Dr. Cihan ERDÖNMEZ
Yılın en sevdiğim ayları Mayıs, Haziran ve Temmuz'dur. Havalar ısınır. Doğa bütünüyle canlanmıştır. Yaz tatili hayalleri de şekillenmeye başlar. Gezi siteleri boş zamanlarda sıkça ziyaret edilir. Çocukluk yıllarından kalma bir alışkanlık da olabilir, okulların kapanışının getirdiği mutluluk. Yaz gelmiştir artık. Yaz demek tatil demektir. Dahası var mı? Ağustos'ta içimiz burulmaya başlar yavaş yavaş. Hele ikinci yarısı. Önce havalar değişir. Sonra moralimiz. Yaz bitmekte, sıkıcı günler yaklaşmaktadır. Sanki güzel olan herşeye elveda deme zamanıdır artık.
Benim için Mayıs, Haziran ve Temmuz'u güzelleştiren başka etkenler de var. Hatta yukarıda saydıklarımdan daha önemlidir bunlar; İki tenis turnuvası ve iki bisiklet turu; Rolland Garros (Fransa Açık) ve Wimbledon ile Giro di İtalia (İtalya Bisiklet Turu) ve Tour de France (Fransa Bisiklet Turu). Eurosport sayaseninde bu muhteşem sportif heyecana ortak olurum ekran başında. Umarım bir gün herbirini canlı izleme fırsatını da yakalarım.
Toprak kortun zirvesi olan Roland Garros ne kadar ihtişamlı olsa da Wimbledon başkadır. Benzer durum Tour de France için de geçerlidir. Giro'dan bir kaç basamak yukarıdadır hep. Ayrıca bu dörtlemenin son halkası, en son gerçekleşenidir. Temmuz sonuna doğru Paris'te, dünyanın zirvesinde yer alan yüzlerce bisikletçinin Şanzelize geçidiyle son bulur. Her ne kadar bu yıl olimpiyatlar ve onun yarattığı heyecan içimi sıcak tutsa da diğer yıllarda Tour de France'ın bitişi tatlı uyuşukluğun son bulması anlamına gelir.
Tour de France'ın üç haftalık çekimine bunca bel bağlayan benim için daha başlangıçta işler umduğumun dışında seyretmeye başlamıştı. Doping nedeniyle cezalı olan 2009 ve 2010 şampiyonu (2010 şampiyonluğu doping cezası nedeniyle alındı) Alberto Contador'un tura katılamayacak olmasına onun en büyük rakibi olan Andy Schleck'in de sakatlık nedeniyle turdan çekilmesi eklenince tatsız bir durum ister istemez ortaya çıkmıştı. Ortam bir önceki yılın şampiyonu ve Avustralya'nın milli kahramanı Cadel Evans için özel olarak ayarlanmış gibiydi. Tur başladığında seçilen etapların da son derece monoton olduğu ortaya çıktı. Özellikle tırmanma etapları ne Alpler'de ne de Pireneler'de arzulanan rekabeti ortaya çıkarma potansiyelinden uzaktı. Buna bir de genel klasman lideri Bradley Wiggins'in takımı Sky'ın uyutucu taktikleri ve bu taktiklere baş kaldıracak hali bile olmayan BMC ve Cadel Evans eklenince işler iyice keçi boynuzu tadı vermeye başladı. Öyle ki peletonun saatlerce sohbet halinde seyrettiğine tanıklık etmek gibi bir işkenceye muhatap olmak zorunda kaldık ekran başında. Bugün 17. etap şu sıralarda koşuluyor olsa da turu Wiggins'in kazanacağı neredeyse kesin gibi. Üstelik sprint finişlerinin şimdiden efsaneleşmiş ismi Mark Cavendish de tek etap galibiyetinde kaldı ve takımı Sky bu konuda hiçbir şey yapamadı. Ve de belki de en önemlisi birkaç gün önce Andy'nin kardeşi Frank Schleck'in doping testinin pozitif çıktığı açıklandı. B testinin sonucu belli olmasa da henüz bisiklet artık dopingle anılmaya başlanan bir spor haline geldi büyük ölçüde.
Sanırım bütün bisiklet severeler kabus gibi geçen bu turun bir an önce bitmesini ve bu seneyi unutmak istiyorlar. Umarım olimpiyatlar ve Contador ile Andy Schelck'in katılacağı İspanya Bisiklet Turu bu hayal kırıklığını unutmamızı sağlayacak heyecana sahip olur.
