Etiketler

Denemeler (12) Diğer (28) Makaleler (18) Şiirler (45)

31 Aralık 2013 Salı

YIL YENİ OLSA

Yeni olsa yıl
Yeni bir yıl değil istediğim
Yıl yeni olsa
Dediğim
Yeni insanlar misal
Yeni dostlar, arkadaşlar
Sevdiklerim kalsa
Bir tek aynı
Yeni bir ev değil belki
Ama yeni olsa ev
Ve de içinde gezinen bir köpek
İster küçük ister uzun tüylü
İsterse de dev
Ülkem yeni olsa
Yönetenler değişse hep
Yönetilenler değişse hep
Yeni akıllar olsa
Yeni bir ülke yapsa çocuklara
Yeni dünya örneğin
Yeşili daha çok
Daha çok sevgisi
Paylaşması
Şehirler yeni
Türküler yeni
Ve hatta yeni dağ başı
Hayaller eski kalsın
Gerçekler yeni
Güzeller güzel kalsın
Kötüler yeni
Yeni bir yıl değil istediğim
Yıl olsun yeni

30 Aralık 2013 Pazartesi

TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEMOKRATİK, LAİK, SOSYAL BİR HUKUK DEVLETİYDİ DEĞİL Mİ?

12 Eylül darbecilerinin yazdığı, yüce halkımızın ezici çoğunlukla kabul ettiği ve yine bir 12 Eylül (2010) günü "yetmez ama evet" dedirtecek şekilde revize edilen anayasamızın 2. maddesi şöyle der:

"Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir."

Anayasa'nın 4. maddesi de, içinde yukarıdaki ikinci maddenin de bulunduğu ilk üç maddenin değiştirilemeyeceğini ve hatta değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceğini belirtir.
 

Üniversitede ders verirken öğrencilerim dördüncü maddeye çok takılırlardı. Anlayamıyorlardı bazı maddelerin değiştirilmesinin önüne konan engeli. İdealist dünya görüşleri onlara değiştirilemeyecek hiçbir şeyin olmaması gerektiğini söylüyordu çünkü. Örneğin ormanları paramparça yapacak anayasa değişiklikleri yapılabiliyordu da bu maddelere neden dokunulamıyordu. Bense onlara şu açıklamayı yapıyordum:

"Bu maddeler devletin yapısını, temelini belirleyen maddelerdir. Bu maddeleri değiştirdiğiniz zaman devletin temel yapısını değiştirmiş olursunuz. Daha açık bir ifadeyle yeni bir devlet oluşturursunuz. O zaman da anayasayı baştan aşağıya yeniden yazmanız gerekir, çünkü artık Türkiye Cumhuriyeti değil başka bir devlettir söz konusu olan. Elbette devletler değişmez değildir. Ama her devlet kendisini koruyacak bazı önlemler alır. Bu önlemler askeri olabileceği gibi ekonomik, kültürel olabileceği gibi hukuki karakter taşıyabilir. Dolayısıyla eğer Türkiye Cumhuriyeti tarih sahnesinde var olmaya devam edecekse demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olarak var olmaya devam edecektir. Diyelim ki "laik" kelimesini bu cümleden çıkardık. O zaman artık Türkiye Cumhuriyeti de olmayacaktır."

O zamanlarda da bu ilkeler çiğneniyordu sık sık, doğrusu hiçbir zaman tam anlamıyla demokratik, tam anlamıyla laik, tam anlamıyla sosyal bir hukuk devleti olmadı TC. Adalet, insan hakları, Atatürk milliyetçiliği hak getire. Gel gelelim 90'lı yılları ve 2000'lerin başını mumla arayacağımız pek de aklımıza gelmezdi.

