil artık çözüm istiyorum. İşte bu nedenle İstanbul'da olimpiyat istemiyorum!

Sevgiyi arıyordum

Sevgiyi arıyordum,
Yoldan geçen simitçi tanımadığını söyledi,
Köşedeki bakkal da çıkaramadı.
Öğretmenlerimiz söz etmemiş hiç;
Kitapları karıştırdım,
Bulamadım.
Birkaç şiir,
Birkaç roman,
Yine de tam anlatamadı.
Sordum, soruşturdum;
Kimse izine rastlamadı.
Günlerden bir gün
Bir ormana düştü yolum;
Ağaçlar toprakla kucaklaşmışlardı.
Melodileriyle eşlik ediyorlardı kuşlar
Sincapların dansına.
Börtü böcek,
Çalı çiçek,
Ne ararsan vardı.
Bir huzur kapladı içimi,
Ilık bir rüzgar esti,
Serin kokusu kaldı.
Dedim ya,
Sevgiyi arıyordum.
Sordum, soruşturdum;
Kimse izine rastlamadı.
Sevgiyi arıyordum,
Belki de kördüm.
Ormanı buldum,
Sevgiyi gördüm.

                                           Cihan Erdönmez
                                     (27 Haziran 1997, Tarabya)
                         (Bu şiir "Ben Kağıttan Bir Kayığım" adlı kitapta yayımlanmıştır.)

16 Eylül 2013 Pazartesi

Gezi Eylemleri, Çevre Protestoları ve Maslow

Dr. Cihan Erdönmez
(Bu yazı Türkiye Ormancılar Derneği tarafından çıkarılan Orman ve Av Dergisi'nin Temmuz-Ağustos 2013 sayısında "Abraham Maslow Bizi Kandırdı Mı?" başlığıyla yayımlanmıştır.)

Kuşku yok sanatçılar gerçekleri bilim adamlarından daha iyi anlatır, elbette sanat okuyuculuğu olanlara. Şiirler, romanlar, tiyatro oyunları, besteler, resimler, operalar… Daha iki gün geçmedi Roger Waters’ın gerçekleri kafamıza çivi gibi çakmasının üzerinden.

Sinema filmlerinin öğretici değeri bana göre sanıldığından daha yüksektir. Zihnimiz ve aklımız filmlerden çok etkilenir. Farkına varmadan, sindire sindire öğretir filmler. Hele animasyonlar.

Muhtemeldir ki, benim gibi pek çok yetişkin, çocuklarının hatırına tanışmıştır animasyon filmlerle. Buz Devri adlı bir film, daha doğrusu film serisi var. Animasyon. Çocuklar için. Filmin her bölümünde izleyicileri önce bir sincap karşılar. Bir de meşe palamudu. Sincap palamuda sahip olmak, onu korumak için akıl almaz bir çaba gösterir. Her seferinde kaçırır ama bir biçimde geri kazanır onu. Hiçbir tehlike onun palamut için mücadelesini engelleyemez. Abraham Maslow göbeğini çatlatsa gereksinmeler hiyerarşisinin açlık üzerinde yükseldiğini daha iyi anlatamazdı.

Maslow teorisini geliştirdiğinde takvim yaprakları 1943 senesini gösteriyordu. Teoriyi çeşitli açılardan okuyabilirsiniz. Örneğin, en basit okuma şudur: İnsan da diğer hayvan türleri gibi önce açlık ihtiyacını gidermeye odaklanır. Sonra güvenlik vs. vs.
Tarih elinden ekmeği alınan insanların savaşları ile doludur. Çünkü savaşın en kötü sonucu savaşmadığınız zaman başınıza gelecek olandır: Ölüm.

Tarihte bilinen ilk protestonun nedeni ekmektir; MÖ. 1152 yılında antik Mısır’da, Dair-El madina bölgesinde III. Ramses’e karşı ayaklanan çiftçiler hak ettikleri ödemelerin zamanında yapılmaması nedeniyle iş bırakmışlar, yani bugünkü anlamda greve gitmişlerdi.

