Dr. Cihan ERDÖNMEZ
Yılın en sevdiğim ayları Mayıs, Haziran ve Temmuz'dur. Havalar ısınır. Doğa bütünüyle canlanmıştır. Yaz tatili hayalleri de şekillenmeye başlar. Gezi siteleri boş zamanlarda sıkça ziyaret edilir. Çocukluk yıllarından kalma bir alışkanlık da olabilir, okulların kapanışının getirdiği mutluluk. Yaz gelmiştir artık. Yaz demek tatil demektir. Dahası var mı? Ağustos'ta içimiz burulmaya başlar yavaş yavaş. Hele ikinci yarısı. Önce havalar değişir. Sonra moralimiz. Yaz bitmekte, sıkıcı günler yaklaşmaktadır. Sanki güzel olan herşeye elveda deme zamanıdır artık.
Benim için Mayıs, Haziran ve Temmuz'u güzelleştiren başka etkenler de var. Hatta yukarıda saydıklarımdan daha önemlidir bunlar; İki tenis turnuvası ve iki bisiklet turu; Rolland Garros (Fransa Açık) ve Wimbledon ile Giro di İtalia (İtalya Bisiklet Turu) ve Tour de France (Fransa Bisiklet Turu). Eurosport sayaseninde bu muhteşem sportif heyecana ortak olurum ekran başında. Umarım bir gün herbirini canlı izleme fırsatını da yakalarım.
Toprak kortun zirvesi olan Roland Garros ne kadar ihtişamlı olsa da Wimbledon başkadır. Benzer durum Tour de France için de geçerlidir. Giro'dan bir kaç basamak yukarıdadır hep. Ayrıca bu dörtlemenin son halkası, en son gerçekleşenidir. Temmuz sonuna doğru Paris'te, dünyanın zirvesinde yer alan yüzlerce bisikletçinin Şanzelize geçidiyle son bulur. Her ne kadar bu yıl olimpiyatlar ve onun yarattığı heyecan içimi sıcak tutsa da diğer yıllarda Tour de France'ın bitişi tatlı uyuşukluğun son bulması anlamına gelir.
Tour de France'ın üç haftalık çekimine bunca bel bağlayan benim için daha başlangıçta işler umduğumun dışında seyretmeye başlamıştı. Doping nedeniyle cezalı olan 2009 ve 2010 şampiyonu (2010 şampiyonluğu doping cezası nedeniyle alındı) Alberto Contador'un tura katılamayacak olmasına onun en büyük rakibi olan Andy Schleck'in de sakatlık nedeniyle turdan çekilmesi eklenince tatsız bir durum ister istemez ortaya çıkmıştı. Ortam bir önceki yılın şampiyonu ve Avustralya'nın milli kahramanı Cadel Evans için özel olarak ayarlanmış gibiydi. Tur başladığında seçilen etapların da son derece monoton olduğu ortaya çıktı. Özellikle tırmanma etapları ne Alpler'de ne de Pireneler'de arzulanan rekabeti ortaya çıkarma potansiyelinden uzaktı. Buna bir de genel klasman lideri Bradley Wiggins'in takımı Sky'ın uyutucu taktikleri ve bu taktiklere baş kaldıracak hali bile olmayan BMC ve Cadel Evans eklenince işler iyice keçi boynuzu tadı vermeye başladı. Öyle ki peletonun saatlerce sohbet halinde seyrettiğine tanıklık etmek gibi bir işkenceye muhatap olmak zorunda kaldık ekran başında. Bugün 17. etap şu sıralarda koşuluyor olsa da turu Wiggins'in kazanacağı neredeyse kesin gibi. Üstelik sprint finişlerinin şimdiden efsaneleşmiş ismi Mark Cavendish de tek etap galibiyetinde kaldı ve takımı Sky bu konuda hiçbir şey yapamadı. Ve de belki de en önemlisi birkaç gün önce Andy'nin kardeşi Frank Schleck'in doping testinin pozitif çıktığı açıklandı. B testinin sonucu belli olmasa da henüz bisiklet artık dopingle anılmaya başlanan bir spor haline geldi büyük ölçüde.
Sanırım bütün bisiklet severeler kabus gibi geçen bu turun bir an önce bitmesini ve bu seneyi unutmak istiyorlar. Umarım olimpiyatlar ve Contador ile Andy Schelck'in katılacağı İspanya Bisiklet Turu bu hayal kırıklığını unutmamızı sağlayacak heyecana sahip olur.
19 Temmuz 2012 Perşembe
11 Temmuz 2012 Çarşamba
Ne İçin Çabalarız?
Dr. Cihan ERDÖNMEZ
Fırsatları biz mi yaratırız yoksa bizim dışımızdaki şeyler mi çıkarır onları karşımıza? Bu ve buna benzer sorular sıkça sorulur. Yanıtları da verilir elbette. Ancak doğru soru bence, karşımıza çıkan fırsatları nasıl değerlendirdiğimizdir.
Dönüp baktığımda geçmişe, başardığım pek çok şeyin hayatıma nasıl girdiğini ya da benim o şeyi hayatıma sokmak için ne gibi bir çaba harcadığımı hatırlamıyorum. Hatırladığım, o şeyle başarı arasında nasıl bir bağ kurduğum ya da kuramadığım.
Bunun tam tersi bir yol izleyenler de var. Yani kendilerine hedefler koyup, o hedefe ulaşmak için fırsatlar yaratmak üzere çaba sarfedenler. "Dişimle tırnağımla kazıdım" diyenler; dantel dantel, oya oya işleyenler. Kiminle konuşmak, nereye gitmek, kime yakın kime uzak durmak gerektiğini bilir onlar. Nerede görünmek nerede görünmemek gerektiği konusunda uzmandırlar. Ayrıca düşündüklerini bastırıp düşünmediklerini haykırmak konusunda da. Çerçeveye girmek konusunda hünerlidirler.
Benim yolum kendime yatırım yapmakla sınırlıdır. Daha çok bilmek, gelişmek ve bunları hayata aktarabilmekle alakalıdır bu. Hatasız olmak değil, hatalarından arınmaya çalışmak. Aynı hatayı tekrarlamamak. Böyle olunca hatasız insan arama hastalığından da kurtulmak olanaklı oluyor. Ben kusursuz değilim ki başkaları olsun.
Demek istediğim şu kısaca; bir yere varmak için değil çabam. Çabam berrak ve temiz bir su olmak için. Olabilirsem eğer, elbet bir cana can katar, susuz bir bedene hayat verebilirim. Yok eğer olamazsam, dünyayı kirletmekten başka hiçbir işe yaramam.
Fırsatları biz mi yaratırız yoksa bizim dışımızdaki şeyler mi çıkarır onları karşımıza? Bu ve buna benzer sorular sıkça sorulur. Yanıtları da verilir elbette. Ancak doğru soru bence, karşımıza çıkan fırsatları nasıl değerlendirdiğimizdir.
Dönüp baktığımda geçmişe, başardığım pek çok şeyin hayatıma nasıl girdiğini ya da benim o şeyi hayatıma sokmak için ne gibi bir çaba harcadığımı hatırlamıyorum. Hatırladığım, o şeyle başarı arasında nasıl bir bağ kurduğum ya da kuramadığım.
Bunun tam tersi bir yol izleyenler de var. Yani kendilerine hedefler koyup, o hedefe ulaşmak için fırsatlar yaratmak üzere çaba sarfedenler. "Dişimle tırnağımla kazıdım" diyenler; dantel dantel, oya oya işleyenler. Kiminle konuşmak, nereye gitmek, kime yakın kime uzak durmak gerektiğini bilir onlar. Nerede görünmek nerede görünmemek gerektiği konusunda uzmandırlar. Ayrıca düşündüklerini bastırıp düşünmediklerini haykırmak konusunda da. Çerçeveye girmek konusunda hünerlidirler.
Benim yolum kendime yatırım yapmakla sınırlıdır. Daha çok bilmek, gelişmek ve bunları hayata aktarabilmekle alakalıdır bu. Hatasız olmak değil, hatalarından arınmaya çalışmak. Aynı hatayı tekrarlamamak. Böyle olunca hatasız insan arama hastalığından da kurtulmak olanaklı oluyor. Ben kusursuz değilim ki başkaları olsun.
Demek istediğim şu kısaca; bir yere varmak için değil çabam. Çabam berrak ve temiz bir su olmak için. Olabilirsem eğer, elbet bir cana can katar, susuz bir bedene hayat verebilirim. Yok eğer olamazsam, dünyayı kirletmekten başka hiçbir işe yaramam.
3 Temmuz 2012 Salı
Kadınlar ve Erkeler
Kadınlar ve Erkekler
Dr. Cihan ERDÖNMEZ
2010 yazında Barcelona kentinde düzenlenen Avrupa Atletizm
Şampiyonasında beni çok şaşırtan bir olay yaşanmıştı. Nevin Yanıt 100 m engelli
finalinde oldukça iddialı rakiplerinin arasından sıyrılıp, yanılmıyorsam 12.61’lik
derecesiyle altın madalyayı boynuna geçirmişti. “Ne var bunda? Daha önce de
1500 m yarışında Süreyya Ayhan aynı başarıyı göstermişti” diyenler olabilir.