Ben ve benim gibi düşünenler baştan beri mevcut hükümetin arasının bu ilkelerle iyi olmadığını düşünüyor ve dile getiriyorduk. Ama son 15 gün bu konuda turnusol kağıdı görevi gerçekleştirdi. Artık açıkça biliyoruz ki amaç ne olursa olsun iktidar kalabilmektir. Mevcut hukuk kural ve kurumları istenildiği şekilde çiğnenebilir, tehdit edilebilir, hukukun işlemesi engellenebilir. Her tür demokratik hak arama ve hesap sorma mekanizması kilitlenebilir, baskı altında susturulabilir. Belli bir grubun çıkarına ama toplum genelinin zararına olan her türlü uygulama ve hatta hırsızlık bile savunulabilir, rüşvet ve kamu kaynaklarının peşkeş çekilmesi legalize edilmeye çalışılabilir. Ve bırakın DİN temelli devlet yapılanmasını MEZHEP temelli devlet yapılanması usul usul genetik şifrleleme çalışmalarına dahil edilebilir. 21. yüzyılda bir toplum, devletin temel yapısını ve bununla ilgili sorunları dua-beddua rayında tartışıyorsa başka söz etmeye gerek var mı? Secdeden başka başı eğilmeyen liderler(!), Allah'tan başka korkusu olmayanlar, cezasını öbür dünyada çekecek olanlar, lanetlenenler, cihatlar ve mücahitler, Kur'an'dan, İncil'den ve bilumum kutsal kitaplardan öğütler, devlet içerisinde cemaat temelli paralel yapılanmalar... Daha söyleyeyim mi? Durun! Gerçekten 21. yüzyılda mıyız yoksa ortaçağ karanlığında mı?

Kimsenin özel yaşamında bu kavramlara ne kadar yer verdiğiyle ilgili değil mevzu. Mevzu bu kavramların devlet olma, hükümet etme, muhalefet yapma ritüellerine katılmış olması. Mesele insan yapımı hukuk normları karşısında hesap vermesi gerekenlerin Allah'a havale edilmesi.

Farkında mısınız bilmiyorum; birileri kamunun mallarını bireyin malları haline getirirken, ormanlarımızı, denizlerimizi, göllerimizi, paramızı, toprağımızı, velhasıl çocuklarımızın geleceğini ranta çevirip hortumlarken bireyin inançlarını kamunun inançları haline getirmeye çalışarak koruyor kendini, iyi uykular masalları anlatıyor, ninnileri söylüyor kitlelere ve biz de bu masallarla, ninnilerle küçültüyoruz çocuklarımızın geleceğini.

İYİ UYKULAR DEMOKRATİK, LAİK, SOSYAL BİR HUKUK DEVLETİ OLAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ!

23 Aralık 2013 Pazartesi

SANATÇININ DRAMI (BİR KULAK KESME HİKAYESİNİN 125. YILI)

Sanatçı bir ruha sahip olmak dramlara davetiye çıkarmaktır bir yandan da. Hassas ve duyarlı bakış, yaşanan her dramı sanatçının içine bir kor gibi atar. Mutlu anı azdır sanatçının. Herkesin derdi sanatçının derdidir de sanatçının derdi, dramı başka kimseyi ilgilendirmez.

Bu giriş aklınıza pek çok sanatçıyı ve o sanatçının dramatik yaşamını getirmiş olabilir. Ama belki de sanatçının dramı listesinde bir numarayı hiç kimse Vincent van Gogh kadar hak etmez. 37 yıllık kısa yaşamın neredeyse hiç bir anı mutluluk denilen çizgiye yakınlaşma şansı yaratmamıştır Van Gogh'a. Onun hakkında yazılanları okuyup ardından elinize bir Kemalettin Tuğcu romanı aldığınızda içiniz açılır, bahar çiçekleri açar.

 
Van Gogh'un başlangıçta koyu renkler içeren resimleri Fransa'ya taşınmasının ardından parlak renkli resimlere bırakır yerini. Ayçiçekleri, Teras Kafe, Yıldızlı Gece, İrisler vb. pek çok eseri, sanatçının Fransa'da geçirdiği, hayatının son 10 yılına, pek çoğu da son iki yılına aittir. Yukarıdaki Bir Çift Ayakkabı'yı van Gogh 1886'da çizmiştir ve bana sanatçının kendisini en çok yansıtan eseri olarak görünür. 37 yıllık yaşamının her anı bu ayakkabılar gibi perişan halde geçmiştir.
Elbette van Gogh dramı denildiğinde pek çokları onun kulak kesme hikayesini hatırlar. Rivayete göre ressam arkadaşı Gauguin ile tartıştıktan sonra kendisi kesmiştir kulağını. Kimisine göre ise aralarındaki kavga sırasında Gauguin kesmiştir kulağı. Her neyse! Gani Müjde'ye "Bendeki Kulak Van Gogh'da Yok" esprisini yaptıracak olan olay bundan tam 125 yıl önce, 23 Aralık 1888'de gerçekleşmiştir. Sanatçı bunun ardından iki yıl bile yaşayamamış ve 30 Mart 1853'te başladığı çileli yaşamına 29 Temmuz 1890'da göğsüne bir kurşun sıkarak son vermiştir.
Hayatını kardeşi Theo'dan gelen maddi yardımla sefalet içinde geçiren bu büyük sanatçının Dr. Gachet'in Portresi isimli tablosunun, 1990 yılındaki bir müzayedede, yani onun ölümünün tam 100. yılında yaklaşık 83 milyon dolara alıcı bulması, sanatçı dramının klasikleşmiş bir kanıtı gibidir sanat tarihinde. Ve belki de en önemli dram, gerçek sanatçıların sanatlarından başka hiç bir şey yapamamak gibi bir üstün özelliğe sahip olmasıdır. Bakın bu durumu Charles Bokowski naslı anlatıyor Van Gogh için yazdığı şiirde:
Van Gogh kulağını kesip
bir
orospuya verdi
orospu
hunharca fırlattı
kulağı
sokağa tiksinerek.