Gezi Parkı üzerine AVM, rezidans, kışla (ya da her ne ise) yapma girişimleri ile başlayan protestolar ve mücadeleye bu perspektiften bakmak hem tarihin akışını daha iyi okumak anlamına gelir hem de Maslow’dan 70 yıl sonra Maslow’a bayrak açmak.

Çevre protestoları, çevresel aktivizm, çevre hareketleri ya da çevresel adalet… Konuya hangi isimle yaklaşırsanız yaklaşın çok eski zamanlara ulaşan bir derinlikle karşılaşmazsınız. Çünkü çevreye yönelik müdahalelerin dönüp dolaşıp ekmeğinizi ve yaşam güvenliğinizi tehdit edeceğinin anlaşılması tarihsel süreç içerisinde yeni sayılabilecek bir durumdur.

Çeşitli çevre bileşenlerine (ormanlar, denizler, ırmaklar ve göller vb.) yönelik korumacı hareketlerin 19. yüzyılın sonlarından itibaren ABD başta olmak üzere Batı’da görülmeye başlandığı bilinse de, bugünkü anlamda bir sosyal hareket olarak çevre protestolarının 1970’lerden daha geriye dayandırılması kolay olmayacaktır.

Çevre protestoları denilince ilgili ilgisiz herkesin aklına gelen ilk şey sanırım Greenpeace olacaktır. ABD’nin gerçekleştirdiği nükleer denemeleri protesto etmek amacıyla 1971 yılında Kanada’da kurulan Greenpeace bugün 40’tan fazla ülkede örgütlenmiş durumdadır. Şiddete dayalı olmayan bu aktivist grubun protesto eylemlerinin örneklerini hem farklı ülkelerden hem de ülkemizden hatırlamak olanaklı. Greenpeace’in Türkiye ofisinin kurulduğu 1992 yılı ülkemizde çevre protestolarının bir sosyal hareket haline gelmesinin de miladı sayılabilir.

Sizleri bilmem ama Türkiye’de çevre protestoları denildiğinde benim ilk aklıma gelen Bergama köylüleridir. 1989 yılında Eurogold adlı bir madencilik şirketi, Türkiye’de 500’den fazla bölgede varlığı bilinen altın yataklarından biri olan Bergama’nın köylerinde arama ruhsatı alır. O sırada Bergama Belediye Başkanlığı yapan Sefa Taşkın televizyonda altın madenciliğinin çevreye verebileceği zararlara ilişkin bir belgesel seyreder. Bunun üzerine köylerin muhtarları ile iletişim kurar ve konuyu ilçenin bir numaralı gündemi haline getirir.

Bergama köylülerinin tarihe kayıt düşen ilk protesto eylemi Ekim 1996’da gerçekleşir. Şirket altın arama faaliyetlerini gerçekleştirmek için OGM’den de aldığı izinle ağaç kesimine başlar. Bu, bardağı taşıran son damladır. Köylüler İzmir-Çanakkale karayolunu yedi saat süreyle ulaşıma kapatırlar. Bunu ilçe merkezinde belden yukarıları çıplak köylü erkeklerin[1] bildiri dağıtması, yerel referandum, idari davalar, hukuk mücadelesi, hukukun etrafından dolanmalar, medyanın satın alınması vs. vs. izler[2].

Türkiye’de çevre protestoları açısından birkaç farklı örnekten söz etmek gerekirse; Akkuyu Direnişi, Arnavutköy Semt Girişimi, Karadeniz Otoyolu Direnişi, Ilısu Barajı (Hasankeyf) Direnişi ilk anda akla gelenlerdir. Halen devam eden çevre protestolarına bakıldığında ise Amasra ve bölgesindeki termik santrallere karşı yörede oluşan sivil inisiyatif, ülkenin çeşitli bölgelerinde ve özellikle Karadeniz’de HES’lere karşı protestolar ve mücadele ile İstanbul’da üçüncü köprüye karşı mücadele sayılabilir.