Elbette. Ancak, ülkemizin sahip olduğu coğrafi özellikler orta ve uzun mesafe
koşucusu çıkarmak için son derece uygun. Ortalama yükselti fazla olduğu için,
dayanıklılık branşları açısından avantaj teşkil eden bu durum patlayıcı güç
gerektiren branşlarda olumsuz faktör olarak karşımıza çıkar. Belki de bu yüzden
benim kuşağım atletizm denildiğinde Mehmet Yurdadönleri, Mehmet Terzileri
hatırlar. Durumun daha iyi anlaşılabilmesi açısından şu örnekleri vermekte
fayda var; Etiyopya ve Kenya gibi ülkelerden yığınla orta ve uzun mesafe
koşucusu çıkarken bir tane bile kısa mesafe koşucusu çıkmamaktadır. Oysa Jamaika’dan
sayısını bile hatırlayamayacağımız kadar çok sprinter çıkmakta, buna karşılık
uzun mesafe koşucusuna hiç rastlanmamaktadır.
Sporcuların genetik özellikleriyle birlikte yetiştikleri
ülkelerin coğrafi özellikleri, yetenek ve nitelikler üzerinde yüksek
belirleyicilik düzeyine sahiptir. Aslında coğrafi özelliklerin belirlediği
özelliklerin bir noktadan sonra genetik hale geldiğini de gözden uzak tutmamak
gerekir.
Bu nedenle, Nevin Yanıt’ın 100 m engelli gibi hem bütünüyle
patlayıcı güç gerektiren hem de son derece teknik bir branşta Avrupa’nın en
iyisi olması gerçekten şaşırılması gereken bir durumdu. Yoksa bir rastlantı
mıydı? Hayır. Hayır, çünkü Nevin bunun rastlantı olmadığını birkaç gün önce
Helsinki’de gerçekleşen şampiyonada altını yeniden boynuna geçirerek ispatladı.
Bu bir rastlantı değil, azim, kararlılık ve disiplinli çalışmanın bir
sonucuydu. Dahası, bunu Türkiye’de ancak bir kadın yapabilirdi.
Kadınların bu açıdan erkekleri fersah fersah geride bırakmış
olmasının başka pek çok göstergesi de var elbette. En çok da sporda. Örnek mi?
Milyonlarca erkek zamanını, enerjisini ve parasını futbola yatırırken kadın
voleybolunun geldiği nokta. Hem ulusal takım hem de kulüp takımları düzeyinde
dünyanın zirvesindeyiz. Ulusal takımın, yine birkaç gün önce sonuçlanan Dünya
Grand Prix’sinde üçüncü olması ve çok daha önceden Londra Olimpiyatlarına gidiş
vizesini alması. Vakıfbank Türk Telekom ile Fenerbahçe Universal’in Avrupa’nın
en büyük kupasını son iki sene peş peşe havaya kaldırmış olmaları. Ligimizin
Avrupa’nın en değerli ligi olması ve yıllar süren İtalya egemenliğine son
vermesi… Benzer bir durumu basketbolda da görmek olanaklı. Kadın
basketbolcularımız da geçen hafta Londra Olimpiyatları vizesini aldılar. Kadın
basketbol ligimiz Avrupa’nın en değerli ligi ve WNBA ligi oyuncularının çok
büyük bir bölümü kış sezonunu ülkemiz takımlarında geçirmeyi tercih ediyorlar.
Başta Fenerbahçe olmak üzere kadın basketbol takımlarımız Avrupa kupalarında
yıllardır, futbol takımlarının hayalini bile kuramayacağı düzeylerde mücadele
ediyor ve saygı uyandırıyorlar.
Kadınların azim, kararlılık ve disiplin gerektiren alanlarda
erkeklerin bu kadar çok önüne geçmelerinin nedeni ne olabilir? Bu evrensel bir
realite midir yoksa ülkemize has bir durum mudur?
Şurası kesin ki, dünyanın her yerinde kadınlar erkeklerden
daha dayanıklıdır. Çünkü onlar anne adayıdır ve yavrularını her koşul ve
güçlükte korumak üzere kodlanmışlardır. Gözünü budaktan sakınmamak ya da
göğsünü siper etmek gerçek anlamda yalnızca kadınlara mahsus özelliklerdir.
Hedefi olan bir kadını durdurmanın imkansızlığı tarih sayfalarında olduğu kadar
günümüz dünyasında da binlerce örnekle ispatlanabilir.
Peki, ülkemiz kadınlarını daha güçlü kılan bir etken var mı?
Varsa nedir? Bu soruların yanıtını bulmak için ülkemizde kadına ve erkeğe
biçilen rolleri, sorumlulukları, hakları, yetkileri ve bu koşullar altında
aşmaları gereken engelleri irdelemekte fayda var.
Kadın daha doğduğu an yenik duruma düşer. Erkek çocuk,
kırsal ya da kentsel, zengin ya da yoksul, ataerkil ya da demokratik her ailede
bir adım önde başlar yaşama. Kız çocuklarının önüne engeller konulmaya okul
çağına bile varmadan başlanır. Kızların daha uslu durması istenir. Daha fazla
söz dinlemeleri gerekir. Hanım hanım oturmalıdırlar onlar toplum karşısında.
Biraz daha elleri iş tutmaya başladığında annelerinin en büyük yardımcısı
olurlar. Erkekler sokakta sınırsızca oynarken kızlar evlerde iş görmeye
başlarlar. Şanslı olanların eğitim hayatı engellenmez. Oysa bazılarını okula
göndermeye bile ihtiyaç duyulmayabilir. Ya da ilkokulu bitirmek yeterli görülür
çoğu için. Kadının yeri erinin yanıdır çünkü. İtiraf edelim ki, annelerin
kızları için en büyük hayali hayırlı bir damat adayıyla baş göz etmektir onu.
Çünkü kendileri de birer kadın olan anneler bile kendi ayakları üzerinde
durabilen, özgür ve güçlü bir kadının olamayacağını düşünürler. Toplum çoktan
bu fikri onların kafasına sokmuştur. Bir hastalık gibi kuşaktan kuşağa yayılır
bu düşünce.
Hayırlı damatlar el bebek gül bebek yetiştirilen
erkeklerdir. Toplum onlara da aşılamıştır zehirli fikirleri. Cicim ayları çabuk
biter. Eğitimlisi eğitimsizi, okumuşu cahili, başlar kadına zulmetmeye. Kimisi
yanlış yaptığını bile bile alıkoyamaz kendini bu zulümden. Genlerine işlemiştir
çünkü. Erkektir, güçlüdür, üstündür. Karşısındaki kadın haddini bilmelidir.
Bilmezse bildirilmelidir.
Bu şartlar altında, ülkemiz kadını dünya kadınından
farklılaşır dayanıklılık ve mücadele gücü açısından. Diyebilirsiniz ki,
“dünyada kadınların daha güç koşullarda yaşam savaşı verdiği ülkeler de var. Ya
onlar?” Haklısınız bir ölçüde. Ama oralarda kadınlara fırsat verilmiyor. Oysa
ülkemiz az ya da çok Cumhuriyet devrimlerinin meyvelerini yiyebiliyor hala bir
ölçüde. Gazi Mustafa Kemal Atatürk gibi bir lidere sahip olmanın, onun açtığı
yolda güneşi görebilmenin avantajları bunlar. Yüzyıllardır baskıyla güçlenen
kadın iradesinin önünde açılan sınırlı kapıların sonuçları sözünü ettiğimiz. Diğer
ülkelerde kapılar hiç açılmıyor ki!
Erkekler alınmamalı bu duruma. Toplumsal bir realite bu.
Tabi bir de madalyonun öteki yüzü var; Bunca baskı altında kalan kadınların
kendilerini koruyabilmek için belki de, geliştirmiş olduğu özel yetenekler,
erkelerin hiç anlamadığı ve asla anlayamayacağı. Ne burada anlatmak doğru olur,
ne de anlatacak doğru kişi benim.
27 Haziran 2012 Çarşamba
Türk Köylüsü ve Yaban
Türk Köylüsü ve Yaban
Köy ve köylünün biz ormancılar
için anlamı büyüktür. Çoğunlukla bir derttir köy, bir kamburdur köylü bizler
için. Onlar olmasa ne güzel ormancılık yapılır diye düşünürüz. Yine de, köy ve
köylü için en çok ter akıtanların başında geliriz.
Türk köylüsü, edebiyat ve
özellikle roman için önde gelen objelerden biri olmuştur. Köy ve köylü
sorunlarını ele alan yığınla esere ulaşmak olanaklıdır. Ancak Yaban’ın bunlar
arasındaki yeri özeldir. Çok iddialı olmak istemesem de, köy ve köylüye dönük
benim bildiğim ilk eserdir Yaban.
Yaban, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun,
özellikle Anadolu Mezalimini Tahkik Komisyonundaki görevi sırasında yaptığı
gözlemlere dayanır. İlk olarak 1932 yılında Kadro Dergisi’nde yayımlanan Yaban
için ünlü edebiyat araştırmacısı Berna Moran[1] şöyle
demektedir: “Anadolu köylüsüne ait gerçekleri bütün çıplaklığı ile gözümüzün
önüne serer.” Bir başka araştırmacıya[2] göre
eser, aydın ile halk arasındaki çatışmanın kökeninde yer alan yabancılaşmayı ve
uyuşmazlığı bütün trajik yönleri ile ele almaktadır.
Yaban’a yönelik en önemli eleştiri,
eserin Türk köylüsünü aşağıladığı savıdır. Bu sav ilk bakışta doğruymuş gibi
görünebilir. Romanın pek çok yerinde Türk köylüsüne yönelik ağır eleştiriler
vardır. Ancak, Yakup Kadri bu eserde gerçek eleştirisini köylüye değil Türk
aydınına yöneltmektedir. Romanın kahramanı Ahmet Cemal[3] köylüye
yönelttiği bu ağır eleştirilerinin bir yerinde şöyle der: “Bunun sebebi, Türk
aydını gene, sensin! Bu viran ülke ve bu yoksul insan kitlesi için ne yaptın?
Yıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne
attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun.”
Yakup Kadri’nin Anadolu
bozkırlarını çok iyi gözlemlediğini ve bozkırın verimsizliği ile köylünün
kaderini özdeşleştirdiğini ayrıca vurgulamak gerekir. Ahmet Cemal’in ağzından
dökülen şu sözler bunun açık kanıtı: “Burada ise, yalnız gerçek; çıplak, çirkin,
kaba, yalçın gerçek!.. Boz toprak dalgaları alabildiğine uzuyor. Yeknesak ovayı
ikiye bölen Porsuk Çayı şiddetli zelzelenin açtığı bir uzun, bir yılankavi
yarık gibidir. Hiç suyu görünmez. Ta yanına gittiğiniz zamanda bile, o suyun
cana can katan serinliğini ve rengini bulamazsınız. Boz topraklar orada çürümüş
ve pıhtılaşmış sanılır. Elinizi bir soksanız günün hangi saatinde ve hangi
mevsiminde olursa olsun bir cerahat gibi ılıktır. Ve tepeler… Ve tepeler, birer
urdur. Ve bütün ufkun çerçevelediği alem, ancak, bu ıstırap manzarası ile canlı
görünür.” Yakup Kadri’nin bu toprakları Türk köylüsü için adeta bir “üvey anne”
olarak tanımlaması ise öldürücü darbedir.
Yaban’da Yakup Kadri’nin
eleştirdiği aydın, Türk aydını, Osmanlı’nın yetiştirdiği aydındır. Ahmet Cemal
bunlardan biridir. Peki, Cumhuriyet’in yetiştirdiği Türk aydını masum mudur?
Atatürk’ün, “Bir kıvılcım gibi gidip bir ateş topu olarak geri dönün.”, diyerek
Batı’ya gönderdiği, yetiştirmek için hiçbir fedakarlıktan kaçınmadığı Türk
aydını, okumuş yazmış şanslı kitle olan bizler, hepimiz, Türk köylüsüne, Türk
halkına karşı borcumuzu ödedik mi? Yoksa onlardan, adeta bulaşıcı bir
hastalıkmış gibi uzak mı durmayı seçtik. Ve bizler, Türk ormancıları, insanına
bir üvey anne gibi gaddarca davranan Anadolu topraklarını gerçek bir annenin
şefkatli kucağına dönüştürebildik mi?
Ben, Yaban’ı bir kez daha
okurken, bunları düşündüm hep!
[1] Moran, B. 2005. Türk
Romanına Eleştirel Bir bakış 1. İletişim Yayınları, İstanbul.
[2] Şahin, V. 2007. Roman
tekniği bakımından Yaban. E-Journal of New World Sciences Academy 2 (3);
179-196.
[3] Romanda Ahmet Cemal aslen
İstanbullu zengin bir ailenin çocuğudur. Çanakkale’de sağ kolunu kaybetmiş bir
yedek subaydır ve İstanbul’a dönemez. Emir eri Mehmet Ali ile birlikte O’nun
Porsuk çayı kenarındaki köyüne gelir ve oraya yerleşir. Roman bütünüyle bu köyde
yaşananları konu alır ve okuyucuya Ahmet Cemal’in tuttuğu notlar olarak
aktarılır.
Kerime Nadir ve Ormancılar
Aşk Romanlarının Unutulmaz Yazarı Kerime Nadir, Orman ve Ormancılar
Geçen sayıda, Türk sanatçıların
eserlerinde ormandan çokça söz etmediklerinden dem vurmuştuk. Elbette, bunun
bir genelleme olduğunu da belirtmiştik. Kerime Nadir bu genellemenin dışına
çıkan sanatçılarımızdan birisi.
Sanırım, konunun özüne geçmeden
önce biraz Kerime Nadir’den söz etmekte yarar var:
Belki iddialı olacak; ancak, en
azından bir tane olsun Kerime Nadir romanı okumadan gençliğini geçiren
birisinin olabileceğini düşünemiyorum. Pek dile gelmese de, herkesin bir Kerime
Nadir deneyimi olduğuna inanıyorum, dahası inanmak istiyorum.
Bizde aşk romanları okumak
karizmayı bozar biraz. Hele erkeler için! Çok değil, daha bir yıl önce Elif
Şafak’ın “Aşk”ı pembe kapaklı olduğu için okuyuculardan şikayet almış ve
yayınevi tarafından koyu gri kapakla yeniden basılmamış mıydı?
Türk edebiyatının usta kalemlerinden
Selim İleri şöyle diyor: “…Öylesi romanlar (aşk romanları) çok çekici geliyor.
Kerime Nadir’leri, Muazzez Tahsin’leri, Esat Mahmut’ları çoktan keşfetmiştim.
Bunlar hızlı okunan, soluk soluğa okunan romanlardır. Her kesimden, her
toplumsal katmandan okura ses yöneltirler. Bu romanları herkes okur, ama
okuduğunu herkes bir utanç gibi saklar. Ben de saklayıp duruyorum. O romanlar
sayesinde roman okuma sanatına kavuştuğumu, başka tarz romanlara yol aldığımı,
nihayet roman yazma arzularına sürüklendiğimi yıllar sonra itiraf edeceğim. Ne
kadar geç kalınmış bir teşekkür!”
Kerime Nadir’e teşekkür etmek
için başka nedenler de var aslında. Örneğin, cesareti. 1917 yılında doğmuş
birisi için romanlarında aşkı işleyiş tarzı oldukça cesaret gerektiren bir
durumdur çünkü. Aşkın neredeyse bütünüyle gizli kapaklı yaşandığı bir toplumda
ilk romanı olan Hıçkırık’ı yazmak; o romanda bir erkeği üvey ablasına
delicesine aşık edip daha sonra da kızıyla evlendirmek; bütün bunları okuyucuyu
hiç rahatsız etmeden başarmak ve bu romanı yayımlatmak için çaba harcamak
cesurca değil mi? Nihayet 1937 yılında dönemin önemli gazetelerinden Tan,
romanı yayımlamayı kabul eder. Yayımlar da. Ancak, çok uzun buldukları için
kısaltarak. Kerime Nadir hiç hoşlanmaz bu durumdan ve doğruca gazeteye gider.
Gazetenin ortaklarından Halil Lütfi’ye, “Kim yaptı bu gaddarlığı?”, diye sorar.
Aldığı yanıt çok ilginçtir: “Nazım Hikmet.”
Neyse! İşin bu yönü uzadıkça
uzuyor. Biz Kerime Nadir’in orman ve ormancı sevgisine bakalım biraz da.
Nereden mi anlıyoruz bu sevgiyi? Elbette O’nun “Aşk Hasreti”nden. Asistanlığımın
ilk yıllarında okumuştum bu romanı. Bazı yerler aklımdan hiç çıkmamış.
Kitaplıktan aldım, yeniden okudum ve bir kez daha hayretlere düştüm. Okumak
isteyenler olabilir diye ayrıntılarına girmeyeceğim; ancak, orman ve ormancı bu
kadar mı güzel anlatılır!
Tipik bir aşk romandır bu. Esas
oğlanla sevdiği kız bir araya gelemez bir türlü. Oğlan kızın ağabeyiyle aynı
okulda okur, ormancı olur ve taşraya gider. Yıllar sonra kızla oğlan taşrada,
bir orman işletmesinde yeniden buluşurlar ve olaylar akar gider.
İşte bu bölümlerde Kerime
Nadir’in ormanı ne kadar çok sevdiğini açıkça görürüz. Örneğin, kıza şöyle
söyletir romanda: “Ormanları öyle çok, o kadar çok seviyorum ki! Hakikatten bu
sınırsız yeşil kubbeler altında yaşamak ne büyük mutluluk!” Yalnızca bu mu?
Yeni kurulan bir işletme hakkında verdiği bilgiler, çıkan orman yangınını ve
yangını söndürme çabalarını adeta bir ormancıymış gibi anlatışı ve daha neler
neler…
Ben daha fazlasını anlatmayayım.
Gerisini siz keşfedin. Nasıl mı? Doğan Kitap Kerime Nadir romanlarını yeniden
yayımlamaya başladı. Doğru kitapçılara!
Spor Kültürü ve Bisiklet
Spor Kültürü ve Bisiklet
“Bir tur bineyim mi?”
Çocukluğumun yazlarında en çok
duyduğum cümlelerden biriydi. Bisikleti olmayanlar, olanlara yalvarırcasına
sorarlardı, “Bir tur bineyim mi?”
İnsanlık tarihinin en önemli
icatlarından biri olan tekerlek ve o icadın en çevreci dönüşümü; bisiklet. Çocukluk
hayallerimizin süsü, en baştan çıkarıcı karne hediyesi!
Dikkat ederseniz hala görürsünüz
sokak aralarındaki bisikletli çocukların gözlerindeki ışıltıyı ve duyarsınız
olmayanların iç burkan yalvarışlarını, “Bir tur bineyim mi?”
Oysa ben size şimdi başka bir
soru sormak istiyorum yalvarırcasına, “Bir tur izleyelim mi?”
