Etiketler

Denemeler (12) Diğer (28) Makaleler (18) Şiirler (45)

19 Temmuz 2016 Salı

Demokrasiden başka yol ve diyalog kurmaktan başka çözüm yok!

Darbe deyince aklıma doğrudan 12 Eylül ve kısmen de 27 Şubat gelirdi. Şimdi bir de nur topu gibi 15 Temmuz'umuz oldu.

Şakası bir yana Türkiye büyük bir felaket atlattı. Darbe girişimi başarılı olsa, olabilecekleri tahmin bile etmek istemiyorum. Her ne kadar mevcut hükümetin uygulamalarından vatandaş olarak rahatsızlıklarım olsa da, nihayetinde seçimle işbaşına gelmiş, meşru ve iktidar etme gücü sorgulanamaz bir hükümetten söz ediyoruz. 21. yüzyılda, bu şekilde işbaşına gelmiş bir hükümetin silah gücüyle iktidardan el çektirilmesi kesinlikle kabul edilemez. İktidarın nasıl değişeceğinin yöntemi demokrasi kitabında açıkça yazılıdır.

15 Temmuz'un travmatik etkileri gözlemleyebildiğim tüm toplum kesimlerinde devam ediyor. Korku, kaygı ve bir ölçüde de zafer sarhoşluğu... Bütün bu duyguların kısa sürede yerini sağlıklı tepkilere bırakması gerekiyor. 15 Temmuz gerçek anlamda bir demokrasi bayramı olabilir.

Sanırım, artık, toplumun çok önemli bir kesimi devlet organizasyonu içerisinde liyakatı bir kenara koyarak belli bir görüş, ideoloji ya da cemaati temel alan yapılanmanın ne kadar tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini görmüştür. Devlet organizasyonu, bütün bunlardan arındırılmış bir yapılanmayla ayakta kalabilir.

Diğer yandan, doğal yapıda monokültür ne kadar tehlikeli ise toplumsal yapıda da aynı derecede tehlikelidir. Toplumun sağlığı ve devamlılığı farklı inanç, ideoloji, politik yaklaşım ve yaşam tarzlarını benimsemiş grupların uyum içerisinde bir arada yaşayabilmesi ile ilişkilidir. Ve bundan daha önemlisi bu grupların birbiriyle diyalog kurması kaçınılmaz bir zorunluluktur. Çünkü hiçbir grup mükemmel olmadığı gibi her bir grup kendi içerisinde çok önemli doğruları barındırır. Gruplar arası diyalog radikalleşmeleri önler, saygı ve empatiyi güçlendirir.

Türkiye'den başka vatanımız, demokrasiden başka yolumuz, diyalogdan başka çözümümüz yok!

17 Temmuz 2016 Pazar

Darbeye karşı olmak mı?

12 Eylül 1980'de 10 yaşındaydım. Darbenin bazı bölümleri ben ve akranlarım için oyun gibiydi. Sokağa çıkma yasağına rağmen küçük muhitimizin tozlu sokaklarında oyunlar oynayıp, devriye gezen askerlerden saklanmak örneğin. Buna karşın darbe gibi darbeydi 12 Eylül. Yönetime askerler tam anlamıyla egemen olmuşlardı ve iktidarlarını değil sorgulamak, darbe kelimesini kullanmak bile mümkün değildi. Halkın çok ama çok büyük bir bölümünün darbecileri alkışlamaktan elleri şişiyordu, yazık.

O yıllar babam ve annemin Almanya'dan geri dönüşünün hemen sonrası sayılırdı. Onlar ve beş kardeşten oluşan ailemizin her şeyi, Alman marklarıyla yapılan küçük bir apartman ve onun alt katındaki bakkal dükkanıydı. Evimizin etrafı yüzlerce askeri lojmanla çevriliydi. Bu lojmanlarda 2. Zırhlı Tugay'da görev yapan astsubaylar ve aileleri kalıyordu. Bakkalımızın ana müşterileriydi onlar. Bir kısmı, özellikle uzun yaz günlerinin akşamlarında, muhtemelen karılarından gizli gizli bakalımıza gelerek bira içer, sohbet ederlerdi. Kaşının üstünde gözün var denilerek binlerce kişinin göz altına alındığı, tutuklandığı, yıllarca hapiste kaldığı, bir daha hiç haber alınamadığı ve kimilerinin de beslenmek yerine asıldığı bir dönemdi o dönem ve bir darbeydi o darbe.Büyük güruhun alkışlamaktan ellerinin şiştiği bir darbe aynı zamanda.

Koluna tek bir pıpır takan onbaşı bile  kral gibi dolaşıyordu sokaklarda. Özünde çoğunun iyi birer insan olan astsubay komşularımızın havalarını varın siz düşünün. İşte o astsubaylarla, Köy Enstitülü bir öğretmenin ışığı ile aydınlanmış Anadolu'nun küçük bir köyünden ilkokul mezunu bir çoban olarak çıkıp 10 yıla yakına Almanya medeniyetini yaşayan ve özümseyen sevgili babam çatır çatır darbe tartışması yapıyordu. Demokrasi diyordu babam, özgürlük diyordu babam, insan hakları diyordu babam, meclis diyordu, adalet diyordu, hukuk diyordu babam. O astsubaylar isteseler o anda babamı bizden alabilirler ve bir daha yüzünü göremeyeceğimiz karanlık dehlizlere yollayabilirlerdi. Alış verişi kesip, alış veriş yapılmasını engelleyip, ekmek teknemize taş koyabilirlerdi hiç olmadı. Sağ olsunlar bunu yapmadılar; ama babam asla korkmadı darbenin ve darbecilerin karşısında durmaktan. Komünist yaftası yedi ama yine de büyük güruhun alkışlamaktan yorulduğu darbenin anayasasına göğsünü gere gere hayır oyu verdi. Ondan neredeyse 30 yıl sonra "yetmez ama..." diyebildiler diğerleri.

Ben işte o babanın oğluyum. Hayatımın hiçbir anında özgürlükleri, insan haklarını, eşitlik ve adaleti, hukukun üstünlüğünü ve yalnızca seçimleriyle değil, tüm kurum ve kurallarıyla işleyen bir demokrasiyi savunmaktan geri durmadım. Şimdi bazıları darbe karşısındaki tavrımı merak edebilir. Etmesinler. Darbe karşısında benim tavrım nettir ve babamdan mirastır.

Merak edilmesi gereken, sorulması gereken asıl soru şudur: Bugün darbe karşısında demokrasi naraları atanlar, bugünkü darbeciler devletin her kademesinde ve silahlı kuvvetlerde bir kanser gibi yayılırken, binlerce masum insanı çeşit çeşit senaryoyla suçlayıp hapislerde süründürürken ne yapıyorlardı? Ve elbette en az bunun kadar önemli olan bir diğer soru da şu olmalı: Çoğunlukla doğru bir şekilde telaffuz bile edemedikleri demokrasinin her ne şartta olursa olsun en geniş bir şekilde egemen olması mıdır amaçları yoksa bir başka amaca ulaşmak için kullandıkları ve işi bitince buruşturulup atılacak bir araç mıdır demokrasi onlar için?