Aslını soracak olursanız, Gezi Parkı protestosu, ülkemizin beceriksiz ve demokrasiyi içselleştirmemiş yöneticileri olmasa, yukarıda saydıklarımızdan çok daha küçük bir örnek olarak kalmaya mahkum bir eylemdi. Bir kent içi parkın korunmasına, oradaki ağaçların ve yeşil dokunun devamlılığına odaklanmış, üniversiteli gençlerin ağırlığını oluşturduğu bir grup tarafından şekillendirilmiş, basit, barışçıl ve hatta biraz da eğlenceli bir eylemdi Gezi başlangıçta. Bu basit protesto eylemini toplumsal bir direnişe çeviren, çevreden alıp pek çok hükümet uygulamasına yönelten, ülke ve kent idarecilerinin (yönetici değil, idarecilerinin) akıl almaz şiddet uygulamaları ve ayrımcı yaklaşımlarıydı. Bu gerçeği orada olan olmayan herkes çok iyi biliyor elbette. Bu gerçeği görmek için hiçbir detaya girmeden yalnızca “Kırmızılı Kadın” fotoğrafına bakmak bile yeterli.
Gezi direnişi ile ilgili pek çok yazı yazıldı, görüş ortaya atıldı. Siyasal içerikli olanı da vardı, sosyolojik olanı da, sportif olanı da vardı, ekolojik olanı da; iç mihraklar da yazdı dış mihraklar da, hükümet yanlıları da yazdı muhalif olanlar da; doğrular da söylendi, eğriler de… Söylenmemiş ne kaldı ki? Bence kaldı bir şeyler. Hem de önemli bir şeyler.

Bilim dünyası ile sanat dünyası arasındaki en önemli çatışmadır bence Maslow’un teorisi. Akademisyen dostlarımız derslerinde öğrencilerine anlatırlar, anlatmak zorundadırlar; Açlık her şeyden önce gelir, insan önce açlığını gidermeye odaklanır, açlığı gidermek diğer bütün ihtiyaçlardan önceliklidir diye. Oysa bunu hiçbir sanatçıya kabul ettiremezsiniz. Düşünsenize, Mel Gibson’ın hem yönetip hem de başrolünü oynadığı Braveheart (Cesur Yürek) filmini. Hani İskoçlar’ın İngilizlere karşı bağımsızlıklarını kazanmak için verdikleri mücadelenin öyküsünü. Son sahnede, öykünün kahramanı idam edilmeden hemen önce var gücüyle nasıl bağırıyordu? Açlık diye mi özgürlük diye mi?

Maslow bilerek ya da bilmeyerek tarihin en büyük kandırmacalarından birinin bilimsel ortağıdır. Tok ve güvende olmak istiyorsan diğerlerinden fedakarlıkta bulunacaksın. Diğerlerinden, örneğin özgürlükten. Evet, tabi! Gerçek bu olsaydı, Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçip ulusal mücadeleyi başlatmak yerine İngiliz Muhipleri Cemiyetine katılması gerekmez miydi?

Gezi direnişinin en önemli yanı özgürlüğün karın doyurmaktan daha önemli olduğunu bir kez daha göstermiş olmasıdır insanlara. İnsanlara. Karnını doyurduğunuz bir köpek bütün yaşamını size adayabilir. Ama insan için karnını doyurmaktan, tok olmaktan daha önemli şeyler vardır ki bunların başında özgürlük gelir. İşte bunun içindir ki Gezi’de, idarecilerin tabiri ile birkaç ağaç için başlayan eylemin büyüyüp yurt çapına yayılmasının asıl nedeni, eylem odağının tokluk ve güvenlik arayışından özgürlük arayışına doğru hızlı bir geçiş yaşamasıdır.

Binlerce yıldır bütün sanatçılar anlatmaya çalıştılar insanlara özgürlüğü. Sanat okuyuculuğu olanlar bunu anladılar. Olmayanlar ise Abraham abinin tokluk teorisini rehber edinip iki dilim ekmek için didinip durdular. Yaşadılar ama insan olamadılar. İnsanlık tarihine bir de bu açıdan bakın. Her şey açık ve anlaşılır olacaktır. Tarihte bilinen ilk protesto Mısır’da ekmek içindi. Mısır’da hala protestolar var, insanlar ölüyor; ama ekmek için değil.