Van,
orospular
kulak
istemezler
para isterler

sanırım bu yüzden
muhteşem bir
ressamsın sen
başka
bir şeyden
anlamadığından…


21 Aralık 2013 Cumartesi

SOSYAL MEDYA DEDİKLERİ

Lise yıllarında, okul çıkışlarında jetonla oynanan atari kaçamaklarını ve üniversitedeki bilgisayar dersi uygulamalarını (bir kişinin yazıp 10 kişinin baktığı uygulamalar) saymazsak bilgisayarla ilk tanışıklığım, yanılmıyorsam 25 ya da 26 yaşındayken gerçekleşti. Sevgili Abdi (Ekizoğlu) Hoca sosyal ilişkilerini kullanarak, eski bir bilgisayarı bağış yoluyla kürsüye getirmişti. Hiç unutmuyorum, aletin 8 MB harddisk kapasitesi vardı (şaka değil, sadece 8 MB). Asistan olduğum ilk yıllarda mekanik daktilo kullanıyorduk her türlü yazı ve yazışma için. Sonra, İÜ Orman Fakültesi Eğitim ve Araştırma Vakfı elektronik bir daktilo almıştı bizim kürsüye. Devrim gibiydi bizim için. Ardından gelen bu bilgisyar ise çağ atlatmıştı. Önceleri Windows 3.1'i kaldırmayacağını düşünerek PW ya da Word Perfect adlı yazı programlarını yükledik bin bir uğraşla. Daha sonra, o zamanlar fakülteden ayrılmamış olan Halil (Gerçek, Havza Amenajmanı kürsüsünde asistandı) gelip Windows 3.1'i kurduğunda bellekte yalnızca 2 MB boş alan kalmıştı. Onunla idare ediyorduk. İnternet bağlantısı ise izleyen bir ya da iki yıl içinde gerçekleşmişti.

Bilgisayar teknolojisiyle bu kadar geç tanışınca, onunla ilgili gelişmeleri de haliyle geriden takip ediyor insan. Bu bir avantaj mı dezavantaj mı tartışılır, ama bu konuya girmeyeceğim. Sonuçta, akşam eve geldiğimizde oğlum tablete, ben bilgisayara ve eşim de akıllı telefona gömülüp saatlerce zaman geçirdiğimiz bir noktaya geldik. Aile içinde sosyal olamayıp sosyal medya aracılığıyla sosyalleşmeye çalıştığımız bir çağ bu. Biz de onun, yani sosyal medyanın köleleri.
SEO ve Sosyal Medya

Kişisel olarak ben Facebook, twitter ve instagramda epey zaman geçiriyorum. Öncelik sıralamam ise twitter, insatgram ve facebook şeklinde. Bu sıralamaya uygun olarak her biri için görüşlerimi aktarmak istiyorum bu yazıda.