Demokrasiye karşı olmak mı? Benim tarafım hep bellidir, merak etmeyin.

5 Şubat 2016 Cuma

Bir köpeğin başını okşarsan...

Boncuk...

Boncuk, büyük ablamın çöp bidonu yanında bulup gizlice eve getirdiği; babamdan korktuğumuz için epey bir süre bodrum katında bir deterjan kutusunda baktığımız, kahverengi yuvarlak gözleriyle boncuk boncuk bakan, top gibi yuvarlak, şirin bir köpek yavrusuydu. Gözlerine ve o şirin yuvarlak bedenine kanıp adını Boncuk koyduk; ne de yakışmıştı. Nereden bilebilirdik büyüyüp geliştiğinde sarımtırak kahverengi tüyleri, aslan gibi yeleleri, daima dik ve kıvrık kuyruğu, kısa siyah burnu ve de şimşek gibi bakan kahverengi gözleriyle göreni yerine çakacak bir çoban köpeği olacağını. Öyle oldu ama...

Elbette babam Boncuk'u öğrendi ve kabullendi. Ona güzel ahşap bir kulübe yaptırıp apartmanımızın bahçesine koyduk. Yine apartmanımızın alt katında bulunan bakkal dükkanımıza gelen bazı müşterileri görüntüsüyle korkuttuğu için Boncuk'u gündüzleri o kulübede bağlı tutuyorduk. Oysa ben Boncuk'un üniformalılar (askerler, polisler vb.) ve Roman kardeşlerimiz dışında herhangi bir insana yan gözle baktığına hiç şahit olmadım. Üniformalılara olan tavrını bir ölçüde açıklayabiliyorum. Oturduğumuz mahallede tek katlı askeri lojmanlar bulunuyordu o zamanlar. O lojmanlarla ilgili pek çok işi görmek için mahalleye sık sık askeri araçlarla (bunlar genellikle cemse denilen eski, Amerikan yapımı ve kasası branda ile örtülü kamyonlar olurdu) er-erbaş sınıfından askerler gelir ve ne hikmetse o askerlerin yanında hep Alman Kurt Köpekleri bulunurdu. Bu durum, elbette, Boncuk gibi lider ruhlu ve erkek bir köpeğin hoşuna gitmez, bölgesine giren bu köpekleri uzaklaştırmak ister; fakat bağlı olduğu için bunu yapamaz ve çıldırırdı. Sanırım bu nedenle üniforma konusunda ileri derecede olumsuz hassasiyete sahip oldu Boncuk. Fakat, bugün hala Boncuk'un Roman kardeşlerimize karşı neden negatif duygular beslediğini anlayamıyorum. Bu negatif duyguların en uç sonuçlarından biri bir bayram gününde yaşanmıştı. Pırıl pırıl bayramlık kıyafetlerimle Boncuk'u çiş gezmesine çıkarmıştım. Yağmurlu bir gündü. Bir Roman kadın bize doğru yaklaşmış, ancak maalesef ben bunu fark etmemiştim. Boncuk hışımla kadına doğru hamle yaparak beni yere düşürmüş ve zinciri elimden kurtulduğu için gidip zavallı kadını ısırmıştı. Kadıncağız hem korkmuş hem de ağlıyordu. Belli ki çok da acı çekiyordu. Annem ve babam kadının yarasına pansuman yapıp, cebine de bir miktar para koyarak özür dileyip göndermişlerdi. Bense, sanırım o sıralar dokuz-on yaşlarındaydım, hem korkmuş hem de kadıncağızın durumuna üzülmüştüm. Tabi bir yandan da kirlenen caanım bayramlıklarıma hayıflandığımı itiraf etmeliyim.

Zaman Boncuk ile aramdaki bağı gittikçe güçlendirdi. Başta onu günde iki üç defa gezmeye çıkarmak olmak üzere, onun pek çok sorunuyla ilgilenmek, evin en küçüğü olduğum için sanırım, hep bana kalıyordu. Giderek Boncuk evin köpeğinden benim köpeğim durumuna geçti. Bundan şikayetçi de değildim aslında. Çünkü onunla aramda anlaşılması çok kolay olmayan, sıradan köpek ve sahibi bağından çok daha öte bir bağ vardı. Bazen onu gezmeye çıkardığımda, kuytu bir yerde öylece otururduk yan yana. Bu oturmalar ne kadar sürerdi şimdi hatırlamıyorum fakat saatlerce bile sürmüş olanları mutlaka vardı. Elimi, o sanki bir insanmış gibi omuzuna atar, kah ön ayaklarının bedeniyle birleştiği bölgeyi kah başını okşar, boynunu kaşır dururdum. O ise ufukta bir nokta varmış gibi sabit bir şekilde ileri, o noktaya doğru bakar, hızlı hızlı solurdu. Bu satırları yazarken Boncuk'un kokusunu hala hisseder gibi oluyorum.

Açıkçası o yıllarda çok da sosyal bir çocuk değildim. Eve gelen misafirlere hoş geldiniz demekten bile utandığım için misafirler gidene kadar, saatler, saatler boyunca evin bir diğer odasında öylece oturduğumu, dışarı çıkamadığımı hatırlıyorum. Belki de bu asosyal yapım nedeniyle Boncuk benim en yakın dostum, en güvenilir sırdaşım olmuştu. Kendimi ona, tek bir kelime söylemeden uzun uzun anlatırdım ve o da ufuktaki görünmeyen noktaya bakarak beni dinler, bundan hiç sıkılmaz, ben kalkmadan bir kez olsun kalkmaya yeltenmezdi.

Yıllar böylece geçiyordu. Ta ki ben lise ikinci sınıfa başlayana kadar. Yavaş yavaş büyük marketlerin, süpermarketlerin yayılmaya başladığı bir dönemdi. Babamın bakkal dükkanında işler kötüye gitmeye başlamıştı. Bu durum, doğal olarak babamı çok rahatsız ediyor ve bu rahatsızlığın hıncını nereden çıkaracağını şaşırıyordu. Boncuk da ne yazık ki babamın gereksiz sataşmalarından nasibini alanlar arasındaydı. Babama göre bakkala gelen müşteri sayısının giderek azalmasının nedenlerinden biri de Boncuk'tu. Boncuk bağlı bile olsa, ondan korkan müşteriler babamın bakkalına gelmek yerine başka yerlere gitmeyi tercih ediyorlardı. Elbette bu doğru değildi, saçmalıktı. Talihin bize oynadığı oyuna bakın ki, tam da o günlerde bizim sokaktan geçen bir fabrika sahibi ya da müdürü ben Boncuk'u gezdirirken görmüş, güçlü, kuvvetli ve kendine güvenen duruşunu beğenmiş ve Boncuk'un fabrikalarında mükemmel bir bekçi köpeği olacağını düşünmüş.