Gezi bize bir kez daha özgürlük-ekmek ikileminin insani yönünü anlattı. Elbette anlayanlara.

Son olarak; elbette özgürlük ve ekmek çatışmak zorunda değil. İkisi bir arada olduğunda değmeyin insanoğlunun keyfine!



[1] Geleneksel olarak köylü erkeklerin üstsüz protestoları, Femen grubuna üye kadınların üstsüz protestolarından yöre, kültür ve sosyolojik koşullar dikkate alındığında daha fazla yadırganacak bir durum oluşturmaktadır. O nedenle Bergama köylerinin protestocu erkekleri eylem tarzı açısından Femen grubunun öncüsü sayılabilir.
[2] Bergama protestoları ile ilgili detaylı bilgi sahibi olmak isteyenler için;
·         Av. Noyan Özkan, 2004. Bergama Köylülerinin Mücadelesi. Savunuculuk ve Politikaları Etkileme Konferansı Yazıları 1, İstanbul Bilgi Üniversitesi Sivil Toplum Kuruluşları Eğitim ve Araştırma Birimi.
·         Voulvouli, A. 2011. Grassroots mobilisitaion in Turkey: The transnational character of local environmental protests. International Journal of Academic Research, 3 (1), 881-888.
·         Özer Akdemir, 2013. Bergama’dan tarihe son notlar (http://www.tr.boell.org/web/111-1629.html, erişim tarihi:06.08.2013).

15 Eylül 2013 Pazar

Tekerlekten Formula 1’e, Mühendislikten Bahreyn’e Bir Garip Yazı


Dr. Cihan Erdönmez
(Bu yazı Türkiye Ormancılar Derneği tarafından çıkarılan Orman ve Av Dergisi'nin Mayıs-Haziran 2013 sayısında yayımlanmıştır.)

Çocukluğumda bilyeliler yapardık. Bilyeli kaykaylar yani. O bilyeleri nereden nasıl bulurduk, hafızam bana yardım etmiyor. Motorlarda sürtünmeyi ve aşınmayı azaltmak amacıyla (galiba) kullanılan o bilyelerden alelade bir tahtanın bir önüne bir de arkasına takıp, tozlu mahalle sokaklarında bulabildiğimiz nadir asfalt yollarda yokuş aşağı bıraktığımızda kendimizi, uçuyor zannederdik kanatlarına binip bir göçmen kuşun. 

İnsanlık tarihini en çok etkileyen icat hangisidir acaba? Siz bu soruya ne cevap verirseniz verin, ben lafı döndürüp dolaştırıp tekerleğe getireceğim. 

Kim icat etti bu tekerlek denen şeyi? Mezopotamyalılar. Ne zaman? En az 5000 yıl önce. Neden? Muhtemelen ormandan kestikleri kütükleri daha rahat taşımak için. Böylelikle ormanla da bağlantısını kurduk mu? Kurduk. Zaten, baltanın sapının odundan olması gibi, binlerce yıl boyunca bütün tekerlekler de odundan yapılmış ve tekerlekler geliştikçe orman kaybetmiş. Yaşamın kendisi bütünüyle bir ironi değil mi ki buna şaşıralım. 

Birden yaşamımızdan tekerleğin çıktığını düşünsenize. Misal İstanbul’u düşünün. Bir tek araç yok! Harika olurdu Boğaz. Tepelerden sahile doğru bir kartopu gibi yuvarlanıp serin sulara... Su deyince aklıma geldi. Bir tek suda ihtiyaç yok galiba tekerleğe. Havada bile olmuyor onsuz. Uzay mekikleri bile tekerlekli. Dönüp dolaşıp geleceği yer bir kara parçası nihayetinde. Oysa su öyle mi? Ne işe yarar suda tekerlek. Gelecekte tekerlekli su araçları olur mu dersiniz? Bence olmaz. Olmaz, çünkü olacak olsa Jule Verne gibi biri çıkıp yazardı şimdiden. Hiç olmadı Kevin Costner’ın oynadığı Su Dünyası filminin senaristi bütün dünyanın sularla kaplandığını hayal eder de o hayale bir tekerleği çok mu görürdü? Görmezdi. Gördünüz mü işte, benim gibi karacı bir adamsanız tekerleğe muhtaçsınız. Kaçış yok! 