“Ne turu?” dediğinizi duyar gibi
oluyorum. Biliyorum, garip gelecek. Biliyorum, bizlere spor diye yutturulan
futbol çılgınlığının beyinlerimizde yarattığı uyuşukluk nedeniyle algılamak zor
olacak. Biliyorum, “Bu da nereden çıktı ve bu sayfada işi ne?”, diyeceksiniz.
Ama ben yine de sormak istiyorum, “Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turu’nu izleyelim
mi?”
Ne yazık ki, bu satırları
okuduğunuzda bu sene 46.sı düzenlenen tur tamamlanmış olacak[1].
Zararı yok, seneye 47.si var, önümüzdeki aylarda İtalya Bisiklet Turu var,
İspanya Bisiklet Turu var ve bisiklet sporunun zirvesi sayılan Fransa Bisiklet
Turu var. Yeter ki spor kültürünün gerçek dünyasının kapılarını aralamaya
niyetlenelim. Yeter ki spor denen şeyin futboldan ibaret olmadığını
hatırlayalım. Gerisi kolay…
Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turu’na
bu sene hepsi üst düzey olan dördü profesyonel takım, 10’u profesyonel kıta
takımı ve biri ulusal takım (Türkiye) olmak üzere toplam 15 takımdan 148 sporcu
katıldı. 11 Nisan’da İstanbul Prologu ile başlayan turda sırasıyla
Kuşadası-Turgutreis, Bodrum-Marmaris, Marmaris-Pamukkale, Denizli-Fethiye,
Fethiye-Finike, Finike-Antalya ve Antalya-Alanya etapları koşuldu. Etapların
toplam mesafesi 1256,8 km
olan ve 18 Nisan’da tamamlanan turu ISD takımının İtalyan bisikletçisi Giovanni
Visconti kazandı.
Turun bütün etaplarını TRT canlı
yayımladı, ancak canlı yayın yapan tek TV kanalı değildi. Avrupa’nın en büyük
ve gerçek spor kanalı olan Eurosport da bu eşsiz sportif mücadeleye her gün üç
saate yakın, canlı yayınla yer verdi. Yer çekimlerinde sporcuların
alınlarındaki ter zerreciklerinden yol kenarlarındaki bahar çiçeklerine kadar
her şey vardı. Takımların kendi sporcularını bitiş çizgisine en önde getirmek
için sergiledikleri muhteşem taktik mücadele, tırmanışlarda sıklaşan ve
güçlenen soluklar, inişlerdeki özgürlük hissi ve bitiş öncesi atılan sprintler
tüm detaylarıyla odalarımıza taşındı. Ya helikopter çekimleri? Seyrine doyum
olmayan koylar, dağlar, ormanlar, masmavi deniz, kumsallar yalnızca bizleri
değil milyonlarca Avrupalıyı günlük sıkıntılardan alıp bambaşka bir aleme
taşımadı mı?
Avrupalıları belki ama çok küçük
bir azınlık dışında bizleri asla. Çünkü Türk spor kamuoyunun o hafta çözmeye
çalıştığı konu, anlı şanlı spor(!?) kulüplerimizden birinin başkanının futbol
federasyonu başkanına gönderdiği telefon mesajında küfür olup olmadığıydı.
Gazeteler günlerce bunu yazıyor, spor programları bu konuya ayrılıyor, sokaktaki
insan bunu tartışıyor ve Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turu ise spor sayfalarının sonlarında
ve en dip sütunlarda birkaç cümleden oluşan basit bir haber olarak
geçiştiriliyordu. Buna rağmen, bir avuç insan bu üst düzey spor organizasyonunun
sorun yaşanmadan tamamlanması ve önümüzdeki yıl, bu yıl ulaştığı uluslararası
düzeyden daha yükseklere taşınması için gecesini gündüzüne katarak çabalıyorsa,
bizlere karamsar olmamak düşüyordu.
Spor insanlık kültürünün aydınlık
semalarından biriyse eğer, bisiklet de o semanın en parlak yıldızlarından. Hala
bir bisikletiniz yoksa hemen bir tane alın. Dağ bisikleti, yol bisikleti, şehir
bisikleti, üç tekerlekli ya da tandem (çift kişilik), fark etmez. Başınızda bir
kask, ellerinizde eldiven ve bir su matarası. Atın kendinizi doğanın kucağına.
Bisikletiniz ve siz, hepsi bu.
Bir de, yolda bir çocuk önünüze
çıkıp, “Bir tur bineyim mi?”, derse, verin binsin. Kim bilir, günün birinde
Fransa Bisiklet Turu’nda sarı mayoyu[2] giyen
o olur.
Sipsiden Vuvuzelaya
Sipsiden Vuvuzelaya Yerel Kültür
Ailemle birlikte İstanbul’a
taşındığımızda yedi yaşındaydım. Çocukluğumun ilk yılları güzel bir Karadeniz
köyünde geçti. O döneme ilişkin hatırlayabildiğim sınırlı şeyler arasında iki
ağabeyimle birlikte söğüt dallarından sipsi yapışımız gelir. Bana o zamanlar
bir oyuncak gibi görünen bu küçük nesnenin Türk kültüründe önemli bir yeri
olduğunu daha sonraları öğrendim. Nefesli (üflemeli) çalgılar grubunda yer alan
bu enstrüman Türk Halk Müziğinin önemli unsurlarından biri. Tıpkı mey, kaval ya
da zurna gibi.
Güney Afrika’da düzenlenen ve
İspanya’nın zaferiyle tamamlanan Dünya Futbol Şampiyonasına damgasını vuran
olaylardan biri de vuvuzela çılgınlığı oldu kuşkusuz. Bazen sabrımızı zorlayan
dayanılmaz bir gürültü kaynağı olarak algıladık vuvuzelayı. Derken ülkemiz
dahil dünyanın dört bir yanında plastik vuvuzelalar satılmaya, sokaklarda
çocuklar vuvuzelalar öttürmeye başladı. Nefretimiz bir kat daha arttı!
Ne yazık ki, çok çok azımız
nefret ettiğimiz bu aracın kültürel bir değer olduğunun farkına varabildik.
Çünkü vuvuzelalar Güney Afrika’daki yerli kabilelerin yüzyıllardır, çoğunlukla
haberleşmek amacıyla kullandıkları önemli bir araçtı. Lepatata diye de
adlandırılan, Güney Afrika Zurnası da denilen bu aletin aslında Kudu adı
verilen bir Antilop türünün kemiklerinden yapıldığını; etimolojik olarak ise
Zulu dilindeki Vuvu sözcüğünden geldiğini ve bu sözcüğün gürültü demek olduğunu
pek kimse bilmiyordu.
Vuvuzelanın futbol statlarında
kullanılmaya başlanması ise oldukça yeni sayılır. Amacının dışında kullanıldığı
ve zaten pek temiz sayılamayacak futbol kültürüne bulaştığı için oldukça
şanssız bir kültürel değer olduğunu söylemek yanıltıcı olmasa gerek.
Çocukluğumun köyde geçen kısmına
ilişkin hatırladığım bir başka kesit de oldukça kırıcı geçen oba (mahalle)
maçlarıdır. Aşağı ve yukarı olmak üzere iki obası olan köyümüzde sık sık
çekişmeli futbol maçları oynanırdı. Bu maçlarda belli yaşın üstündekiler
oynayabilir, ben ve benim gibi küçükler ise ancak izleyici olabilirdik. Fakat
boş durduğumuzu sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Biz de, söğüt dallarından
yaptığımız sipsilerle tuttuğumuz obanın lehine (ben yukarı obalıydım) tempo
tutar ve şarkılar söylerdik. Küfür etmek aklımızdan bile geçmezdi. Şimdi
düşünüyorum da, günümüzde futbol statlarını dolduran binlerce insan, anlamsız
şarkılar söyleyip küfür etmek yerine bir şeyler çalsaydı daha iyi olmaz mıydı?
Yanıtınızı duyar gibi oluyorum:
Vuvuzelaya bile razıyız!
Ormanda Bir Ağaç Devrilse Kimse Duyar mı?
Ormanda Bir Ağaç Devrilse…[1]
Filozof George Berkeley 1734
yılında yazdığı “İnsan Bilgisinin Temelleri Üzerine Bir İnceleme”[2] adlı
çalışmasında şöyle diyor:
“Benim için,
hiç kimsenin algılamadığı, örneğin bir parktaki ağaçları hayal etmekten daha
kolay bir şey bulunmamaktadır… Nesnelerin varlığı algılandıkları sürece söz
konusudur. Bundan dolayı, bir parktaki ağaçlar algılayan birileri olduğu sürece
vardırlar.”
Berkeley’in bu yaklaşımı The
Chautauquan[3] dergisinin Haziran 1883
sayısında, bu kez bir soru olarak karşımıza çıkıyor: “İnsan yaşamayan bir adada
bir ağaç devrilse ses olur mu?” Ardından yanıt geliyor: “Hayır. Ses hava ya da
diğer araçlarla etkinleşen ve kulak aracılığıyla gerçekleşen bir algılamadır.”
Felsefi açıdan ele alınan bu
konuya bilim dünyasının el atması da gecikmemiş ve Scientific American
dergisinin 5 Nisan 1884 tarihli sayısı teknik bir analiz yaparak yukarıdaki
soruya şu şekilde bir yanıt vermiştir: “Ses, kulak mekanizmasıyla algılarımıza
taşınan ve ancak sinir merkezinde ses olarak tanımlanan bir titreşimdir. Bir
ağacın devrilmesi ya da başka türden bir bozulma havada bir titreşim yaratır.
Bunu duyacak bir kulak yoksa ses de yoktur.”