Twitter: Az ama öz konuşanların mekanı
Twitter, Direkt Mesaj Göndermede Takip Etme Zorunluluğunu Kaldırdı

Başlıktan da anlayacağınız gibi twitter benim gözdem. Bir defa saçmalama olasılığı sıfır. 140 karakterde işi bitirmek zorundasınız. Bu sizi akıllı ve rasyonel davranmaya zorluyor. İkinci avanatjı ise daha uzun ve içerikli paylaşımların önünün tamamen kesilmemiş olması. Bir twite her türlü görsel ve yazılı materyali ekleyebiliyorsunuz ya da link verebiliyorsunuz. Ama önemli olan sizin onu 140 karakterde nasıl aktardığınız. İnternet ağının, veri alışverişinin sorunlu olduğu yerlerde boşu boşuna koca resim ya da video dosylarını açmamış oluyorsunuz böylelikle. Bence twitterın en önemli artısı sizi takip etmeyenleri de takip edebilmeniz. Siyaset, bilim, sanat, spor ve aklınıza gelen her alandan kişi ya da kurumu takip etmenizin önünde hiç bir engel yok. Bu özellik twitteri facebook gibi ahbap-çavuş ilişkisi kıskacından kurtarıyor. Diyebilirim ki güncel her türlü gelişmeyi twitter aracılığıyla izleyip düşüncelerimi bu platformada beni izleynelerle paylaşabiliyorum.

Elbette twitterın negatif bazı yönleri de var. Mesela bir öykü yazıp twitterda paylaşmak isteyenler. Aynı kullanıcıdan art arda 20-30 twit geliyor bazen. Be adam, bir blog aç kendine, uzun düşüncelerini oraya yaz, şu an benim yaptığım gibi, sonra yalnızca linki paylaş! Yok illa yoracak ve boğacak bizi. Bir de aynı içerikli twitleri evirip çevirip paylaşan, böylelikle kamuoyu yaratmaya çalışan bir kitle var ki, bu da beni çıldırtıyor. Yine de twitter facebooka göre çok daha rasyonel, yararlı ve özgün bir sosyal medya aracı bana göre.

Insatgram: Heyyooooo! Hepimiz sanatçı olduk.

Instagram Logo

Sıradan insanlar, yani bizler neden fotoğraf paylaşmak isteriz? Elbette gördüğümüz ilginç, güzel, kayda değer kareleri diğer insanlarla paylaşmak için. Peki aynanın karşısına geçip kendini çeken ve bunu instagramda paylaşana ne demeli? Bazı kullanıcıların profili tamamıyla kendi fotoğraflarıyla dolu. Allahım bu nasıl bir megalomani.

İnternetten fotoğrafı alıp insatgram cilası çektikten sonra paylaşanlara diyecek hiç bir şey yok elbet. Cila demişken bazıları öyle acayip düzeneleme programları kullanıyorlar ki, orijinal fotoğrafla paylaşılan fotoğraf arasında ilişki kalmıyor neredeyse. Siz hiç toprağı, ağacı ve hatta havası kırmızı olan bir orman gördünüz mi? Ben gördüm instagram sayesinde.

Insatgramın diğer sosyal medya mecralarına göre en önemli farkı, yalnızca tabletlerde ya da akıllı telefonlarda kullanılabiliyor olması. Bilgisayarlarda fotoğraf paylaşımı yapılamıyor. Bunun nedeninin anlayabilmiş değilim.

Fotoğrafınızın altına etiket yazarak paylaşma olanağı fotoğrafınızın sizi takip etmeyenler tarafından da rahatlıkla görülmesini sağlıyor. Böylelikle instagram tematik bir fotoğraf galerisi haline dönüşüyor. Fakat burada da sorun etiketlerle fotoğrafların uyumsuzluğunda ortaya çıkıyor. Fotoğrafım daha çok insan tarafından görülsün diye alakalı alakasız her fotoğrafına "love", "nature", "istanbul" gibi etiketler koyanlar var. Bir de bu etiketleri kopyalayıp her fotoğrafında yapıştıranlar. Ne diyelim?

Facebook: Sahte duygu ve düşünceler imparatorluğu


- Harika görünüyorsun şekerim.
- Saçların çok güzel, bayıldım.
- Tü tü tü tü maşallah, nazar değmesin. Bu ne güzellik böyle.

Bu ve buna benzer sahte cümlelerle dolu oluyor çoğu zaman facebook sayfalarımız. Ne yazan inanıyor ne de okuyan.

Facebook'ta çok "like" almak istiyorsan kesinlikle az yazı ve çok görsel kullanacaksın. Kimse orada yazı okuyup beynini yormak istemiyor. Hele bir de komik videolar paylaşıyorsan değme keyfine. Lord of the Facebook. Çok "like" almanın bir diğer yolu ise şirin kedi fotoğrafları paylaşmak. Kimse, özellikle kadınlar buna dayanamıyor.