Belki bundan olacak Formula 1 denen illete bağımlılığım. Bağımlılık! Gerçekten bağımlılık. Milyonlarca erkeğin futbol maçı izlemek için TV aboneliği yaptırdığı bu dönemde ben Formula 1 yarışlarını izlemek için TV aboneliği yaptırdım. Ölsem yaptırmam futbol için. Ama Formula 1 başka. Sanki beni anlatıyor üstat Behçet Necatigil şiirinde;

Çok şey oluyor spor yürüyor
Şaşmaz bir saat bir raket
Bir pedal geliyor
Tekerlek farkı
Yer yerinden oynuyor
...

Bu kadar mı olur be üstat? Raket; tenis, pedal; bisiklet ve tekerlek; Formula 1. Bu kadar mı olur? Bir de basketbolu ve snooker’ı sıkıştırsaydın araya, oldu bitti. Aslında basketbol var şiirin devamında da, şu bölüme bir girseydi snooker ile birlikte; eh, oku şiiri bak bana. 

Aslında İstanbul Pisti yapılırken çevreci damarım kabarmıştı. “Bırak” dedim şu illeti kendi kendime. Olmadı. Pistin yanlış yere yapılmasının suçu Formula 1’in olamazdı ki! Bırakmadım. Hem öyle güzel kafa tutuyordu ki Ferrari’nin koltuğuna kurulmuş yılların Schumacher’ine mütevazı Renault’su ile Alonso. Bir daha benzeri hiç olmayacak kadar güzel  sarı-mavi arabasıyla kırmızılara (Ferrarilere) pisti dar ederken o, ben evde TV karşısında koltuktan koltuğa sıçrıyordum, dünya gerçekten benim için duruyordu. Kaderin cilvesine bakın ki mütevazı Renault koltuğunda kibirli Ferrari’ye kafa tutuyor diye beğenip alkışladığım Alonso üç yıldır o kibirli kırmızı aracın koltuğunda oturuyor. Şimdi, damalı bayrağı ilk geçen kırmızı aracın içindeki mavi kasklı adamsa, değmeyin keyfime! 

Sevgili eşim bilir; her türlü pazar planını yalnızca bir tek şey için bozabilirim; F1. Hiç unutmam; bir yaz tatilinin ilk günü, uzun ve yorucu bir yolun ardından otele kendimizi attığımızda, eşim ve oğlum denize koşarken ben ilk iş TV’yi açıp, karşısında yatağa uzanmıştım iki saat boyunca. 

Bilmiyorum okuyucularımızın ne kadarı Formula 1’i takip ediyordur. Çok olduğunu sanmam. Ama her kim Formula 1 hakkında az da olsa bir şeyler biliyorsa, akıllarına gelen ilk isim hiç kuşku yok Schumacher’dir. 90’lı yılların ortalarından 2000’li yılların ilk onda birlik diliminin sonuna kadar ve özellikle Ferrari takımındaki başarılarıyla bir F1 efsanesi haline gelmiş olan bu Alman pilot tereddütsüz gelmiş geçmiş en iyi F1 sürücüleri listesine ilk basamaklardadır. Ve bu basamaklarda ona birisinin eşlik etmesi gerekiyorsa, yine tereddütsüz o pilot Ayrton Senna’dır. 