19 Temmuz 2012 Perşembe
11 Temmuz 2012 Çarşamba
Ne İçin Çabalarız?
Dr. Cihan ERDÖNMEZ
Fırsatları biz mi yaratırız yoksa bizim dışımızdaki şeyler mi çıkarır onları karşımıza? Bu ve buna benzer sorular sıkça sorulur. Yanıtları da verilir elbette. Ancak doğru soru bence, karşımıza çıkan fırsatları nasıl değerlendirdiğimizdir.
Dönüp baktığımda geçmişe, başardığım pek çok şeyin hayatıma nasıl girdiğini ya da benim o şeyi hayatıma sokmak için ne gibi bir çaba harcadığımı hatırlamıyorum. Hatırladığım, o şeyle başarı arasında nasıl bir bağ kurduğum ya da kuramadığım.
Bunun tam tersi bir yol izleyenler de var. Yani kendilerine hedefler koyup, o hedefe ulaşmak için fırsatlar yaratmak üzere çaba sarfedenler. "Dişimle tırnağımla kazıdım" diyenler; dantel dantel, oya oya işleyenler. Kiminle konuşmak, nereye gitmek, kime yakın kime uzak durmak gerektiğini bilir onlar. Nerede görünmek nerede görünmemek gerektiği konusunda uzmandırlar. Ayrıca düşündüklerini bastırıp düşünmediklerini haykırmak konusunda da. Çerçeveye girmek konusunda hünerlidirler.
Benim yolum kendime yatırım yapmakla sınırlıdır. Daha çok bilmek, gelişmek ve bunları hayata aktarabilmekle alakalıdır bu. Hatasız olmak değil, hatalarından arınmaya çalışmak. Aynı hatayı tekrarlamamak. Böyle olunca hatasız insan arama hastalığından da kurtulmak olanaklı oluyor. Ben kusursuz değilim ki başkaları olsun.
Demek istediğim şu kısaca; bir yere varmak için değil çabam. Çabam berrak ve temiz bir su olmak için. Olabilirsem eğer, elbet bir cana can katar, susuz bir bedene hayat verebilirim. Yok eğer olamazsam, dünyayı kirletmekten başka hiçbir işe yaramam.
Fırsatları biz mi yaratırız yoksa bizim dışımızdaki şeyler mi çıkarır onları karşımıza? Bu ve buna benzer sorular sıkça sorulur. Yanıtları da verilir elbette. Ancak doğru soru bence, karşımıza çıkan fırsatları nasıl değerlendirdiğimizdir.
Dönüp baktığımda geçmişe, başardığım pek çok şeyin hayatıma nasıl girdiğini ya da benim o şeyi hayatıma sokmak için ne gibi bir çaba harcadığımı hatırlamıyorum. Hatırladığım, o şeyle başarı arasında nasıl bir bağ kurduğum ya da kuramadığım.
Bunun tam tersi bir yol izleyenler de var. Yani kendilerine hedefler koyup, o hedefe ulaşmak için fırsatlar yaratmak üzere çaba sarfedenler. "Dişimle tırnağımla kazıdım" diyenler; dantel dantel, oya oya işleyenler. Kiminle konuşmak, nereye gitmek, kime yakın kime uzak durmak gerektiğini bilir onlar. Nerede görünmek nerede görünmemek gerektiği konusunda uzmandırlar. Ayrıca düşündüklerini bastırıp düşünmediklerini haykırmak konusunda da. Çerçeveye girmek konusunda hünerlidirler.
Benim yolum kendime yatırım yapmakla sınırlıdır. Daha çok bilmek, gelişmek ve bunları hayata aktarabilmekle alakalıdır bu. Hatasız olmak değil, hatalarından arınmaya çalışmak. Aynı hatayı tekrarlamamak. Böyle olunca hatasız insan arama hastalığından da kurtulmak olanaklı oluyor. Ben kusursuz değilim ki başkaları olsun.
Demek istediğim şu kısaca; bir yere varmak için değil çabam. Çabam berrak ve temiz bir su olmak için. Olabilirsem eğer, elbet bir cana can katar, susuz bir bedene hayat verebilirim. Yok eğer olamazsam, dünyayı kirletmekten başka hiçbir işe yaramam.