Önemli futbol maçlarından sonra, hele konu FB ya da GS'nin göze batan bir başarısı ya da başarısızlığı ise uzak durun bir kaç gün facebooktan. Çok spor sever bir millet olduğumuzdan, kabarıyor o damarlarımız birden; dalga geçmeler, hakaretler, küfürler... Daha neler neler, bini bir para. Salı pazarı gibi, her şey o kadar ucuz ki!

Güncel sisyasi gelişmelerle ilgili tavır koyan paylaşımlar belki de en masumları. Ancak sorun şu ki, kimse kendinden, özgün birşey koymuyor. Ya bir köşe yazarının yazısı, ya da benzer mecralarda paylaşıla paylaşıla usandıran klasik dokundurmalar, özlü sözler, Mevlana ya da Yunus Emre deyişleri. Aklınıza ilk gelen en aptalca cümlenin altına Mevlana yazıp paylaşın, yüzlerce like garanti.

Bir de "biri bizi gözetliyor" manyakları var. Daha doğrusu herkesin kendisini gözetlemesini isteyen manyaklar. Bazı yazılımlar kullanıp otomatik olarak "I am at... " paylaşımlarında bulunanlar mı istersin, kahvaltı masasını çekip "şu anda şurada filancalarla kahvaltı ediyoruz" diyenler mi... İşin en komik tarafı ise bu tür paylaşımların inanılamayacak kadar like almaları. "Şu anda Sabiha Gökçen Havaalanındayım" paylaşımını like eden kişnin ruh halini çok merak ediyorum. Geçenlerde çok önemli bir gazetede yer alan ekonomi makalesini paylaşıp, onunla ilgili düşüncelerimi aktarma gafletinde bulundum. Bir üstteki "I am at...." paylaşımı 50'nin üzerinde beğeni almıştı. Benimki ise yalnızca bir. O da ayıp olmasın diye beğenen eşimden geldi. Kendimi 1980'li yıllardaki Eurovision'a katılan Türk şarkıcılar gibi hissettim bir an.

Facebookun belki de en önemli sorunu seni arkadaş olarak kabul etmeyenleri takip edememen. O nedenle facebookta çok önemli bilim ya da sanat adamlarını, siyasetçileri, ulusal ya da uluslararası kuruluşları takip etme olanağı yok. Anlayacağınız facebook kendi aramızda top çevirme ya da sen çal ben oynayayım mecrası. İstisnalar dışında kimseye birşey kattığını sanmıyorum.


19 Aralık 2013 Perşembe

GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLMİŞ STK'LAR

Malumunuz genetiği değiştirilmiş organizmalar, kısaca GDO'lar, uzun bir süredir hem dünyanın hem de ülkemzin gündeminde. Organizmaların genetiğinin değiştirilmesinin temel amacı, birim alanda daha kısa sürede daha çok üretim yapabilmek. E, hal böyle olunca ve açlık gibi bir felaketin dünyanın belirli bölgelerinde bir kara bulut gibi dolaştığı da hesap edildiğinde, kulağa hoş gelebilir ilk bakışta. Oysa tablo bu kadar basit değil. Bir defa dünyadaki açlık sorunu gıda yetersizliğinden değil gıdanın adil paylaşılmamasından kaynaklanıyor. Bu oldukça derin bir mevzu. Dahası GDO'lar başta insan sağlığı olmak üzere pek çok açıdan olumsuz etkilere sahipler ki, bu da bir o kadar derin ve uzmanlık gerektiren bir konu. Asıl meselemiz bu olmadığı için zıplayıp geçelim şimdilik üzerinden.

Şükürler olsun ki iki lafımızdan birinde demokrasinin erdemlerine dem vuruyor, ne kadar demokrat ne kadar demokrat hatta hektaaaar hektar demokrat olduğumuzu karşımızdakilere anlatmaya çalışıyoruz. Elbette demokratik değer yargıları ve tutumlar, başta aile içi olaylarda olmak üzere bireysel yaşamımızda önemli yer tutar. Ülke yönetimi seviyesine yansıyan demokrasi kültürünün temeli de budur zaten. Fark şudur ki, ülke yönetimi söz konusu olduğunda, eğer demokrasiden söz ediyorsak, bireyler önemini yitirir ve kurumlar değer kazanamaya, ön plana çıkmaya başlar. Başta siyasi partiler olmak üzere pek çok kurum ve kuruluş ülke yönetiminde etkin, alınan kararlarda baskın olmak ister. Her biri politik (siyasi) birer aktördür bu kurum ve kuruluşların. İdeolojileri, dünya görüşleri, inaçları ya da değer yargıları doğrultusunda politik karar alma süreçlerinde etkili olmaya çalışırlar. Bütün bu kurum ve kuruluşlar özgür ve eşitlikçi bir ortamda çalışmalarını sürdürebilirlerse eğer, demokrasinin ön koşullarından biri yerine gelmiş sayılır.