O günün akşamı, babam bakkalı kapattıktan sonra eve geldi. Gayet normal bir şeyden bahsediyormuşçasına ve sanki o bahsettiği şey beni hiç ilgilendirmiyormuş gibi yalnızca anneme yönelterek sözlerini -ki böyle durumlarda hep aynısını yapardı, gündüz bakkala gelen fabrika sahibini (ya da müdürünü, her ne haltsa), onun Boncuk'u istemesini, kendisinin kabul etmesini ve yarın gelip Boncuk'u alacaklarını anlatıyordu. Sekiz yaşıma kadar babamı doğru düzgün görmemiş bir çocuk olarak (babam Almanya'da işçi olarak çalışıyordu) o zamanlar ona belli bir noktadan fazla yaklaşamadığımı ve ondan çok korktuğumu hatırlıyorum. O nedenle, benim o anda çıkıp bırakın babama itiraz etmeyi, ayak diremeyi, ağzımı açıp tek bir söz bile söylemem mümkün değildi. O gece sabaha kadar ağlayıp, babamın anlattıklarında bir yanlışlık olmasını, ertesi gün her şeyin eskisi gibi devam edeceğini; ne fabrika sahibinin bir daha görüneceğini ne de Boncuk'u benden alacaklarını umdum.

Ertesi sabah, hep yaptığım gibi Boncuk'u gezdirip okula gittim. O gün okulda öğretmenlerin ne anlattığı ya da benim ne düşündüğümle ilgili hiçbir fikrim yok. İçimde olan tek duygu bir an önce okulun bitmesi ve gidip Boncuk'u kulübesinde beni beklerken bulma isteğimdi. Gittim. Kulübe boştu...

Yanılmıyorsam bu felaketten bir iki ay sonrasıydı. O sıra neyle ilgileniyordum tam bilmiyorum; birden sokağın başında Boncuk'un bana doğru heyecanla koştuğunu gördüğümü ve daha sonra da onunla sarmaş dolaş olduğumuzu hatırlıyorum. Bu bir mucize olmalıydı. Bir kaç saat sonra fabrikanın adamları geldiğinde durumun gerçekten de bir mucize olduğunu anlamıştım. Boncuk fabrikanın en az üç metre yüksekliğindeki duvarlarından, nasıl başarmışsa geçmiş ve doğruca içgüdülerinin onu yönlendirdiği yere yani yuvasına, bana, ailesine koşmuştu. Fabrikanın adamları onun boynundaki tasmaya zincirini takıp, geldikleri minibüse bindirerek bir kez daha benden kopardıklarında içimdeki sızı ilk seferkinden çok daha keskindi, ancak ben yine hiçbir şey yapamamıştım. Onun bu büyük çabasına karşın sanırım benim kılımı bile kıpırdatamamam nedeniyle artık onu istemediğimi düşünmüş olmalıydı. Boncuk'u bir daha hiç görmedim.

Bu olayın üzerinden en azından on yıl geçmişti. Fakülteyi bitirmiş, asistan olmuştum. Yüksek lisansı da tamamlamış doktora yapıyordum. Fakültenin bulunduğu Bahçeköy'e çok daha yakın olduğu için Tarabya'da bir eve taşınmıştım. Böylelikle fakültede normal mesai bittikten sonra da kalabiliyor, geç saatlere kadar doktorama yoğunlaşıyor ve sonra da bir otobüsle, ele ayak çekildikten sonra rahatlıkla eve dönebiliyordum. Yine öyle bir gündü. Bahar sonu yaz başı gibiydi. Saat sanırım sekiz civarı olmalıydı. Hava henüz kararmamış olsa da gün aydınlığı kaybolmuştu. Çalıştığım kürsünün olduğu binadan çıkıp, aynı binanın köşesinden köy tarafındaki çıkış kapısına doğru henüz yönelmiştim. Otobüs durağı köy meydanındaydı o zamanlar. Ve tabi Bahçeköy bir köydü.

Çıkış kapısından bir köpeğin fakülte yerleşkesine girdiğini ve tam bana doğru yürüdüğünü gördüm. Ormanla iç içe olan fakültemiz (Orman Fakültesi), bir sürü vicdansızın getirip ormana attığı pek çok zavallı köpek için bir sığınak gibiydi. Binden fazla öğrenci içerisinden bu köpeklerin karnını doyuran ve onların sorunlarıyla ilgilenen birileri mutlaka çıkıyordu. Aynı zamanda ben ve o zaman arkadaşım olan eşim başta olmak üzere bazı öğretim elemanları da bu konuda hassas davranıyorduk. Tabi bir de bizi sürekli dekanlığa şikayet eden ve bu pis köpeklerin (onlara göre pis köpekler) uzaklaştırılmasını ve hatta öldürülmesini isteyen daha kalabalık bir grubun varlığını da unutmamak gerekir. İşin tuhafı bu gruba mensup öğretim elemanlarının görevi öğrencilere ormanı, ekosistemi, canlılar ve hatta cansız varlıklar arasındaki koparılamaz bağı anlatmaktı. Neyse, bu farklı ve çok derin bir mevzu...

Fakültenin kapısından girip bana doğru gelen köpekle aramızdaki mesafe başlangıçta 100 metre kadardı ve hızla azalıyordu. Mesafe azaldıkça şaşkınlığım ve ona paralel olarak kalp atışlarım hem sayı hem de şiddet olarak çoğalıyordu. Aramızda 20 metre kadar kaldığında neredeyse düşüp bayılacak gibi olduğumu hatırlıyorum; çünkü gelen köpek Boncuk'un birebir kopyasıydı. O kısa süre içerisinde bunun kesinlikle mümkün olamayacağını idrak edebilmiştim ama neredeyse burnumun dibine kadar gelen köpek de tamamen Boncuk'tu işte ve tam da bu nedenle ağzımdan "Boncuk, oğlum!" sözcükleri dökülüverdi on yıl önce söylediğim tonda. O da on yıl önce yaptığı gibi sakince bana yaklaşmış ve tam önüme geldiğinde sırtını bana dönerek oturmuş ve bacaklarıma yaslanmıştı. Refleks olarak onun başını, omuzlarını okşamaya, boynunu kaşımaya başladım. Aynı anda kendi kendime "Hayır, bu kesinlikle mümkün olamaz; bir köpek bu kadar uzun yaşayamaz; yaşasa bile Kartal'dan Bahçeköy'e nasıl gelecek ve beni bulacak?" diyordum. Boncuk'tan ayrıldığımda on yaşından daha büyüktü. Aradan en az on yıl geçmişti ve şu an dizimin dibinde oturan köpek de en fazla on yaşındaydı. Bu kadar on sayısı durumun, daha doğrusu bu köpeğin Boncuk olma ihtimalini sıfırlıyordu; bu çok açıktı, fakat tozlu tüyleri arasında huzurla elimi dolaştırdığım şey neydi peki?