Yıllar önce bir meslektaşım benim F1’e olan hayranlığımı küçümseyerek; “Mühendisler otomobili geliştiriyor, en hızlı otomobili yapıyor, siz de bunu spor diye izliyorsunuz” demişti. Az bilerek de olsa yorum yapabilme hastalığımızın bir ürünü olan bu cümle bütünüyle yanlış değildi elbet. Evet, Formula 1 sporunun bir bölümü, hem de önemli bir bölümü mühendislik üzerinde kuruluydu. Konulmuş kurallar ve limitler ölçüsünde motor gücünü en yükseğe çıkarıp, aracın yolda en iyi tutuşu sağlamasını ve en iyi aerodinamik yapıya ulaşmasını sağlamak elbette arkasında yüzlerce mühendisin ter döktüğü hayranlık uyandıran bir ekip çalışmasını gerektiriyor. Fakat bu spordaki pilotun rolü genellikle az bilenler tarafından çok ihmal ediliyor. Sanıyorlar ki az bilenler, pilot yalnızca aracı kullanıyor biz sıradan sürücüler gibi. Oysa mühendislerin yaptığı bütün geliştirmeler pilotların test, antrenman, sıralama ve yarış sürüşleri sonrasında verdiği teknik raporlar doğrultusunda gerçekleştiriliyor. İşte Ayrton Senna’nın hikayesi böyle bir rapor ve çözülemeyen sorunla ilgili. 

Aslını sorarsanız Senna için her şey oldukça ışıltılı başlıyor. Brezilyalı bir toprak imparatorunun oğlu olarak dünyaya gelen Senna, babasının yönlendirmesi ve akıttığı paralarla yarışa zaten önde başlayanlardan. En iyi hocalar, en üst düzey eğitim vs. Hızla ilerliyor Senna. Müthiş yetenek ideal koşullarla birleşince bir F1 efsanesinin doğuşu gecikmiyor. 1984 yılında Toleman takımı ile F1’e adım atan Senna 1988 yılında Alain Prost’un takım arkadaşı olarak McLaren’e transfer oluyor ve iki takım arkadaşının dillere destan rekabeti bu dönemde yaşanıyor. Hırslı, azimli ve disiplinli tarzıyla ve yeteneğiyle kullandığı aracı her geçen gün bir adım ileri götürmeyi başarıp, özellikle yağmurlu havalardaki üstün başarısıyla Rainman lakabını da bu dönemde kazanıyor. Alain Prost’la Ferrari takımında da yolları kesişen Senna ile Prost’un yolları 1990 yılının son yarışı olan Japonya Grand Prix’inde tamamen ayrılır. Prost yarışa pole (en önde) pozisyonunda başlayan Senna’nın aracına çarpınca her iki yarışçı da yarış dışı kalır. Her ne kadar Senna önceki yarışlarda topladığı puanlarla o yılı şampiyon olarak kapatsa da Ferrari ile Prost’un yolları ayrılır ve Prost bir başka F1 efsanesi olan Williams takımına transfer olur. 

1993 yılında Williams, aracın süspansiyon sisteminde denge sağlamayı güçlendiren bir elektronik destekle virajlarda savrulmayı en aza indirerek hemen bütün yarışlarda rakiplerini sürklase eder ve Prost o yılı şampiyon olarak tamamlar. 1994 sezonu için Williams Senna ile anlaşınca Prost, Senna ile aynı takımda olmamak için Williams’dan ayrılır. Ne var ki F1 yönetimi Williams tarafından 1993 yılında kullanılan elektronik sistemi, adil olmayan bir yarış yarattığını düşünerek yasaklar. Bu yasak Williams takımını yeni iyileştirme arayışlarına iter. Ancak tam bir mühendislik harikası olan bu araçların herhangi bir noktasına yapılan en küçük bir müdahale diğer kısımlarda öngörülemeyen sorunlara neden olabilmektedir. Nitekim, Senna test sürüşleri sonrasında, zaman zaman aracın ön kısmında başlayıp bir dalga halinde yayılan titreşimin direksiyonu döndürmesini zorlaştırdığını ve hatta döndürse bile aracın düz gittiğini rapor eder. Teknik ekip bu sorunu bir türlü çözemez ve sezon başlar.  