Günümüzde de devam ede gelen
tartışmaların kaynağı ise 1910 yılında Charles Riborg Mann ve George Ransom
Twiss adlı iki fizikçi tarafından yazılan Fizik kitabıdır. Kitabın pek çok
sınav sorusu arasında yukarıdakine benzer bir soru da yer almaktadır: “Issız
bir ormanda bir ağaç devrilse ve civarda duyabilecek hiçbir hayvan olmasa ses
olur mu? Neden?”
Oldukça karmaşık görünen bu konu
metafizik dünyasında peşi peşine benzer ve net bir şekilde yanıtlanamayan
soruların sorulmasına yol açmıştır. Birkaç örnek vermek gerekirse:
·
Algılanmayan bir şey var olabilir mi?
·
Gözlemleyemediğimiz dünyayı
gözlemleyebildiğimizle aynı kabul edebilir miyiz?
·
Olanla görünen arasındaki fark nedir?
Gelelim bizim konumuza. Bunca
şeyi, kuşkusuz, sizleri bu karmaşık tartışmanın içine çekmek için yazmadım.
Tartışmak isteyenlere bütün kapılar açık elbette. Benim size aktarmak
istediğim, bu soruya sanat dünyasının verdiği oldukça net yanıt. Fiziğin ötesi
ve berisi tartışadursun, biz Bruce Cockburn’ün verdiği eşsiz yanıta bakalım.
Bruce Cockburn[4]
Kanadalı bir sanatçı. Müzik yapıyor. Gitar çalıyor, şarkı söylüyor. Savaş
karşıtı ve çevre dostu. 1988 yılında çıkardığı albümün adı “Big Circumstance”
yani “Büyük Koşul”. Bu albümün ilk ve hit şarkısının adı ise “If A Tree Falls”
yani “Bir Ağaç Devrilirse”. Albümün sonunda şarkının bir de akustik formatı yer
alıyor.
Ne diyor Cockburn şarkıda? İşte
en zor kısım bu: İngilizce bir şarkının sözlerini Türkçeye çevirmek. Sağlıklı
ve profesyonel bir çeviriye ulaşmak olanaklı olmadığından, aşağıdaki amatör
çevirimle idare etmek zorunda kalacaksınız. Sanırım, estetikten çok anlama
yoğunlaşırsanız daha iyi olacaktır:
Bir Ağaç Devrilirse
Yağmur ormanı
Buğulu ve gizemli
Bereketli yeşillik
Yeşil beyinler kafa tutan
labotomiye
İklim kontrol merkezi dünyanın
Ortak yaşamın antik bağı
Açgözlü ve asalak
dolandırıcıların tutsak ettiği
Sarawak’tan Amazonlar’a
Kosta Rika’dan tarihi tepelere
Devrilen ağaçların tören ritmi.
Bu yeni çöllerde ne tür bir para
büyür,
Bu yeni tür taşkın düzlüklerde?
Ormanda bir ağaç devrilse kimse
duyar mı?
Ormanda bir ağaç devrilse kimse
duyar mı?
Ormanın devrildiğini duyan biri
var mı?
Kes ve taşı
Kes ve taşı
Ağaçları yok et
Yok et yabanıllığı
Her yeni gün binlerce tür
Yok et insanları
Burada yaşayan yüz bin yıldır.
Boşaltın milyonlarca burgeri,
biftek ayarında
Ağaç yiyiciler, metan
dağıtıcılar.
İncelen ozon boyunca
Dalgalanıyor yaşlı dünya üstünde
yok oluş
Yerçekimi, ışık, yıldızların
antik direnişi
Bir boğulmadan gelen sesleniş
Fakat bu, bu farklı bir şey.
Meşgul canavarlar yiyor kara
delikleri tinsel dünyada
Yabanın gitmek zorunda olduğu
yerde
Yok olmaya
Daima.
Ormanda bir ağaç devrilse kimse
duyar mı?
Ormanda bir ağaç devrilse kimse
duyar mı?
Ormanın devrildiğini duyan biri
var mı?
Earth Day Canada örgütünün Bruce
Cockburn’e çevreye dönük 30 yılı aşan çalışmaları ve özellikle de bu şarkısı
için çevre ödülü verdiğini, bu şarkı için çekilen klipin video paylaşım
sitelerinde yer aldığını ve mutlaka izlenmesi gerektiğini de hatırlatmakta
yarar var.
Evet, sanatın yanıtı bu! Böylece
insanlığın aydınlık yüzlerinden birini daha dile getirdik. İzninizle bir
soruyla bağlayalım: Cockburn’ün soruymuş gibi verdiği yanıta ne dersiniz? Hangi
yanıt mı?
Ormanın devrildiğini duyan biri
var mı?
[1] Bu yazının hazırlanmasında
Wikipedia’dan geniş ölçüde yararlanılmıştır. Detaylı bilgi için http://en.wikipedia.org adresi ziyaret
edilebilir.
[2] Özgün adı “A Treatise
Concerning the Principles of Human Knowledge”dir.
[3] Chautaqua ABD’de Kansas
Eyaletinde bir şehir adıdır.
İstanbul'un Atlı Tramvayları
İstanbul’un Atlı Tramvayları
Atları sever
misiniz? Sanırım sevmeyen yoktur. İnsanlığa en az beş bin yıldır hizmet eden bu
muhteşem hayvanlar hakkında bilmediğimiz o kadar çok şey var ki.
Çocukluğumda,
büyüdüğüm sokaklarda ayı oynatılırdı. Sonra doğru bir kararla yasaklandı. Şimdi
ise anneler ve babalar çocuklarını hafta sonları götürdükleri piknik yerlerinde
kaburgaları sayılan atlara bindirerek eğlendiriyorlar. Bir de at yarışı izlemek
için hipodromlara doluşan kalabalıklar var. Horoz dövüştürmek yasak da at
yarıştırmak neden serbest anlayabilmiş değilim. Üstelik yüce Atatürk adına
düzenlenen Gazi Koşusu bile var.
Yine
çocukluğumda izlediğim kovboy filmlerinde kovboylardan çok atları izlediğimi
hatırlıyorum. Elbette Red Kit’in Düldül’ünü de unutmam olanaklı değil. Atların
tarımda ve insan taşıma amacıyla kullanılması bir kenarda tutulursa, en yaygın
yararlanma noktalarından birisinin de askeri alanlar olduğu rahatlıkla
görülebilir. Tankçı bir asteğmen olarak
askerliğimi yaparken tankçı sınıfına İngilizcede “cavalary” denildiğini ve
bunun da aynı zamanda süvari, yani atlı asker anlamına geldiğini öğrendiğimde
çok şaşırmıştım. Bu, günümüzün hırçın savaş araçları olan tankların bir anlamda
eskiden atların gördüğü görevi yerine getirdiği anlamına geliyordu.
Amerikan
sinema endüstrisi bize posta arabaları yoluyla atların şehirlerarası insan
taşımacılığında kullanıldığını öğretmişti. Fakat ne yazık ki, Avrupa ve Türk
sinemasından böyle bir sahne hatırlamıyorum ki, şehir içi insan taşımacılığında
atlı tramvayların kullanıldığı bir dönemin var olduğunu, elime yeni geçen bir
kitap aracılığıyla öğrenme şansını yakaladım[1].
Prof. Dr. Vahdettin Engin tarafından kaleme alınan ve İstanbul Ticaret Odası
tarafından yayımlanan bu mükemmel eserin adı “İstanbul’un Atlı ve Elektrikli
Tramvayları”.
Sayfaları
arasında rahatlıkla kaybolabileceğiniz nitelikteki bu eserin her bir bölümünde
hayranlık ve şaşkınlık uyandırıcı yeni bir şeyler öğrenmeniz olağan bir durum.
Beni en çok şaşırtan konuyu ise, okuma fırsatı bulamayanlar olacağı için,
sizlerle paylaşmak istiyorum. Konu, atların ilk defa şehir içi toplu
taşımacılığında kullanılması. Gelin gerisini eserden olduğu gibi alalım:
“Omnibüs
atlar tarafından çekilen ve toplu taşımacılık amacıyla kullanılan büyük
arabalara verilen isimdir. İlk omnibüs Fransa’nın Nantes şehrinde 1825 yılında
Stanislas Baudry isimli müteşebbis tarafından kullanılmıştır. Şehrin biraz
dışında hamamı olan Baudry, müşterilerin gelmediğini görünce şehir merkezinden
hamama kadar bedava omnibüs servisi koymuştur. Bu sistem işe yaramakla beraber
giderek farklı bir boyut kazanmıştır. Omnibüs şehir merkezinden dolu kalkmakta
ama hamamda aynı sayıda müşteri olmamaktadır. Yani müşteriler omnibüsü seyahat
amaçlı kullanmakta ama hamama gitmemektedirler. Bunu fark eden Baudry, bu defa
hamamı kapatıp Nantes şehrinde omnibüs seferleri düzenlemeye başlamıştır.”
İlginç
geldiyse ve daha fazlasını merak ediyorsanız bu eseri mutlaka edinmeli ve
okumalısınız. Yalnızca Prof. Engin’in önsözüne olduğu gibi almayı tercih ettiği
Attila İlhan’ın tramvaylar üzerine yazısını okumak için bile. Hele üçüncü köprü
meraklılarının böylesine çoğaldığı bir dönemde…
[1] Bu
arada, Türk edebiyatının köşe taşlarından biri olan Recaizade Mahmut Ekrem’in
“Araba Sevdası” adlı romanının temasının gerçekten de araba sevdası olduğunu;
ancak bunun bir at arabası olduğunu hatırlamak da yarar var.