Sonunda onun Boncuk'a çok ama çok benzeyen bir başka köpek olduğuna kanaat getirerek köye doğru yürümeye başladım. Onun bana karşı davranışlarını da çok büyütmemem gerektiğini düşündüm. Ne de olsa köpekleri çok seviyordum ve sanırım bunu hisseden bütün köpekler bana zaten çok kolay yaklaşıyorlar, bu konuda hiç çekince duymuyorlardı. Hem bunları düşünüyor hem de yürümeye devam ediyordum ve Boncuk da (yani Boncuk'a benzeyen köpek de) arkamdan yürüyordu. Fakülte kapısına yaklaştığımda köy meydanından bir otobüsün ana yola doğru hareket ettiğini gördüm. Otobüs ana yola varmadan ona yetişmek üzere koşmaya başladım. Durak olmasa da otobüs şoförleri ana yola kadar genellikle yolcu almaya devam ediyorlardı. Otobüse yetiştim ve şoför de umduğum gibi kapılarını açtı ve kendimi otobüse attım. O zamanlar akbil yoktu. Otobüslere biletle binilir, bilet şoförün sağ çaprazındaki kutuya atılırdı. Ben kutunun önünde cebimden bilet çıkarmaya çalışırken otobüsteki az sayıda yolcunun şaşkınlık sesleri çıkardığını duydum. Hem ceplerimde bilet bulmaya çabalayıp hem de durumu anlamaya uğraşırken arkamda bana temas eden bir yumuşaklık hissettim. Dönüp baktığımda Boncuk'un da (artık ona Boncuk diyeceğim, çünkü ona o andan sonra Boncuk dedim) otobüse binmiş olduğunu gördüm. Hem ne yapacağımı hem de ne düşüneceğimi şaşırmıştım. Onu otobüsten indirmem gerekiyordu. Şoförün ya da yolcuların bir şey söylemesinden çekinerek Boncuk'u dışarı doğru ittirmeye çalıştım. Fakat bu göründüğü kadar kolay değildi. Boncuk ciddi biçimde direniyordu. Şoförden kapıyı açmasını rica ettim. Ben inince Boncuk da inecek, sonra ben tekrar binecektim ve Boncuk'un binmesine fırsat tanımadan şoför kapıyı kapatacaktı. Her şey planladığımız gibi oldu. Otobüs hareket ettiğinde Boncuk'un yol kenarında oturup bana baktığını gördüm. Sanki onu yine hayal kırıklığına uğratıyordum.

Bütün gece bu tuhaf olayı düşünüp durdum. O, önceki Boncuk olamazdı. Bu biyolojik olarak olanaksızdı. Fakat sanki fizyolojik olarak onun aynısıydı ve sanki önceki Boncuk'un ruhunu taşıyordu. Acaba onu bir daha görebilecek miydim? Buna benzer düşüncelerle kabus gibi bir gece geçirip ertesi sabah erkenden fakültenin yolunu tuttum. Fakülteye gelirken fidanlık tarafındaki durakta inip, o taraftaki kapıdan girerek uzun bir ağaçlık yolu geçip binamıza ulaşırdım her zaman ve o sabah da öyle yaptım. Bizim binaya iyice yaklaşınca, yani ağaçlık yoldan açıklığa çıktığımda kendi kendime "Bu kadarı olamaz artık!" dediğimi hatırlıyorum. Boncuk binanın giriş kapısında yatıyordu ve beni görünce tereddütsüz bir biçimde, doğruca bana doğru hareketlendi.

Boncuk o günden itibaren fakülte bahçesinde yaşayan ve kısırlaştırma ve aşılama dahil bütün bakımları bizim tarafımızdan yapılan on kadar köpeğin lideri oldu. Gruptaki erkek köpeklere göz açtırmaz, onları sürekli baskı altında tutarak "bu grubun lideri benim" mesajını açıkça verirdi. Bazen üç-beş gün ortalardan kaybolurdu Boncuk. Köy ve civarındaki dişi köpeklerin peşinde dolanır, doğal ihtiyaçlarını karşılama içgüdüsüyle ne açlık ne tokluk düşünmeden ve diğer erkek köpeklerle kavga ederek o üç-beş günü geçirirdi. Bize geri döndüğünde her tarafı yara bere içinde ve zayıflamış bir vücutla aramıza katılırdı. Birkaç günde kendini toparlar ve yaşam onun için normale dönerdi. Bir sonraki sefere kadar elbette.

O sıralar fakülte yönetimi, gelen onca şikayete rağmen bize çok destek veriyordu. Dekan Prof. Dr. Melih BOYDAK ile Dekan Yardımcıları Prof. Dr. Tahsin AKALP ve Prof. Dr. Kadir ERDİN'i verdikleri destek için saygıyla anıyorum. Fakültenin binalardan uzak ormanlık alanında köpekler için tel örgüyle çevrilmiş bir alan bile yapmışlardı. Gerektiğinde bütün köpekleri oraya kapatırdık gelen şikayetleri bir ölçüde de olsa engelleyebilmek için. Fakülte yemekhanesinde her öğlen yemek artıkları bizim için bir kaba konulurdu. O zaman arkadaşım olan eşimle ben o kabı zar zor taşıyarak köpeklere götürür ve onların karınlarını doyururduk. Hafta sonları ise Beşiktaş'taki birkaç kasaptan köpekler için kemik toplardık. Kemik bulamadığımız zamanlarda köydeki fırınlardan bayat ekmek alırdık. Bayat ekmek de yoksa mecburen taze ekmek alıp onların karınlarını doyurmaya çalışırdık. Zavallıcıklar o kadar acıkmış olurlardı ki, o taze ekmekleri heyecanla yerlerken ekmek onların damaklarını keser ve ağızlarının kenarlarından kanlar akardı. Ama onlar bunu hiç umursamazlardı ve çok mutluydular.