the world freedom atlas

Sivil toplum kuruluşları (STK'lar) bu düzlemde ve gelişen demokrasilerde önemli yere sahip kurumlardan biridir. Gerçekten de günümüzde başta insan hakları, çevre ve kalkınma olmak üzere pek çok konuda STK'ların ulusal, bölgesel ve küresel çapta pek çok başarıya imza attıklarına sıkça şahit olmaktayız.

STK'ların genetik kodları adına açıkça yansımıştır. STK'lar sivildir. Biraz daha açıklamak için İngilizce karşılığına bakmakta yarar var; NGO, yani Non-Governmental Organization. Non-governmental hükümet dışı, hükümete bağlı olmayan, hükümetin içinde yer almayan demek. Türkçe'deki sivil sözcüğünü de bu anlamda değerlendirmekte yarar var. O halde bir STK'nın kısaca hükümet dediğimiz yürütme organının içinde yapılanması, o organıın içinde şekillenmesi ya da o organdan parçalar içermesi düşünülemez. Çünkü STK'ların en temel görevlerinden birisi hükümet uygulamalarının toplum adına denetlenmesidir.

Türkiye'deki STK yapısına baktığımızda, pek çok farklı türün kendine yer edinmeye çalıştığını rahatlıkla görebiliriz. Bir özet liste yapmak gerekirse;

a) Gerçekten sivil olan STK'lar (genetik olarak saf olanlar),
b) Kısmen sivil kısmen hükümete bağlı STK'lar (genetik olarak hibrit olanlar),
c) Bütünüyle hükümete bağlı STK'lar  (genetik olarak mutasyona uğratılmış olanlar),
d) Sivil görünüp hükümeti ele geçirmeye çalışan STK'lar (genetik olarak tanımlanamayanlar).

Bu sayılan türlerden birincisini kenarda bırakırsak, diğer üç tanesinin şu ya da bu ölçüde genetik kodlamaya uymadığı, yani genetiği değiştirilmiş STK olduğu kolayca görülebilecektir. Aslını soracak olursanız, nasıl genetiği değiştirilmiş organizmalara organizma demek içimizden gelmiyorsa, genetiği değiştirilmiş STK'lara da sivil demek içimizden gelmiyor. Tıpkı 60 küsur yıllık demokrasimize demokrasi demek içimizden gelmediği gibi.

Not: Bu yazının son günlerde ortaya çıkan yolsuzluk, rüşvet olayları ve hükümet-cemaat çekişmesi ile doğrudan bir ilgisi yoktur. Sayılanların yazıyla bir ilişkisi varsa, o benim sorumluluğumda değil elbette!

12 Aralık 2013 Perşembe

UCUZ MİLLİYETÇİLİK ÜZERİNE

Kişisel olarak beni en çok rahatsız eden şeylerden birisi ucuz milliyetçiliktir. Konuya giriş yapmadan önce şunu açıkça belirteyim; dünya uluslarını birbirinden ayırmam, ama var olan global politik, kültürel ve ekonomik yapılanma çerçevesinde ulusal çıkarları ön planda tutan bir dünya görüşünü paylaşıyorum. Bayrağımı ve ülkemi seviyorum.

Hal böyleyken "ucuz milliyetçilik" olarak tanımladığım bazı durumları anlayamıyorum. Üstelik bunun tartışılmaz bir gereklilikmiş gibi dayatılmasını aklım almıyor. Ucuz milliyetçilik fırtınasını en çok futbol takımlarımızın Avrupa maçlarında görüyoruz. Son olarak GS'nin şampiyonlar ligi maçında yaşadık. Sosyal medyada "hepimiz GS'liyiz", "GS'yi desteklemeyen vatan hainidir" içerikli mesajlar dolaştı durdu. Bunları yazanlar haklıysa ben bir vatan hainiyim. Çünkü GS'nin ne yaptığı beni zerre kadar ilgilendirmiyor. GS'yi ve taraftarlarını severim ama ne yaptığı beni hiç ilgilendirmez. Nihayetinde sportif bir oyundan söz ediyoruz ve bunun ulusal çıkarlarımızla ne gibi bir alakası var anlayamıyorum. Efendim ülke puanıymış da, sıralamaymış da, falan da, filan... Eee? Sonuçta yalnızca sportif bir oyun. Vatan millet meselesi değil. Bunu amacının dışına taşıran dostlarıma hatırlatmak istiyorum; Birileri oturmuş vatanımızın haritasını yeniden çiziyor şu sıralarda, var mı bir tepkiniz? Ne iş?