3 Temmuz 2012 Salı
Kadınlar ve Erkeler
Kadınlar ve Erkekler
Dr. Cihan ERDÖNMEZ
2010 yazında Barcelona kentinde düzenlenen Avrupa Atletizm
Şampiyonasında beni çok şaşırtan bir olay yaşanmıştı. Nevin Yanıt 100 m engelli
finalinde oldukça iddialı rakiplerinin arasından sıyrılıp, yanılmıyorsam 12.61’lik
derecesiyle altın madalyayı boynuna geçirmişti. “Ne var bunda? Daha önce de
1500 m yarışında Süreyya Ayhan aynı başarıyı göstermişti” diyenler olabilir.
Elbette. Ancak, ülkemizin sahip olduğu coğrafi özellikler orta ve uzun mesafe
koşucusu çıkarmak için son derece uygun. Ortalama yükselti fazla olduğu için,
dayanıklılık branşları açısından avantaj teşkil eden bu durum patlayıcı güç
gerektiren branşlarda olumsuz faktör olarak karşımıza çıkar. Belki de bu yüzden
benim kuşağım atletizm denildiğinde Mehmet Yurdadönleri, Mehmet Terzileri
hatırlar. Durumun daha iyi anlaşılabilmesi açısından şu örnekleri vermekte
fayda var; Etiyopya ve Kenya gibi ülkelerden yığınla orta ve uzun mesafe
koşucusu çıkarken bir tane bile kısa mesafe koşucusu çıkmamaktadır. Oysa Jamaika’dan
sayısını bile hatırlayamayacağımız kadar çok sprinter çıkmakta, buna karşılık
uzun mesafe koşucusuna hiç rastlanmamaktadır.
Sporcuların genetik özellikleriyle birlikte yetiştikleri
ülkelerin coğrafi özellikleri, yetenek ve nitelikler üzerinde yüksek
belirleyicilik düzeyine sahiptir. Aslında coğrafi özelliklerin belirlediği
özelliklerin bir noktadan sonra genetik hale geldiğini de gözden uzak tutmamak
gerekir.
Bu nedenle, Nevin Yanıt’ın 100 m engelli gibi hem bütünüyle
patlayıcı güç gerektiren hem de son derece teknik bir branşta Avrupa’nın en
iyisi olması gerçekten şaşırılması gereken bir durumdu. Yoksa bir rastlantı
mıydı? Hayır. Hayır, çünkü Nevin bunun rastlantı olmadığını birkaç gün önce
Helsinki’de gerçekleşen şampiyonada altını yeniden boynuna geçirerek ispatladı.
Bu bir rastlantı değil, azim, kararlılık ve disiplinli çalışmanın bir
sonucuydu. Dahası, bunu Türkiye’de ancak bir kadın yapabilirdi.
Kadınların bu açıdan erkekleri fersah fersah geride bırakmış
olmasının başka pek çok göstergesi de var elbette. En çok da sporda. Örnek mi?
Milyonlarca erkek zamanını, enerjisini ve parasını futbola yatırırken kadın
voleybolunun geldiği nokta. Hem ulusal takım hem de kulüp takımları düzeyinde
dünyanın zirvesindeyiz. Ulusal takımın, yine birkaç gün önce sonuçlanan Dünya
Grand Prix’sinde üçüncü olması ve çok daha önceden Londra Olimpiyatlarına gidiş
vizesini alması. Vakıfbank Türk Telekom ile Fenerbahçe Universal’in Avrupa’nın
en büyük kupasını son iki sene peş peşe havaya kaldırmış olmaları. Ligimizin
Avrupa’nın en değerli ligi olması ve yıllar süren İtalya egemenliğine son
vermesi… Benzer bir durumu basketbolda da görmek olanaklı. Kadın
basketbolcularımız da geçen hafta Londra Olimpiyatları vizesini aldılar. Kadın
basketbol ligimiz Avrupa’nın en değerli ligi ve WNBA ligi oyuncularının çok
büyük bir bölümü kış sezonunu ülkemiz takımlarında geçirmeyi tercih ediyorlar.
Başta Fenerbahçe olmak üzere kadın basketbol takımlarımız Avrupa kupalarında
yıllardır, futbol takımlarının hayalini bile kuramayacağı düzeylerde mücadele
ediyor ve saygı uyandırıyorlar.