Onlarla ve elbette Boncuk'la o kadar çok anımız var ki, her biri ayrı ayrı hatırlanmaya değer ve her biri beni hem hafifçe güldürüp hem de gözlerimi buğulandırıyor. Uysal'ın, Puik'in, Kara'nın, Gölge'nin, Kıvırcık'ın, Beyaz'ın, Minik'in, Tilki'nin ve adını sayamadığım daha pek çoğunun kalbimde edindikleri yeri edinebilen insan sayısı son derece sınırlı, doğrusunu söylemek gerekirse. Ve elbette Boncuk! O, o kadar özel bir köpekti ki benim için, bunu kelimelerle anlatabilmenin mümkün olacağını sanmıyorum. Ayrıca, hala onun önceki Boncuk'la ne gibi bir bağı olduğunu açıklayamıyorum, fakat bir bağın olduğuna kesinlikle inanıyorum.

Önceki Boncuk'u koruyamamıştım. Bu Boncuk'u ne olursa olsun korumaya kararlıydım. Ta ki onu bir sabah fakülteye geldiğimde ağaçların altında ve çimenlerin üzerinde sırtı dönük vaziyette kıvrılmış olarak yatarken bulana kadar. Gece belediyenin köpekleri zehirlediği haberini bir şekilde öğrenmiştik ama yine de içimde fabrikacıların Boncuk'u gelip almamış olmalarını ummaya benzer bir umut vardı. Sanki Boncuk, o sırtı dönük haliyle "yine beni koruyamadın diyor", sitem olmasa bile üzüntüsünü anlatıyordu. İçimde kopan ama bir türlü dışarı vuramadığım fırtına yeniden kendini göstermişti, rüzgar Boncuk'ın sırt tüylerini usul usul oynatıyordu oysa.

Bu olayın üzerinden de neredeyse on beş yıl kadar geçti. Boncuk artık beni bütünüyle terk etmişti. Niye etmesin ki? Ben olsam ben de ederdim. Bir köpekle bir insan arasındaki fark Boncuk'la benim aramdaki fark kadar derin. Buna rağmen köpekler hala ve ısrarla insanları sevmeye ve bizlere güvenmeye devam ediyorlar. Ve bir defa olsun bir köpeğin başını okşayan, onun gözlerinin içine dikkatle bakabilmeyi başaran insanlar o andan itibaren bir başka insan oluyorlar. Nasıl mı? Anlatayım:

Öncelikle köpeklerle sadakati eşleştirme hatasına düşmeyeceğim. Sadakat, bir insana -ki, bu insan bazen bir lider, bazen bir eş ya da sevgili, bazen bir patron ya da yönetici olabilir, koşulsuz olarak bağlılık duygusu duymaktır. Sadakati besleyen şey çoğu zaman korku, çaresizlik ve çıkar gibi duygulardır. Oysa köpeklerde egemen olan duygu sevgidir. Köpekler sever. Hem de hiçbir insanın sevemeyeceği kadar çok sever. Ve köpekler sevdikleri zaman, sonunda açlık da olsa, acı ve ölüm de olsa sevmeye, sevdiklerine bağlı kalmaya devam ederler. Onların bağlılığını korku, çaresizlik ya da çıkar beslemez. Onlar sadece ve sadece sevgi nedeniyle bağlanırlar. Bundan dolayı, bir köpeğin başını okşayan birisi daha önce hiç görmediği bir sevgi türünü de tanımış olur. Bu sevgi türü sahte sözler ve gülüşlerden arındırılmış, abartılı ve yapmacık bir yön taşımayan, sadece ve sadece sevmekten ibaret olan bir sevgidir. Bu, aynı zamanda sizin, insanoğlunun bugün yaşadığı sevgisizliği görmenizi kolaylaştırır ve içiniz derin bir elem duygusuyla kaplanır.

Bir köpeğin hem başını okşayıp hem de onun gözlerinin içine bakarsanız eğer, tanışacağınız, daha doğrusu geçmişte bildiğinizden çok çok daha farklı bir anlamda tanıyacağınız şey kesinlikle masumiyettir. Sahipleri tarafından bilinçli olarak saldırgan yetiştirilmiş ya da genetik denemelerle doğallıklarından koparılmış birey ve türleri bir kenara bırakırsak, bütün köpekler dünyanın en masum canlılarıdır ve onların bu masumiyetini anlamak için sadece ve sadece gözlerine bakmanız yeterli olacaktır. O gözlere baktığınızda bu canlıdan size hiçbir zarar gelmeyeceğini kesinlikle anlarsınız. O nedenle ben tanımadığım bir köpekle karşılaştığımda önce onun gözlerine bakarım. Birileri tarafından saldırganlaştırılmış bir köpekse ya da genetik denemelere kurban gitmiş bir türse, masumiyet ifadesini göremediğim için o köpeğe çok yaklaşmamayı tercih ederim. Ama doğal bir türse ve bir köpek gibi yetişmişse, baktığım bir çift göz adeta "ben dostum, benden sana zarar gelmez, sadece bana yaklaşmanı ve beni sevmeni istiyorum" diye haykırır. Ve ben o köpeğe tereddütsüzce yaklaşırım.

Köpekler kesinlikle koku ve temizlik algınızı değiştirir. Köpeklerin derilerinin altında bulunan yağ tabakasının özelliği nedeniyle, bir köpeği ne kadar yıkarsanız yıkayın kendine has ve genellikle insanlar tarafından pek hoşlanılmayan özel bir kokuya sahip olur o köpek (köpek yıkamaktan ve köpek şampuanı satmaktan hatırı sayılır para kazananlar bunun tersini söyleyeceklerdir mutlaka). Fakat zamanla köpekteki sevgi yoğunluğu ve masumiyet hissi sizin koku algınızı öyle bir değiştirir ki, o koku sizin olağanlarınızdan biri haline gelir. Benzer şekilde, çamurlu ayaklarıyla boynunuza atlayan bir köpeğin kıyafetlerinizde bıraktığı ayak izleri önceleri size kir olarak görünse de, zamanla onlar, tıpkı yanağınızdaki ruj izi gibi birer sevgi damgası haline dönüşür ve gerçek kirin, gerçek pisliğin bir köpekle eşleştirilemeyecek derecede derin ve farklı anlamlar taşıdığını fark edersiniz.

Köpekler olağanüstü oyunculardır. Size yürüyüş sırasında eşlik etmekten, attığınız sopayı ya da topu alıp getirmekten bıkmadıkları gibi, Golden retriever gibi içinde bomba taşıyan genç yaşta bir köpekse söz konusu olan, siz top atmaktan yorulursunuz da o yine koşup getirmekten yorulmaz. Sıkılmak kelimesi köpeklerin sözlüğünde yoktur. Yeter ki sizinle bir şey yapıyor olsunlar, sıkılmaları ihtimal dahilinde değildir. Bence köpeklerle kedileri ayıran en önemli farklardan biri de budur. Çünkü kedi kolay sıkılır, yorulur ve derhal kıvrılıp yatacağı sessiz ama sıcak bir bölge arayışına girer. Köpekte bunu göremezsiniz. Dilleri bir karış dışarı çıksa da, soluk alışverişleri son derece hızlansa da gözleriniz içine yönelttikleri bakışlarıyla "gene, gene!" derler adeta. Bu özellikleriyle köpekler bulundukları ortamı canlandıran, mutluluk ve yaşam enerjisi katan birer doğa harikasıdır.