30 Nisan 1994’te (bu yazıyı 30 Nisan 2013’te yazıyorum) İtalya’da İmola Pisti’nde sezonun üçüncü yarışının sıralama turları yapılmaktadır. Senna’nın takım arkadaşı Avusturyalı pilot Roland Ratzenberger, Villneuve virajı olarak adlandırılan virajı dönemeyerek karşı taraftaki beton bariyere çarpar. Ağır yaralanan pilot, ne yazık ki ertesi gün ölür. Takım arkadaşının ölüm haberiyle sarsılan Senna ertesi gün, yani 1 Mayıs 1994’te yarışa pole pozisyonunda başlar. Arka arkaya yaşanan kazalar yarışın sık sık durmasına yol açmıştır. Güvenlik sağlandıktan sonra yarış yeniden start alır. Yedinci turda Senna 306 km hızla girdiği Tamburello virajında, daha önce defalarca rapor ettiği ancak bir türlü çözülemeyen sorun nedeniyle direksiyonu çeviremez ve son bir hamleyle 218 km’ye kadar düşürdüğü hızıyla bariyerlere çarpar. 

Direksiyon milinden kopan bir kaynak parçası Senna’nın kaskını delip kafasına saplanmıştır. Pilota ilk müdahaleyi pistteki sağlık ekibinin başı olan dünyaca ünlü beyin cerrahi Sydney Watkins yapar. Watkins daha sonra o anı şöyle anlatmaktadır: 

Çok kötü görünüyordu. Göz kapaklarını kaldırdığımda, beyninde çok ciddi bir hasar olduğu ortadaydı. Kokpitten çıkarıp yere yatırdık. Bir an iç çeker gibi oldu; tam bir agnostik olsam da, o an ruhunun ayrıldığını hissettim.” 

Daha sonra götürüldüğü hastanenin hemşireleri, ünlü  pilotun tulumunun içinden küçük bir Avusturya bayrağı çıktığını söylemişlerdir. Kaza olmasa muhtemelen yarışı birinci bitirecek olan Senna, damalı bayrağı en önde geçerken o küçük bayrağı sallayarak bir gün önce kaybettiği takım arkadaşına saygı duruşunda bulunmayı planlamış olmalıydı. 

Senna takım arkadaşı için planladığı saygı duruşunu gerçekleştiremedi ama 5 Mayıs 1994’te Sao Paolo’da gerçekleştirilen cenaze töreninde tam 500 bin kişi onun için saygı duruşundaydı. Tabutunu gözyaşları içinde taşıyanların başında ise yıllarca didişip durduğu Alain Prost gelmekteydi. 

İçinde böylesine renkli ve dramatik hikayeler barındıran Formula 1 yarışına bir hafta sonu ev sahipliği yapabilmek hemen her ülkenin hayali. Tanıtım, yakın coğrafyalardan gelecek izleyicilerin bırakacağı döviz, prestij vs. Hükümetler bunun için büyük çabalar harcıyor, motor sporları federasyonları bir oraya bir buraya koşturup duruyorlar. Tabii büyük bütçeler ortaya koymak olmazsa olmaz şart. Konu para olunca petrol zengini Arap ülkeleri bir adım öne çıkıyorlar. Bahreyn 2002 yılında inşasına başladığı Sakhir pistine 2004 yılında yarışı almayı başaran ilk Arap ülkesi. Daha sonra Birleşik Arap Emirlikleri de bu yoldan gitti. 

Bahreyn’de Nisan ayında yapılan sezonun dördüncü yarışı son yıllarda olduğu gibi büyük protesto gösterilerine sahne oldu. Bahreyn Kralı Fahd ülkenin nüfus olarak azınlığını oluşturan sünni kesiminden. Çoğunluğu şiiler oluşturuyor ve azınlığın çoğunluk üzerindeki antidemokratik (demeye gerek var mıydı?) tahakkümü ülkenin bir numaralı gündemi. Çoğunluğu oluşturan şiiler Formula 1 yarışını Kral Fahd’ın dünya üzerindeki bir göz boyama operasyonu olarak görüyorlar. Böylelikle Fahd’ın dünyaya, ülkede “her şey yolunda” mesajı verdiğini, gerçeklere dayanmayan bir halkla ilişkiler kampanyası yürüttüğünü iddia ediyorlar. Bu nedenle ülke genelinde Formula 1 aleyhinde büyük gösteriler yaşandı, yaşanıyor. Fahd’ın niyeti elbette bu olabilir. Ama şiiler olaya şöyle de bakabilirler; Formula 1 sayesinde dünyanın gözü yılda bir kez Bahreyn’e dönüyor ve biz de bu sayede sesimizi bütün dünyaya duyurmuş oluyoruz. Gerçekten de Bahreyn’deki yönetim ve halk arasındaki sorunlardan Formula 1 olmasa benim haberim olur muydu, çok emin değilim. 