Kadınların azim, kararlılık ve disiplin gerektiren alanlarda
erkeklerin bu kadar çok önüne geçmelerinin nedeni ne olabilir? Bu evrensel bir
realite midir yoksa ülkemize has bir durum mudur?
Şurası kesin ki, dünyanın her yerinde kadınlar erkeklerden
daha dayanıklıdır. Çünkü onlar anne adayıdır ve yavrularını her koşul ve
güçlükte korumak üzere kodlanmışlardır. Gözünü budaktan sakınmamak ya da
göğsünü siper etmek gerçek anlamda yalnızca kadınlara mahsus özelliklerdir.
Hedefi olan bir kadını durdurmanın imkansızlığı tarih sayfalarında olduğu kadar
günümüz dünyasında da binlerce örnekle ispatlanabilir.
Peki, ülkemiz kadınlarını daha güçlü kılan bir etken var mı?
Varsa nedir? Bu soruların yanıtını bulmak için ülkemizde kadına ve erkeğe
biçilen rolleri, sorumlulukları, hakları, yetkileri ve bu koşullar altında
aşmaları gereken engelleri irdelemekte fayda var.
Kadın daha doğduğu an yenik duruma düşer. Erkek çocuk,
kırsal ya da kentsel, zengin ya da yoksul, ataerkil ya da demokratik her ailede
bir adım önde başlar yaşama. Kız çocuklarının önüne engeller konulmaya okul
çağına bile varmadan başlanır. Kızların daha uslu durması istenir. Daha fazla
söz dinlemeleri gerekir. Hanım hanım oturmalıdırlar onlar toplum karşısında.
Biraz daha elleri iş tutmaya başladığında annelerinin en büyük yardımcısı
olurlar. Erkekler sokakta sınırsızca oynarken kızlar evlerde iş görmeye
başlarlar. Şanslı olanların eğitim hayatı engellenmez. Oysa bazılarını okula
göndermeye bile ihtiyaç duyulmayabilir. Ya da ilkokulu bitirmek yeterli görülür
çoğu için. Kadının yeri erinin yanıdır çünkü. İtiraf edelim ki, annelerin
kızları için en büyük hayali hayırlı bir damat adayıyla baş göz etmektir onu.
Çünkü kendileri de birer kadın olan anneler bile kendi ayakları üzerinde
durabilen, özgür ve güçlü bir kadının olamayacağını düşünürler. Toplum çoktan
bu fikri onların kafasına sokmuştur. Bir hastalık gibi kuşaktan kuşağa yayılır
bu düşünce.
Hayırlı damatlar el bebek gül bebek yetiştirilen
erkeklerdir. Toplum onlara da aşılamıştır zehirli fikirleri. Cicim ayları çabuk
biter. Eğitimlisi eğitimsizi, okumuşu cahili, başlar kadına zulmetmeye. Kimisi
yanlış yaptığını bile bile alıkoyamaz kendini bu zulümden. Genlerine işlemiştir
çünkü. Erkektir, güçlüdür, üstündür. Karşısındaki kadın haddini bilmelidir.
Bilmezse bildirilmelidir.
Bu şartlar altında, ülkemiz kadını dünya kadınından
farklılaşır dayanıklılık ve mücadele gücü açısından. Diyebilirsiniz ki,
“dünyada kadınların daha güç koşullarda yaşam savaşı verdiği ülkeler de var. Ya
onlar?” Haklısınız bir ölçüde. Ama oralarda kadınlara fırsat verilmiyor. Oysa
ülkemiz az ya da çok Cumhuriyet devrimlerinin meyvelerini yiyebiliyor hala bir
ölçüde. Gazi Mustafa Kemal Atatürk gibi bir lidere sahip olmanın, onun açtığı
yolda güneşi görebilmenin avantajları bunlar. Yüzyıllardır baskıyla güçlenen
kadın iradesinin önünde açılan sınırlı kapıların sonuçları sözünü ettiğimiz. Diğer
ülkelerde kapılar hiç açılmıyor ki!
Erkekler alınmamalı bu duruma. Toplumsal bir realite bu.
Tabi bir de madalyonun öteki yüzü var; Bunca baskı altında kalan kadınların
kendilerini koruyabilmek için belki de, geliştirmiş olduğu özel yetenekler,
erkelerin hiç anlamadığı ve asla anlayamayacağı. Ne burada anlatmak doğru olur,
ne de anlatacak doğru kişi benim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)