Köpeklerin en üstün özelliklerinden biri de sizin ruh halinizi kolaylıkla anlamalarına yol açan sezgileridir. Sizinle karşılaşır karşılaşmaz, sinirli mi mutlu mu olduğunuzu, yorgun mu enerjik mi olduğunuzu, kaygılı mı rahat mı olduğunuzu kolaylıkla anladıklarını fark edersiniz. Negatif bir şey sezerlerse sizi hiç rahatsız etmez, uygun bir mesafeden dikkatle ve zaman zaman bir kaşını indirip bir kaşını kaldırarak, göz bebeklerini sağa sola, aşağı yukarı oynatarak sizi izlerler. Gözleri daima üzerinizdedir. Ya ruh halinizde bir değişiklik olmasını ya da sizin her şeye rağmen "gel oğlum!" demenizi bir ermiş sabrıyla beklerler. Köpeklerin bu özelliğini anlayınca kendinizdeki her şeyin merkezi olma, herkesin sizinle ilgilenmesini isteme, sizin sorunlarınıza odaklanmasını arzulama özelliğinizden utanırsınız. Daima "ben" demeye ayarlı bir canlı olarak daima "sen" diyebilen bir canlının olabildiğini görmek sizi hem biraz rahatlatır hem de derin bir özeleştiri duygusu geliştirir.

Köpekler neyin hassas ve kırılgan olduğunu kolaylıkla anlarlar. Yetişkin bir insanla oynarken züccaciye dükkanındaki fil kıvamına gelen bu harika canlılar söz konusu bir çocuk ya da bebek olduğunda bir fırça darbesinden önce on kere düşünen bir ressam hassasiyetine bürünürler. Ayrıca köpekler özellikle çocuklara bayılırlar. Ben bunu, hem çocukların hem de köpeklerin kanatsız birer melek olmasıyla ilişkilendiriyorum. Köpekler hakkında bir şeyler öğrenmek istiyorsanız onları çocuklarla birlikteyken daha bir dikkatli izlemenizi öneririm.

Sanırım bu satırları okuyan ve köpeklerle ilgili olumsuz hatıraları olan kişiler abartılı bir anlatım içerisinde olduğumu düşünüyorlardır. Yanılıyorlar. Köpeklerle ilgili olumsuz hatıra herkeste olabilir. Örneğin ben de küçük bir çocukken, Boncuk'tan da önce, bir köpek tarafından ısırılmış biriyim. Sokağımızdaki Tamirci İsmail Amca'nın (oto kaporta tamir atölyesi olduğu için ona herkes Tamirci İsmail derdi) oğulları Şenol ve Halil Abilerin küçük ve siyah bir köpekleri vardı. Adı Maks'tı. Bir gün oynarken, yanılmıyorsam Şenol Abi sırf korkutmak amacıyla "Maks tut, tut!" yapmıştı bize doğru. Maks da gelip beni bacağımdan tutmuş, yani ısırmıştı. O zaman da Maks'a kızmamıştım. Şimdi de kızmıyorum. Çünkü Maks yalnızca sahibinin dediğini yapıyordu. Daha açıkçası, bu olaydan yola çıkarak köpekler hakkında olumsuz konuşmamıza yol açacak bir durum yoktu bana göre. Köpekler kötü görünen bir şey yapıyorlarsa, o şeyin arkasında mutlaka bir insan aramanız gerekecektir.

Her ne kadar "kötü" ile "insan"ı ben birbirine yaklaştırsam da, büyük yazar Yaşar Kemal "Kuşlar da Gitti" adlı romanın bir yerinde insanın özünün iyi olduğundan; ancak kötülüklerin bu özün etrafını bir kabuk gibi sardığından, elbette kendi eşsiz tarzıyla söz eder. Ve "adam olan" der Yaşar Kemal "o kabuğu soyup özünü ortaya çıkarmalıdır." Bence, genetik tasarım olmayan ve insanlar tarafından kasıtlı olarak saldırganlaştırılmayan doğal bir köpek Yaşar Kemal'in sözünü ettiği o "iyi öz"dür. Ve bu da benim köpekler hakkında söyleyebileceğin en son sözdür.

Daha iyi bir "öz"ü inanın bulamazsınız. Bana inanmıyorsanız hemen gidip bir sokak köpeğinin başını okşayın. Bakalım neler olacak?






29 Ocak 2016 Cuma

Bir evde kedi varsa...

Bir evde kedi varsa ne olur?

Hayal meyal hatırlayabildiğim anneannemin evinin kapısı çoğunlukla açık olur, girip çıkan kedinin haddi hesabı olmazdı. Evin her köşesinde her an bir kedi beliriverir, evin sahibi onlar mı yoksa insanlar mı bilinmezdi.

Babam pek kedici değildi önceleri. Hatta köpekleri çok seven o dağ gibi adam kedi görmeye dayanamaz, gördüğünde de bir biçimde onlara savaş açardı. Yetmişine doğru onu da kedi tutkusu sardı. Eşim doğum yapacağı için bizim Lucky'yi onlara bırakmıştık bir süre. Kedi sevdası o sıra başladı. Sonra Kiraz'ı aldılar sokaktan evlerine. Babam bırakıp gitti annemi; Kiraz hala onun can yoldaşı.

Benim çocukluğumda, babamın tavrından dolayı sanırım, köpeklerle çok haşır neşir olmama rağmen (Boncuk, o muhteşem köpek(ler?) haşır neşirlikten oldukça farklı bir vakadır, karıştırmamak gerekir) kedilerle çok fazla yakınlığım olmadı.