10 Aralık 2013 Salı

POLİTİKA DENEN ŞEY VE GÜÇ (1)

Üniversiteden 1990 yılında mezun olur olmaz yüksek lisans yapmaya başladım. Aynı zamanda, şimdi olmayan, daha doğrusu TMSF tarafından el konulup bir kamu bankasının bünyesinde eritilen bir bankanın genel müdürlüğünde çalışıyordum. Dersler ve bankanın gergin iş ortamına akşam ve gece mesaileri de eklenince, hem bedenen hem de ruhen çok yıprandım. Fakültede yüksek lisans yaptığım kürsüde açılan asistanlık sınavı imdadıma yetişti; şansım da varmış, sınavı kazandım ve bambaşka bir yaşama adım atmış oldum.

Artık ormancılık politikası alanıdan kariyer yapma başlangıcında olan genç bir akademisyendim. Zevkli ve heyecan vericiydi. İtiraf etmeliyim ki, biraz da gururlanıyordum. Fakat bir sorun vardı; ormancılığı biliyordum bilmesine ama politikanın ne olduğunu bir türlü kavrayamıyordum. Evet, ben de sabah akşam politika ve futbol konuşulan bir çevrede büyümüştüm. Bolca politika konuşuyordum ama politikanın ne olduğunu bilmiyordum.



Yıllar geçtikçe öğrendim politikayı ve öğrencilerime öğretmeye başladım. Elbette, en çok öğretirken öğrendim. Şimdi beni sınava alıp "politika nedir?" diye sorsanız ve yalnızca bir cümleyle açıklamamı isteseniz, şöyle derdim:

     "Politika, güce sahip olma ve sahip olunan güç ile topluma yön verme savaşıdır."

Güçlü olmadan hiç bir şeye yön veremezsiniz. Çoğumuz çağdaş hukuk devletlerinde hukukun her şeye egemen olduğu yanılgısına kapılırız. Oysa Napoleon Bonaparte'ın da dediği gibi; "güç ortaya çıkınca kanunlar zayıflar." O nedenle kanunların ne dediğinden daha önemli olan güç sahibinin kanunları nasıl yorumladığıdır. Bana inanmıyorsanız yaşadığınız ülkenin yakın tarihine bir göz gezidirin. Ne dediğimi daha iyi anlayacaksınız.

Buraya kadar her şey yolunda gidiyor. Ama asıl yanıtlanması gereken soruya henüz gelmedik. Madem ki politikanın temelinde "güç" yatmaktadır. O halde güç nedir?

Politika sosyal bilimleri ilgilendiren bir konudur, kuşku yok. Ama bazen fen bilimleri sosyal bilimlere de ışık tutar. Politik anlamda gücün ne olduğunu anlamak için aynı kavramın fen bilimlerindeki (varsa) karşılığına bakmak yararlı olur. Oğlum 6. sınıfa gittiği ve Fen Bilimleri Dersi ödevlerini zaman zaman birlikte yaptığımız için zihnimde taze bir güç tanımı var:

     "Güç, belli bir işi yapmanın hızıdır."

Yani ne kadar yapabildiğiniz güç ile ilgilidir. Bir işi gücünüz ölçüsünde hızlı ya da yavaş yaparsınız. Gücünüz hiç yok ise, elbette sıfır iş üretirsiniz. Bu fen bilimlerinde böyle olduğu gibi sosyal bilimlerde ve elbette politikada da böyledir. Bu nedenle bütün politikacılar güçlü olmak ister. Gücü elinde tutmak, onu hiç ama hiç kaybetmemek isterler, çünkü politikanın genlerinde güç yatmaktadır.