Formula 1 enteresan bir dünya. Her yıl Mart ayında başlayıp Kasım’a kadar devam eden bir heyecan silsilesi. İçinde büyük hikayeler, büyük dramlar var. Büyük sürücüler, büyük yöneticiler var. O büyük yöneticilerden biri de Senna öldüğünde FIA (Uluslararası Otomobil Federasyonu) başkanı olan Max Mosley. Max Mosley, herkes Senna’nın cenazesine koşarken tercihini Senna’nın takım arkadaşı Ratzenberger için Salzburg’da yapılan cenazeye katılmaktan yana kullanmıştı. Ona neden Senna’nın cenazesine katılmadığı ve Ratzenberger’in cenazesine katıldığı sorulduğunda verdiği yanıt hala akıllardadır: 

“Ben onun törenine gittim, çünkü herkes Senna’nın cenazesine katıldı. Oraya da birilerinin gitmesinin önemli olduğunu düşündüm.” 

Formula 1’i sevmeyebilirsiniz. Onu, büyük motorlu otomobillerin gürültülü yarışı olarak değerlendirebilirsiniz. Ama asla onun, insanoğlunun sınırlarını zorlama arayışının bir ürünü olduğunu inkar edemezsiniz. Bu öylesine bir arayıştır ki içinde Senna, Schumacher ve Alonso gibi büyük yetenekleri, Ratzenberger gibi kurbanları ve Mosley gibi büyük insanları barındırır. 

Son bir not; Senna’nın ölümünden sonra FIA güvenlik önlemlerini o kadar çok artırmıştır ki, o günden bugüne otomobiller kat kat gelişmiş olmasına rağmen bir tane daha pilot ölümü yaşanmamıştır. Ve o üstün güvenlik önlemlerinin büyük bölümü, bizleri korumak için Formula 1 deneyiminden günlük araçlara transfer olmaktadır. Biz farkında olalım ya da olmayalım.

14 Eylül 2013 Cumartesi

Köpek ve Bisiklet

Ne zaman bir köpek takılsa
Bisikletimin peşine
İnip kucaklamak gelir içimden
Ve kulağına fısıldamak
Al bi tur da sen bin diye

                   Cihan Erdönmez

13 Eylül 2013 Cuma

Çocuklar ölmesin

Sen bilmezsin belki
Çocukluğum bu sokaklarda geçti
Kedi köpek başı okşamanın
Okulu kırmanın bahar aylarında
Ve sevdiğim kıza aşk mektubu yazmanın tadına
Hep bu sokaklarda vardım ben

Ben bu sokaklarda
Çok siren sesi duydum çok
Kah yangına koşan itfaiye
Kah hasta taşıyan ambulanstı o sesler
Şampiyon Fener diye inledi kimi zaman
Kimi zaman sokağa çıkma yasağı sessizliği
Sonra tanklar, panzerler
Ve sağa sola koşan askerler ellerinde piyade tüfekleri

Plastik arabalara tel takıp sürerdik ya biz
Hani gazoz kapaklarından süs yaptığımız
Şimdi çocuklar uzaktan kumandalı arabalarıyla
Belki de bizim kadar şen değiller bu sokaklarda
Olsun, olsun yine de sokaklar çocukların olsun
Zaman bu değiştiriyor her şeyi

Zaman bu değiştiriyor her şeyi
Zor gelse de bize varsın değişsin
Değişsin oyunların adı
Esas oğlan tipleri, kömür gözlü kadınlar değişsin
En sevdiğimiz dondurmacı
Kızların omuzlarına ürkekçe elimizi attığımız sinemalar
Süleyman abinin kahvesi
Cebimizdeki son parayla çay içtiğimiz
Ve hatta kontra pedal bisikletim bile değişsin
Ama kıymayın bu çocukalara ağalar
Çocuklar bu sokaklarda ölmesin

                                                                  Cihan Erdönmez