Her şey Lucky'nin kısırlaştırılması macerasıyla başladı. Luck eşimin kedisiydi ama eşim eşim değildi o sıra. Lucky erkek bir Siyam Kedisiydi ve azdığı zamanlarda oldukça sıkıntılı bir hayatı oluyordu. Kısırlaştırmayı ben önerdim. Daha sonra Boğaz Köprüsü'nden atlayarak intihar eden ve yaşamında kendini özellikle sokak hayvanlarına adayan veteriner dostumuzun Bağlarbaşı'ndaki kliniğinde Lucky'nin kısırlaştırma operasyonunu yaptırdık. Fakat rahmetli kayınpederim -ki kayınpederim değildi o sıra- huysuzluk yapar diye o sıra eşim olmayan eşim Lucky'yi benim bekar evime bıraktı. Lucky uzun süre anestezinin etkisinden çıkamadığı için gecenin bir yarısına kadar taşıma kabında kaldı. Çekyattan bozma yatağımın yakınına taşıma kabını koyarak uyudum. Bu uzun süre içinde Lucky doğal tüm ihtiyaçlarını o kabın içinde yaptığı için bir kediye yakışmayacak şekilde kirliydi ve kötü kokuyordu. Gecenin bir yarısında bir tıkırtıyla uyanıp (kedidir kedi sözü aklıma gelmeden) gözlerimi açtığımda Lucky'nin o kaptan çıkıp benim yatağa doğru yöneldiğini ve küfelik olmuş gibi sendeleyerek yaklaştığını gördüm. Önce durumu tam anlayamadım fakat Lucky o haliyle bile kedilik çevikliğini kullanarak zıplayıp yatağa çıktığında kendime geldim. O pis ve kokulu haliyle yatağın üzerindeydi artık ve doğrudan gözlerimin içine bakıyordu. Tuhaftır ki, tıpkı biricik oğlumun bebekliğinde onun kakalı poposunu temizlerken olduğu gibi, görünürde iğrenç olan bu durum bende hiçbir olumsuz duygu yaratmadı. Hatta refleks olarak yorganı ucundan tutup kaldırmış bulundum ve Lucky de tereddüt etmeden, o pis, kokulu ve fakat "sana ihtiyacım var" haliyle yorganın altına girip, bedenime olabildiğince yaklaşarak kıvrıldı. Ve biz o çişli ve kokulu durumda sabaha kadar koyun koyuna güzel bir uyku çektik.

Sabah uyandığımda Lucky hala koynumdaydı. O kadar huzurlu görünüyordu ki o huzur duygusu otomatik olarak ondan bana geçti. Bu dünyayı paylaşan iki sıradan canlı olarak birbirimize koşulsuz bir bağlılık içerisindeydik. O bana güvenmiş, kendini bana emanet etmişti adeta. Güvenmişti, çünkü onun kitabında gereksiz yere bir canlıya kötülük yapmak diye bir şey yoktu. Aradığı şey, aslında, yorganın değil benim bedenimin sıcaklığıydı. Bu benim için adeta bir ekoloji etiği dersi gibiydi. "Hepimiz aynıyız ve hepimiz bir diğerimize ihtiyaç duyuyoruz. Birimiz eksildiğimizde eksilen gerçekte hepimiz oluyoruz."

Yine bir gece yarısı, sindirim sistemi bozukluğu nedeniyle günlerce kaka yapamadığı için zehirlenen Lucky, bir hayvan hastanesinin soğuk metal sedyesi üzerinde son nefesini verirken yine ben vardım yanında. Eşim -o sıra eşimdi artık- daha çok küçük olan oğlumuzu bırakamadığı için evde kalmıştı. Ve sanki Lucky yıllarca önceki gece yarısını hatırlayarak minnetle bakıyordu bana, ben ona yardım edemiyor olmanın ağır yükü altında ezilirken oysa.

Evimiz, Lucky'siz geçen bir kaç ay boyunca oldukça sessiz, soğuk ve tatsız oldu. Evde bakılamayacak kadar yüksek enerjili Goldy (Golden retriever cinsi bir köpek) denemesi başarısızlıkla sonuçlanınca bütün oklar yeni bir kediyi işaret ediyordu ve o kedi, kardeşiyle birlikte çöp konteyneri yanında bulunan ve internet üzerinden sahiplendirilmeye çalışılan -ki bir kedinin sahiplendirilemeyeceği, onun sizi sahipleneceği kediciler tarafından çok iyi bilinir- Kiti oldu. Bir kış günü, internete ilan veren ve  Kadıköy'de bir apartmanın giriş katında oturan  hanımefendiden aldık Kiti'yi. Eve ilk girdiğinde, güçsüz ve zayıf bedenini dengede tutmakta zorlandığından yalpalayarak yürüdüğünü ve doğruca gidip kalorifer radyatörünün üzerine yattığını hatırlıyorum.

O günün üzerinden neredeyse dokuz yıl geçti. Evimizin dördüncü (sıralama olarak dördüncü değil, dört asli unsurdan biri anlamında) asli unsuru olan Kiti artık yaşlı sayılabilecek bir durumda. Bunun en açık göstergesi son bir kaç aydır ortaya çıkan ve bir türlü çözüm bulamadığımız sindirim sorunu. Kiti'nin olur olmaz zamanlarda olur olmaz yerlere kusmasını bir türlü önleyemedik. Değişik veterinerlerden birbirine benzeyen teşhis ve tedavi önerileri alıp uygulasak da şimdilik ne yazık ki sorun devam ediyor. Lucky'yi kaybetme nedenimizi de göz önünde bulundurunca, evde dile gelmeyen doğal bir gerginlik kol geziyor.

Aslında sözünü etmek istediği şey bu gerginlik durumu değil. Enseyi karartmamak gerekir; Kiti bu sorunun üstesinden bizim ve bilimin yardımıyla gelecektir mutlaka. Benim sözünü etmek istediği şey en başta sorduğum sorunun cevabı. Yani, bir evde kedi varsa ne olur?

Bir defa, tereddütsüz kedi evin baş köşesine kurulur ve evin geri kalan bütün düzeni kedinin yaptığı tercihe uygun olarak şekillenir. Onun oturduğu, onun yattığı, onun güneşlendiği, onun yemek yediği, onun çiş yaptığı yerler bellidir ve hiçbir güç onun bu tercihlerini değiştiremez. O nedenle evin geri kalanlarının tercihleri kedinin bu tercihlerine göre şekillenmek zorundadır.

Aile bireyleri kediyi o kadar doğal bir aile üyesi olarak benimserler ki, bir süre sonra onunla sanki bir insanmış gibi konuşmaya başlarlar. Dahası, sanki o bütün bu konuşulanları anlıyormuş gibi bakarak ve davranarak (sadece işine gelen kısımlarını tabi) sizi önceleri hayretler içerisinde bırakır. Sonra sonra bu da evin doğal proseslerinden biri haline gelir.

Kedi sizin bilim ve mantık anlayışınızı kökünden değiştirir. Başparmağınız kadar arka bacak kasıyla durduğu yerde tavana kadar sıçrayarak havadaki sineği yakalayabilmeyi hiçbir bilim ve mantık anlayışı açıklayamayacağından, bir süre sonra siz kedileri bilim düzleminin dışında bırakmak ve istisna kabul etmek zorunda kalırsınız. Aynı şekilde, günün 22 saatini uyuyarak, geri kalanını da yemek yiyip kendini yalayarak geçiren bu akıl almaz şeyin kasları her daim bu kadar güçlüyken, onca şınava, mekiğe ve ağırlık egzersizine rağmen kendi pörsüyen kaslarınıza bakıp, her ikisi arasında bir ilişki kurma arayışlarınızın beyhude olduğunu anlamanız da çok uzun sürmez.