Bir adım daha ilerlemek için başka bir soru ile yolumuza devam edelim: "Gücün kaynağı nedir?" ya da farklı bir ifadeyle "kaç çeşit güç vardır?" Bunca yıllık deneyimim, bana politikada dört farklı güç kaynağı ve bu kaynaklara bağlı olarak da dört farklı güç olduğunu gösteriyor;

     1. Silahın Gücü

Dünya tarihi bu güce sahip olmak isteyen, bu güçle ülkesini ve hatta dünyayı yönetmeye kalkan devlet adamlarının örnekleriyle doludur. Cengiz Han'dan İslender'e, Fatih'ten son ABD başkanı Obama'ya kadar. Silah gücü yalnızca ulusal politikada değil uluslararası politikada da olağanüstü bir etkiye sahiptir. Hatta denilebilir ki, silahın gücü, demokrasinin de etkisiyle ulusal politikadan daha çok uluslararası politikada varlığını hissettirir günümüzde.

     2. İnancın (Tanrının) Gücü

Her ne kadar aydınlanma hareketi ile birlikte bu güç etkisini yitirmiş gibi görünse de hala bütün politikacıların dört elle sarıldıkları bir güç türüdür bu. Özellikle az gelişmiş ve muhafazakar toplumlarda "Allah" ile başlayan bir cümlenin karşısında durmak olanaksızdır. O gücün kaynağını eleştiremezsiniz, çünkü derhal inanca saygısızlık nakaratları devreye girer. Hem sizi o güçle çekip çevirmeye kalkarlar hem de dokunulmazlık, eleştirilemezlik zırhı ile korurlar onu.

     3. Paranın Gücü

Özellikle endüstri devrimi ile birlikte para toplumun tüm katmanlarında hızlı bir şekilde dolaşmaya başlamıştır. İçe dönük tarım toplumları ve kölelik düzeninin yerini dışa dönük sanayi toplumları almıştır. Sanayi ile birlikte ticaret de gelişmiş, toplumun bir kısmı zenginleşmiş diğer kısmı da zenginlik hayalleri kurmaya başlamıştır. Zamanla paranın satın alamayacağı hiç bir şey kalmamıştır toplumsal çarklar silsilesinde. Öyle ki bazı az gelişmiş ülkelerde "ben fakiri sevmem" diyen devlet(!) adamlar baş tacı edilmiş, o ülkelerde zenginlik, yani paranın gücüne sahip olmak tek geçerli insanlık erdemi haline getirilmiştir.

     4. Aklın Gücü

İlk üç güç kaynağı ve güç türünün tek bir amacı vardır. Geniş halk kitlelerini baskı altında tutarak etkizileştirmek ve gücün yalnızca belli sınıfların elinde kalmasına destek olmak. Bu sayede toplumu bir koyun sürüsü gibi yönetmek olanaklı olur. Aslında güçlü sınıf(lar)a karşı geniş halk kesimlerinin elindeki tek güç aklın gücüdür ve bu nedenle bu güç türüne aklın gücü yerine halkın gücü de denilebilir. Toplumda ve politikada aklın (halkın) gücünü egemen kılmak için bazı dinamiklere ihtiyaç bulunur. Aklı egemen kılmak, halkı silah, inanç ve para kullanarak baskı altında tutmaya karşı koymak için aklın doğrularının geniş halk kesimlerine yayılması gerekmektedir. Bunun için iki önemli toplumsal kuruma büyük rol düşer. Bunlar bilim ve sanattır. O nedenle ilk üç güç türüyle politika yapmak isteyenler bilim ve sanat üzerinde kara bir bulut gibi gezinirler sürekli.

Burada geçici bir nokta koyalım. Söylenecek çok söz var daha. Noktamız da büyük bilim adamı Charles Darwin'in şu sözleri olsun:

Charles Darwin
(1809 – 1882)

Bilim ve sanat bir kuşun kanadı gibidir. Bu iki kanadı kullanabilen toplumlar uçar ve özgür olurlar. Uçamayanlar ise tavuk olur. 'Tavuk toplum', önüne atılan bir avuç yemi gagalarken, arkadan yumurtalarının alındığının farkında bile olmaz.


"Bilim ve sanat bir kuşun kanadı gibidir. Bu iki kanadı kullanabilen toplumlar uçar ve özgür olurlar. Uçamayanlar ise tavuk olur. Tavuk toplum önüne atılmış bir avuç yemi gagalarken, arkadan yumurtalarının alındığının farkında bile olmaz."