İncir Ağacı Üzerine
İNCİR AĞACI ÜZERİNE
ÇAĞRIŞIMLAR
Dr. Cihan ERDÖNMEZ
Bundan önce oturduğum evin bahçesinde iki koca incir ağacı
vardı. Sıcak yaz günlerinde bu iki ağacın arasında kurduğum hamakta uzanıp
hayaller kurmak adeta gençleştirici bir etkiye sahipti. Ne yazık ki o zamanlar
bunun değerini tam olarak anlayamamış olmalıyım.
Geçenlerde çok sevdiğim bir dostumla bunun üzerine
konuşuyorduk. Bana Necip Fazıl’ın “Bir Adam Yaratmak” adlı oyununu okuyup
okumadığımı sordu. Okumamıştım.
Biraz da utanarak itiraf etmem gerekir ki, ben ve sanırım
benim gibi pek çok kişi Necip Fazıl’a, özellikle Nazım Hikmet’le giriştiği
polemikten dolayı olumsuz tavır aldık. Onun edebiyatçı kişiliğini göz ardı
etmek gibi bir hatanın içine düştük.
Genellikle şiirleri ve oyunları, kısmen de öykü ve romanları
ile tanınan Fazıl’ın şu dizelerini sizlerle paylaşmış olmak özür yerine geçer
mi bilmem:
Beklenen
Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar,
Ne de şeytan bir günahı,
Seni beklediğim kadar.
Geçti, istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni;
Bırak vehmimde gölgeni,
Gelme artık neye yarar.
1937 (Sonsuzluk Kervanı)
Necip
Fazıl’ın edebiyatçı kişiliği hakkında detaylı bilgi almak için pek çok eser
bulmak olanaklı.[1] Bu
yazının amacı elbette farklı; İlk defa Muhsin Ertuğrul tarafından 1937-1938 döneminde
İstanbul Şehir Tiyatrolarında sahnelenen[2]
ve başrolünü yine Muhsin Ertuğrul’un oynadığı “Bir Adam Yaratmak”tan söz etmek
istiyorum sizlere.
Oyun, babasını evlerinin bahçesindeki incir ağacına asmış bir oyun yazarının (Husrev)
etrafında dönüyor. Daha sekiz yaşındayken başından geçen bu travmatik olayın
etkisinden kurtulamayan kahramanımız, kendisini ve yaşadıklarını kaleme aldığı
oyunla tüm topluma aktarıyor adeta.
Necip Fazıl
bu oyununda bir yandan felsefi boyutlar içeren tartışmaların içerisine girerken
diğer yandan da insan ruhunun derinliklerine inmeye çalışıyor, dönemin
koşulları ölçüsünde elbette. Okumak isteyenler için çok fazla ayrıntıya
girmemeye özen göstererek, oyunun kadın-erkek ilişkileri açısından da önemli
mesajlar içerdiğini ve toplumsal taşlama sınırlarına dayandığını hatırlatmakta
yarar var.
Beni en çok
düşündüren konu, Fazıl’ın koca bir oyunu neden bir incir ağacının çevresinde
şekillendirmeyi tercih etmiş olduğu. Ve neden incir ağacı? Hele oyunun sonunda
bütün bunları neden yaptığını soran annesine kahramanın (Husrev’in) verdiği,
bence edebiyat tarihine damga vuracak nitelikteki unutulmaz yanıtı düşününce;
“Ne
yapayım anne, (babasının kendisini astığı ağacı kast ederek) kestiniz incir
ağacımı…”
Sanırım
hepimiz incir ağacı ile kültürümüz arasında bir takım bağları rahatlıkla
kurabiliriz. En azından yazıyı buraya kadar okumak konusunda dirayet gösteren
hemen herkesin aklına “Ocağına incir ağacı dikmek” deyimi mutlaka gelmiştir.
Dendroloji
derslerinde incir ağacı anlatılmış mıydı, doğrusu hatırlayamadım. Ancak yaşam
deneyimlerim bana incirin ne kadar kanaatkar ve dayanıklı bir tür olduğunu
göstermeye yetti. Özellikle bahçemizi düzenlemeye çalıştığımız sıralarda sağdan
soldan çıkan incir köklerinin, bu ağacın yaşama tutunma azmi konusunda
yeterince fikir verdiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Her ne kadar olgunlaşan ve
bizim uzanamadığımız meyvelerinin çimlere düşmesi ve temizlemesinin hayli zor
olmasından dolayı söylenmelerim hala zihnimde yer ediyor olsa da, aynı
meyvelerin yaz aylarında kuşların temel besin kaynağı olduğunu hatırladıkça, bu
iki güzel ağacı bahçeye diken babama hayır duası etmenin unutulmaması gereken
bir görev olduğunu düşünüyorum.
Sevgili
dostum Sezgin (Özden) yazıyı hazırlamam için beni uyardığında, bu satırların
büyük bir bölümü çoktan kafamda yazılmıştı. Kaderin cilvesi mi demeli
bilemiyorum; tam da aynı günlerde bir başka dostumun önerisiyle güzel (tek
başına güzel yetersiz kaldı; çok çok güzel, hatta harikulade) bir Türk filmi
izleme şansını da yakaladım. İnsanı sımsıkı saran, insan olduğu için
umutlandıran ve yaşamdan mutluluk duyması için hala bazı nedenlerin var olduğu
konusunda ikna eden bir film. İzledikten sonra DVD satışlarında en çok tercih
edilenler listesinde başta olduğunu fark ettiğim bu filmin adı “İncir Reçeli”.
Yalnızca rastlantı deyip geçiştirmeli mi bilmiyorum ama yoğun biçimde eski
evimin bahçesindeki incir ağaçları arasında hamak kurup sallanmak istiyorum.
Bir de hakkıyla yapılmış bir kavanoz incir reçeli bulursam…
[1] Kenan
Akyüz’ün kaleme aldığı “Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi” (İnkılap
Yayınları) ve Hulusi Geçgel’in kaleme aldığı “Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı”
(Anı Yayınları) bu kapsamda değerlendirilebilir.
[2]
Yanılmıyorsam 2000’li yıllarda yine İstanbul Şehir Tiyatroları tarafından
sahnelenmişti.
İklim Değişikliği Sergisi
ÖNCE İKLİMİ
DEĞİŞTİRDİK, ŞİMDİ SERGİSİNİ YAPTIK
Dr. Cihan ERDÖNMEZ
Beşikteki çocuğun bile küresel iklim değişiminden haberdar
olduğu, havalar biraz sıcak gittiğinde “Gerçekten küresel ısınma var abi…” ya
da biraz serin gittiğinde ise “Hani dünya ısınıyordu ya…” gibi cümleleri sıkça
duyduğumuz bir çağ bizimkisi. Sanırım hepimizin gözünde canlanan ilk sahne
bununla ilgili olarak, eriyen koca buz dağlarının denizlere akışı ya da yine
eriyen buz parçalarının birinden diğerine atlayan kutup ayısının çaresizliği.
İşin tuhaf tarafı, bu sahneler, sanırım, konuyu bizden uzak, bizimle alakasız
bir duruma sokmaktan başka bir işe de yaramıyor. Belki de bu nedenle “Bi şey
olmaz”cılar hala çoğunlukta.
Bırakalım onlar çoğunlukta olsun –ki, zaten her zaman her
konuda azınlıkta kalmıyor muyuz çoğunlukla?- bir kısım azınlık bir şeyler yapma
azminden çokça kaybetmiyor olsa gerek, Küresel İklim Değişimi Sergisini görme
şerefine de nail olduk bu kısa ömrümüzde. Sizler de mutlaka gazete ve TV
haberlerinde görmüş, internette takip etmiş ya da kim bilir belki de gidip
gezmişsinizdir.
Ben de, sevgili halkım terör, deprem, beceriksizlik,
basiretsizlik ve utanmazlık karşısında ne yapacağını bilemez bir halde
kıvranırken, çok sevgili dostum Murat Şentürk’le beraber bu sergiyi ziyaret
etmek üzere yola koyuldum. Kavacık’tan Santral İstanbul’a (İstanbul’u bilenler
için Silahtarağa, Haliç’in kuzey ucu) varmak için gitmemiz gereken yaklaşık 20
km yolu, canım İstanbul’un eşsiz trafiğinde yavaş yavaş kat ederken aklım,
doğrusunu söylemek gerekirse, küresel iklim değişikliğinden çok “Ne olacak bu
İstanbul’un hali…” yörüngesindeydi. Neyse ki vardık da bu dipsiz kuyudan çıkma
şansına sahip oldum.
Santral İstanbul, bilenler için tekrar olacaktır belki ama,
İstanbul Bilgi Üniversitesinin üç ana kampusundan biri ve sanırım en büyüğüdür.
Adının Santral İstanbul olmasının nedeni ise bu güzel kampusun eskiden elektrik
üretmek amacıyla kurulmuş olan bir santral arazisinin üzerine kurulmuş
olmasıdır. Hatta santral binaları (hepsi midir bilmiyorum) hala orada durmakta
ve farklı amaçlarla (örneğin merkez kütüphane) kullanılmaktadır. İşte
hedefimizdeki sergi, bir sergi merkezi olarak restore edilmiş olan bu eski
santral binalarından birinde yer almaktadır. Sergiyi hazırlayan Amerikan Doğal
Tarih Müzesi yetkilileri kırk yıl düşünseler bu sergi için daha uygun bir mekan
bulamazlardı herhalde.