"Kedidir kedi" sözünü söyleyen zatın ne yüce bir insan olduğunu çok kısa zamanda idrak edersiniz. Çünkü siz onu aradığınızda ne yapıp edip bulunmaz ya da görünmez olan bu tüy yumakları, sizin hiç ummadığınız bir anda hiç ummadığınız bir yerden pörtleyerek aklınızı başından alır önceleri. Sonraları buna alışırsınız ve genellikle gece gezmeyi sevdiklerinden, en derin uykunuzun bir yerinde duyduğunuz tıkırtının ondan kaynaklandığını bilir ve hiç umursamadan kafanızı tekrar yastığa gömersiniz.

Sizin saatlerce konuşarak derdinizi bir türlü anlatamamanız bir kenarda dururken, onların birkaç küçük miyavlama ve anlamlı anlamlı bakarak, biraz bacaklarınıza sürünüp biraz da poposunu size dönüp hiç kıpırdamadan oturarak her derdini net bir şekilde anlatabilmelerini kıskanmaktan başka çarenizin olmadığını hızlıca idrak edersiniz. O nedenle, insanı diğer hayvanlardan ayıran şeyin insanın konuşabilmesi olduğunu iddia edenlere karşı küçümseyici bir yargı oluşmaya başlar zamanla kafanızda. Çünkü açıkça görürsünüz ki, birbirini anlamak için konuşmaya hiç de gerek yoktur aslında. Konuşmak yalnızca kavga etmek amacıyla kullanılan bir araç olmaktan başka bir anlam taşımamaktadır evinde kedi olanlar için.

"Özgür ol! Boyun eğme! Hiçbir güç sana istemediğin bir şeyi yaptıramasın" nutkunu atıp, aynı zamanda kediye "nankör hayvan" diyenlerin akıllarındaki karışıklığı görmeniz için de çok fazla süre geçmeyecektir. Zira, kedinin nankör filan olmadığını, yalnızca istemediği şeyleri yapmaya karşı yıkılmaz bir direniş azmi olduğunu anlar; kendinizde bulunan patrona, karıya-kocaya-sevgiliye, hocaya, hükümete, mahalle baskısına, güçlüye, paraya... velhasılı kelam bir sürü şeye itaat etme zayıflığınızı sorgulamaya başlarsınız.

Daha fazla gelişmiş bir beyne sahip olmanın aslında ne büyük bir felaket olduğunu gösterir kedi size. Adeta sekiz çekirdekli işlemciye sahip bir bilgisayar gibi çalışan beyninizde kırk tilki dolaştırıp kırkının da kuyruğunu birbirine değdirmemeye çabalamanız yüzünden huzur nedir bilmezken, kedinin tek çekirdekili ve daima "neye ihtiyacım var, hadi yapayım" modunda çalışan beyniyle ne kadar huzurlu olduğunu görüp "eyyy insanoğlu, eyyy insanoğlu..." diye başlayan nutuklar atasınız gelir. Atamazsınız ama. Çünkü derhal öyle bir nutuk atarsanız başınıza neler gelebilir çantasını taşıyan yeni bir tilki üretir o gelişmiş beyniniz.

Kedi, hiç şüphesiz, güzellik ve estetik anlayışınızı kökünden sarsar. Daha önceden güzel ve estetik değeri olduğunu düşündüğünüz bütün şeyleri (bir kadın, bir araba, bir mimari eser, bir tablo vb.) kedinizle yan yana düşünürsünüz ve o şeyler bir anda iğne batırılmış bir balona dönüşür. Çünkü onlara güzel derseniz kediye ne demeniz gerektiğini bilemeyecek duruma gelirsiniz anında.

Kedilerin kime daha mesafeli kime daha kaygısızca yaklaşmaları gerektiğini kolaylıkla anlamalarını sağlayan güçlü sezgilerine hayranlık duyarsınız. Örneğin bizim Kiti, biricik oğlum Dağhan'ı sıfır risk olarak görür ve onun yanında tam bir güven duygusu içerisinde davranır. Hatta o güven duygusu o kadar güçlüdür ki, zaman zaman Kiti halı filan yolarken Dağhan engel olmak için bağırsa da Kiti ne yaptığı işi bırakma ne de dönüp Dağhan'a bakma ihtiyacı hisseder. Oysa eşim konusunda kısmen risk duygusu taşır Kiti, çünkü az da olsa kendisine doğru hızla uçarak yaklaşan terlik görmüşlüğü vardır. Yüksek risk grubunda ise ben varımdır Kiti'nin. Onun kadar çevik olmam mümkün olmadığından denk getirmişliğim vaki değilse de bir kaç darbe girişimim ile yüksek frekanslı bağırmalarım bu durumun temel nedenidir.

Abartılı mutfak kültürüne benim gibi savaş açmış biriyseniz eğer kediler sizin için en iyi argüman olur. Konuyla ilgili tartışmaların sıkıştığınız noktalarında "bak kedilere; ömür boyu aynı kıtır mamayı yiyorlar, gayet de sağlıklı ve mutlular; kuş sütü bile eksik olmayan sofralarda, kimsenin bilmediği anlaşılmaz tariflerde mutluluğu aramak ne büyük yanılgı eyyy arkadaş!" diyerek üstünlüğü tekrar ele alabilirsiniz.

Yaşamla güneş arasındaki ilişkiyi size öyle iyi anlatırlar ki, yaşam felsefeniz radikal biçimde değişir. Evin içine bir şekilde girmeyi başarmış en küçük güneş hüzmesini bile bulup ondan yararlanmak konusunda öylesine mahirdirler ki kediler; insanoğlu bu konuda kedilerin yaptığının onda birini yapacak kadar akıllı olsaydı, inanın dünya çok daha mutlu ve huzurlu bir yer olur; ne sera gazının ne de iklim değişikliğinin esamesi okunurdu.

Kendi türüne zorunlu olmadıkça bir metreden daha fazla yaklaşmayan bu enteresan canlıların biz tüysüz yaratıklara sokulmak konusundaki istek ve azmini açıklamak konusunda yıllarca kafa yorar ve sonuçta bir hiçlikle karşı karşıya kalırsınız. Çünkü ne bunu ne de genel olarak kedileri bütünüyle açıklayabilecek bir düşünce geliştirilememiş, bir kitap yazılamamıştır bugüne kadar. Bu satırlar gibi saçmalıklar kedileri açıklayabilmekten gerçekten çok uzaktır ve sanırım aslında yapmamız gereken, onları açıklayabilme çabasını bir kenara bırakıp onlarla birlikte yaşanan hayatın tadını çıkarmak olacaktır. Bol kedili, bol mırıltılı, bol tüylü günler...

Not: Bundan sonraki yazının başlığı: Bir köpeğin başını okşarsan...