Bu ironik durumun yarattığı enteresan ruh haliyle
biletlerimizi alıp güvenlikten geçerken, kapıda duran görevlinin son derece
insancıl ve yardımsever bir tavırla söylemiş olduğu şu cümle ile yaşadığım ikinci
şok beni kendime getirdi sanırım; “Sergi birinci katta, solda asansörle
çıkabilirsiniz!!!”
Elbette birinci kattaki sergiye asansörle çıkmadım,
asansörlü bir apartmanın dördüncü katındaki evime bile asansörle çıkmayan
birisi olarak (bu övgüyü kendi kendime yapmayı hak ediyorum galiba). Daha
sonradan sekiz bölümden oluştuğunu anladığım serginin birinci bölümüne yavaş
adımlarla ilerledim. Bu bölüm dev bir illüstrasyonun egemenliğinde görünüyordu.
İnsanoğlunun tarihsel süreçte atmosfere yaydığı sera gazlarındaki artışı bir
ışık grafik ile aktaran bu illüstrasyon, hepimizin bildiği bir çizgi grafiğin
biraz süslüce ve devasa formundan başka bir şey değildi özünde.
İkinci bölümde dev bir ekran vardı ve bu ekranda altyazı ile
Türkçeleştirilmiş bir belgesel dönüyordu. Çok fazla izlemedim, ama herhalde
iklim değişiminden söz ediyordu.
Üçüncü bölüm biraz daha aktif katılımlı parçalara sahipti.
Evde, işte, yolda yapabileceklerimizle karbon ayak izimizi nasıl
küçültebileceğimizi anlatmaya çalışan bu bölümde, yaparım dediğiniz alanda
düğmeye basarak sayacı bir artırmanızın olanaklı olduğu mutluluk alanları da
tasarlanmıştı. Ne tuhaf ki bütün sayaçlar dört binli sayıları gösteriyordu. Bu,
serginin o ana kadar ki toplam ziyaretçi sayısı olsa gerek.
Bundan sonraki dört bölüm değişen iklimin değiştirdiği dünya
üzerineydi ki, bunlardan ilki değişen atmosferi anlatıyordu. Bu bölüm dünyayı
simgeleyen bir kürenin üzerinde ışık oyunları ile oluşturulmuş bir simülasyonla
atmosferik hareketlerin kolay anlaşılır hale getirilmiş bir canlandırmasını da
içermekteydi. Ardından değişen buz,
değişen okyanus ve değişen kara bölümleri benzer içeriklerle sıralanmaktaydı.
Serginin son bölümü ise yeni enerji geleceği adıyla, gelecekte enerji üretim ve
kullanımı konusunda izlenmesi gerekenler üzerine kurgulanmıştı.
Sergiyi gezerken, bunun ziyaretçiler üzerinde nasıl bir
etkisi olabileceğini düşünüp durdum. Birileri buraya geliyorsa eğer, onlar
zaten bu konuda hassas kişiler olmalıydı. Ancak, sanırım sorgulanması gereken
şey, hassasiyetin eyleme dönüşüp dönüşmemesi olmalı. Örneğin, ben; üç kişilik
ailemizin mütevazı evinden her gün iki farklı araba hareket ediyor ve her akşam
geri geliyor. Ya da arkadaşım Murat; her
gün Beylikdüzü’nden Kavacık’a 2000cc motor kapasiteli otomatik vitesli bir cip
ile gelip gidiyor. Acaba ziyaretçilerin geneli bizim gibi hassas insanlardan mı
oluşuyordu?
Yaşamımızda “küresel” sözcüğü ile başlayan ne kadar çok şey
oldu. Küresel köy, küresel ekonomi, küresel kriz… Küresel iklim değişimi de
bunlardan biri. Bakalım onunla yaşamayı mı öğreneceğiz yoksa o bize nasıl
yaşamamız gerektiğini mi öğretecek? Tabii, bir de en kötü senaryo var. Kimsenin
bir şey öğrenmeye fırsatının kalmaması. Küresel bir felaketle, yaşamın değilse
bile insanlığın sonunun gelmesi.
Sizi korkutmuş olmayayım; insanlığının sonuna bir miktar
daha olmalı. Ama sergiyi ziyaret etmek ve dünya için bir şeyler yapmaya
başlamak istiyorsanız eğer, 15 Ocak 2012 ajandanızda işaretleyebileceğiniz son
gün.
Blue Morpho
Mavi Kelebeğin İzinde
Dr. Cihan ERDÖNMEZ
İşte yine bahar!
Ilık ve yağmurlu bir havada yürüyüş yapmaktan daha keyifli
ne olabilir? Hele bir de sevdiklerinizle birlikteyseniz.
Bahar insanda pek çok çağrışım yaratır. Güneş, yeşil,
çiçekler, aşk… Ve tabii kelebekler.
Kelebekler bahar ve yaz aylarının vazgeçilmez
süslerindendir. Çeşit çeşit formları ve rengarenk kanatları ile öylesine
güzellerdir ki onlarsız bir doğa betimlemesi neredeyse olanaksızlaşır. Hal
böyleyken, doğaya bakmayı unutmak Türk edebiyatının kronik rahatsızlıklarından
biri olduğundan belki de, örneğin Türk şiirinde kelebek temasına, bildiğim
kadarıyla, nadiren rastlarız. Aklıma gelen sayılı örneklerden biri Özdemir
Asaf’ın Kelebek adlı şiiridir. Usta, sanırım bu zarif hayvanların kısa
ömürlerine gönderme yaparak şöyle demektedir:
Son isteğin nedir?
Sorusu,
Çok, çok kolaydır,
İlk isteğin nedir?
Sorusundan.
Çünkü,
O soruyu
Kimse kimseye soramadı,
Korkusundan.
Batı sanatı doğayla ve doğada var olanlarla dengeli ilişkisini
kelebeklerle etkileşiminde de göstermektedir. Burada ilk aklıma gelen, kuşku
yok, Henri Charriére’in Kelebek adını taşıyan ve yazarın yaşanmış hikayesini
anlatan romanıdır. Bu romanın Franklin J. Schaffner’in yönetmenliğinde 1973
yılında sinamaya aktarıldığını, bu filmde Steve McQueen ve Dustin Hoffman’ın
oyunculuklarını ayrıca anmak gerektiğini hatırlamakta yarar var. 25 yaşında
haksız bir nedenle mahkum olarak Fransız Guyanası’na gönderilen Kelebek’in
buradan kaçış öyküsünü ve sonrasında yaşananları anlatır roman ve film. 1980’li
yılların sonunda okuduğum bu romanı kitapçılarda bulmak mümkün olamasa da filme
raflarda hala rastlanabildiğini belirtmek isterim.
Kelebek denilince akla gelmesi gereken bir diğer sanat eseri yine bir
sinema filmi. “Mavi Kelebek” adını taşıyan bu film 2004 Kanada yapımı. Pete Mc
Cormack tarafından kaleme alınan ve müziklerini Stephan Endelman’ın yaptığı
filmin yönetmeni Léa Pool. Film David Merenger isimli Kanadalı bir çocuğun
başından geçen gerçek olayları konu alıyor.
David 16 Ağustos 1981 tarihinde Kanada’nın Quebec eyaletinde Coteau du
Lac’ta doğmuştur. Altı yaşında beyin kanseri teşhisi konulan David için
doktorlar çok kısa bir yaşam süresi kaldığını tahmin etmektedirler.
David’in en büyük hayali ölmeden önce yalnızca Güney Amerika’da sınırlı
bir bölgede görülebilen “Mavi Kelebek”i görmek ve mümkünse yakalamaktır. 1988
yılında “Çocukların İsteği Vakfı” (Children’s Wish Foundation) David’in bu
hayalini gerçekleştirme kararı alır. Vakfın yardımlarıyla, David entomolog
George Brossard ile birlikte Meksika’ya uçar. Hastalığı nedeniyle bünyesi
oldukça zayıf düşmüş olan David, Brossard’ın yardımlarıyla büyük hayalini
gerçekleştirerek mavi kelebeği görmeyi ve hatta yakalamayı başarır.
Bu güzel hikaye, elbette burada sona ermemektedir. David Kanada’ya geri
döner. Sağlık kontrolleri yavaş yavaş gerçekleşen bir mucizeyi ortaya çıkarır.
David’in kanseri gerilemektedir. Öyle ki, David 18 yaşından itibaren hiçbir
ilaç kullanmak zorunda kalmaz.
David yaşadığı bu mucizeden esinlenerek, amcasının da yardımıyla,
okulları ve hastaneleri dolaşarak inanç ve azimle mucizelerin
gerçekleşebileceği düşüncesini yaymaya başlamış ve halen bu çalışmalarına devam
etmektedir.
2004 yılında gösterime giren filmde David’i (filmdeki adıyla Pete’i)
Marc Donato, entomologu ise ünlü aktör William Hurt canlandırmaktadır.
Kendinizi sık sık doğanın kışkırtıcı kucağına atma ihtiyacı duyacağınız
bu aylarda kelebeklere özel bir ilgi göstermeyi ihmal etmeyin sakın. Onları
izleyin. Ne kadar zarif ve kırılgan olduklarını göreceksiniz. Onları izlerken
David’in öyküsünü ve yaşamın mucizelere daima açık olduğunu da aklınızın bir
köşesinde tutun. Birgün hepimizin buna ihtiyacı olacaktır.
Hayat Ağacı
AĞAÇ, HAYAT VE HAYAT AĞACI
Dr. Cihan ERDÖNMEZ
James
Cameron’un yazıp yönettiği 2009 tarihli Avatar filmini hatırlayacaksınız.
Günümüzden yaklaşık 200 yıl sonrasında geçiyordu. Dünyadaki kaynakları tüketmiş
olan insanoğlunun bir türlü bitmeyen hırsları, onu bambaşka bir yıldız
sistemindeki (Alpha Centauri) Pandora gezegenine götürmüştü. Bu gezegende çok
değerli bir maden olan unobtanium bulunmaktaydı. Madenin çıkarılmasındaki tek
engel ise bu gezegendeki farklı yaşam koşullarına uyum sağlamış Navi-İnsan
hibridi canlılardı. Bir de onların tarafını tutan dünyalı insanlar.
Filmi baştan
sona gözünüzün önüne getirip en çok etkilendiğiniz sahnenin hangisi olduğunu
hatırlamaya çalışın. Benim için bu sorunun yanıtı oldukça açık: Navilerin
yaşamın kaynağı olarak baktıkları kutsal ağacın yıkılma anı. Yaşamın
kaynağının; Hayat Ağacının sonu.
Yaşamın
kaynağının bir ağaçla sembolize edilmesi acaba Cameron’un aklına nereden geldi?
Bunu bilmek zor. Ama, bildiğim bir şey var ki; yaşamın kaynağı bin yıllardır
pek çok farklı kültür tarafından ağaç ya da ağaçlarla sembolize ediliyor.
Beni bunları
hatırlamaya yönelten etken Sunay Akın’ın çok kısa bir süre önce yayımlanan “Bir
Çift Ayakkabı” adlı kitabı[1]
oldu. Kitabın “Hayat Ağacının Gölgesinde Filizlenen İnsanlık ve Boyacı
Sandıkları” adlı bölümündeki şu satırlar sanırım ne demek istediğimi daha iyi
açıklayacaktır:
“Ayakkabı
boyacılarının sandıklarında görülen hayat ağacı, en eski Tanrıça idollerinden
biridir. Varlığın ağaçtan gelmesi Orta Asya toplumlarının efsanelerinde çıkar
karşımıza. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda, Osman Bey’in rüyasında gördüğü
ağacın işaret olarak kabul edilmesi de, bu inancın sürmesinden başka bir şey
değildir. Bir ağacı geometrik bir şekil olarak çizmeniz istense, karşınıza
çıkacak şekil üçgendir. Eski Türk yazısında da, “kız” sözcüğünün yazılışı üçgen
imiyle başlar. Anadolu’da muskaların üçgen biçiminde oluşunun nedeni de
koruyan, doğuran, var eden hayat ağacı inancıdır.”
Araştırmacı
Deniz Sezgin de “Bitki Mitosları” adlı kitabının[2]
“Hayat Ağacı” adlı bölümünde hayat ağacı inanışının farklı kültürlerdeki
yansımalarına yer vermektedir. Yazara göre “Doğa dinlerinden tek tanrılı
dinlere kadar pek çok inançta, hayat ağacı kavramı yer almaktadır. Bu ağaç
yaşama ve var olma bilincinin bir sembolüdür.” Türk mitolojisinde hayat
ağacının ne şekilde yer aldığını daha iyi anlayabilmek için adı geçen bölümün
üç paragrafını olduğu gibi aktarıyorum:
“Türk
mitolojisinde hayat ağacı motifi ayrıntılı bir şekilde işlenmiştir. Yakutlara
göre dünya sekiz köşeliydi ve yerin tam ortasında sarı göbeği bulunuyordu.
Dünya göbeğinin tam ortasında da yüce bir ağaç bulunuyordu. Bu ağaç tanrının
süsleriyle bezenmiş, göğün görünmezliğine kadar yükselen çok ulu bir ağaçtı.
Gök yedi kattan oluşmaktaydı. Bunun üstünde durmaksızın dönen “dokuz felek çağrısı”
bulunurdu. Bu ulu ağaç adeta yer ile göğü birbirine bağlardı. Hayat ağacının
gövdesi som gümüştendi ve ışıl ışıl parlardı.[3]
Ağacın gövdesinden kutsal bir kaynak çıkardı. Bu su altın renginde parıltılar
saçardı. Hayat ağacının yaprakları at derisi kadardı. Anlatılanlara göre bu
ağacın yanına kimse yaklaşamazdı. Ağacın üstünden de altın gibi parıldayan
sular fışkırırdı. Bu sudan içen kişi çok mesut olur, açlık duygusundan
bütünüyle kurtulur ve her isteğini elde ederdi. Destana göre ilk insan Ak Oğlan
bu ağacın tepesinin bulunduğu göğün üst noktasında yaratılmıştı. Ağacı görünce
tepesinden fışkıran suların altına girmiş ve doya doya sulardan içmişti.
Böylece insan yaşamı elde etmişti.”
“Türk mitolojisinde hayat ağacı Bay Terek (Bay Direk) olarak adlandırılırdı.
Bay Terek gök tepe ile yeri birbirine bağlardı. Yaşam döngüsü adeta onun
üzerinden işlerdi. Ölen bir insanın ruhu kuş olup uçar, Bay Terek’in gökteki
dallarına konardı. Bay Terek’in yaprakları üzerinde insanların isimleri
yazardı. Kuş yapraklar üstünde kendi ismini bulur ve o yaprağa konardı. Yeni
canlar ise Bay Terek’in gövdesini kullanarak yeryüzüne iner, kadınların rahmine
düşerdi.”
“Türk mitolojisinde ağaç motifi çok büyük önem taşımaktadır. İnanışa
göre öbür dünyada yer alan bir çeşit yaşam ağacının her yaprağı yeryüzünde bir
insanı simgeliyordu. Bu ağacın yaprağı sararıp dalından düşünce o yaprağın
yeryüzündeki tezahürü olan kişi de hayata veda ederdi.”
Ağacın yaşamla özdeş tutulmasının nedenleri sanırım kolaylıkla
anlaşılır niteliktedir. Araştırmacı Nevzat Çevik bu durumu oldukça net biçimde
ortaya koymaktadır[4]:
“Ölümler doğumları, doğumlar ölümleri izler ve bu döngü yaşamı sonsuz kılar.
Doğanın bu en değişmez kuralına binyıllardır ağaç seçilmiştir simge olarak.
Bunda neden, her baharda tekrar canlanıp yenilenebilmesi ve hatta çam benzeri
çeşitlerinde olduğu gibi hiç ölmemesidir. İnsanların sınırsız yaşama isteğinden
ve ölümü kabul edemeyişinden kaynaklanan, öldükten sonra dirilme inanancının da
simgesidir ağaç.”
Ağacın Türk kültüründeki yeri o derece derindir ki, bunu pek çok
inançta ve geleneksel uygulamada görmek de olanaklıdır. Bunlardan en çok bilineni ve belki de en
önemlisi ağaçla yaşam arasında kurulan bağ nedeniyle Türk ve Moğol
toplumlarında mezarların ağaç altında olmasına özen gösterilmesi gelmektedir.
Bu inanç günümüz Türk toplumlarında yaygındır ve mezarların baş ve ayak
uçlarına genellikle çam ya da servi ağaçları dikilmektedir.
Bu noktada
Nazım’ın da bundan etkilenmiş olabileceği gelmektedir insanın aklına ister
istemez. Ne demişti Nazım “Vasiyet” adlı şiirinde;
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni
ve de uyarına gelirse
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani…
Şamanlarda
kayının kutsal ağaç olarak kabul edildiği ve Şaman davulunun kutsal kayın
ağacından yapıldığı bilinmektedir. Kutsal ağaçtan yapılan davulun da kutsallık
kazanmış olduğu kabul edilmektedir ve bu inanışın izlerini Müslüman Türk
toplumlarında da görmek olanaklıdır. Osman Gazi’nin ölümünden sonra geride
bıraktığı eşyalar arasında Selçuklu Sultanı tarafından kendisine hediye edilen
bir davul kasnağının da olduğu bilinmektedir.[5]
Sanırım sözü
Avatar’dan yola çıkıp epey dolandırdık. Bitirirken yine hayat ağacına dönüp,
buna ilişkin bir Türk efsanesiyle bağlayalım:
Büyük bir dağ yükselir, on iki gök katından,
Dağda bir kayın vardı, yaprakları altından,
Kayının altındaysa, küçük bir çukur vardı,
Bir karış bile değil, o kadar yüzlek dardı.
Bu çukur hep doluydu, kutsal hayat suyuyla,
İçen ölmez olurdu, ebedi bir duyuyla.
Son olarak
da şunu sorarak bitirelim; yaşamla ağaç arasında böylesine güçlü bağlar kurmuş
olan bir kültürün mirasçıları olarak ağaçlarımıza, ormanlarımıza, doğamıza
yaptığımız bunca kötülükten sonra kutsal hayat suyundan bir damla olsun içmeyi
hak ediyor muyuz dersiniz?
[1] İş
Bankası Kültür Yayınları, Kasım 2011.
[2] Sel
Yayıncılık, Kasım 2010 (İkinci Baskı).
[3]
Avatar’daki ağacı hatırlamanızı tavsiye ederim.
[4] Hayat
Ağacı’nın Urartu Kült Törenlerindeki Yeri ve Kullanım Biçimi. www.iudergi.com/tr/index.php/anadolu/article/view/1684
[5] Işık, R.
2004. Türklerde Ağaçla İlgili İnanışlar ve Bunlara Bağlı Kültler. Fırat Ü.
İlahiyat Fak. Dergisi 9:2, s.89-106.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)