Etiketler

Denemeler (12) Diğer (28) Makaleler (18) Şiirler (45)

24 Kasım 2015 Salı

Öğretmenim

Öğretmenim
Korktum önceleri bakınca yüzüne
Seni hep sıra dayaklarında
Parmak uçlarımda acı gibi hissettim
Yolumu değiştirmek zorunda kaldım çoğu zaman
Sırf seninle karşılaşmamak için olur olmaz
Sonra yavaş yavaş
Hayranlıklarım baş gösterdi ilk gençliğimde
Kimi zaman pantolonunun ütüsüne
Kimi zaman saçının kıvrımına kilitlendi gözlerim
Utancımdan olsa gerek
İlk aşkımın sen olduğunu sır gibi saklayıp
Kimselere söylemedim
Derken senin gibi konuşma hevesi sardı beni
Ve senin gibi etkileyebilmek birbirinden güzelleri
Biliyorum yapamadım
Sana ulaşayım derken karıştırdım yolları
Biliyorum yapamadım
Acım büyüdü içimde, atamadım
Biliyorum yapamadım
Çarem kalmadı avuttum kendimi
Seni hatırlayarak her yirmi dört kasım


23 Ekim 2015 Cuma

Anneler Ağlar Babalar Konuşur

Cumartesi sabahı (10 Ekim), önce okuldan bir hocamızın annesinin vefat haberi ile sarsıldım. Ancak Ankara'daki korkunç terör saldırısını öğrendiğimde kanım dondu. Bu saldırı ile ilgili o kadar çok şey söylendi ve söylenecek ki, içimden tek kelime etmek gelmiyor. Aslında içimden geçenleri kelimelere dökmek de çok olanaklı değil.

İki gün boyunca yüreği yanan annelerin haykırışlarını izledim televizyonlardan. Sırıtan bakanı izledim suratına tükürme isteğiyle. İstifa sözcüğünü lügatlarında taşımayan büyük adamları gördükçe istifra edesim geldi. Bir yandan canı yananların acısıyla yüreğim sızlarken diğer yandan teröristlerin kol gezdiği, canlı bombaların cirit attığı ve daha kötüsü bütün bunlara adeta çanak tutan sorumsuz bir hükümetin hüküm sürdüğü bir ülkede bir evlat yetiştiriyor olmanın kaygısı çöktü üzerime.

Annesi vefat eden hocamız vefat haberinin ve cenaze bilgilerinin kurumsal olarak, hep yaptığımız gibi duyurulması konusunda çekinceliydi. Çünkü hocamızın annesi Ermeni'ydi ve o kadar iyi biliyordu ki bu ülkede Türk-Sünni çoğunluğa dahil olmayanlara nasıl yan gözle bakıldığını; Türkiye'de ırkçılık ve ayrımcılık olmadığı sözünün kocaman bir palavradan ibaret olduğunu. Hocamızın kaygılarını telefonda gidermeye çalıştım. Az da olsa başarılı olmuşum ki biraz rahatladı.

Pazartesi öğle saatlerinde Bakırköy'deki Ermeni Kilisesi'nde cenaze törenine katıldım. Sağ olsunlar, diğer hocalarımız da yanındaydı acılı hocamızın. Bir yıl önce babamı kaybettiğim için tanıdığım bir duygudur bu. Zordur o anlar; elem ve kargaşa, bilinmezlik ve kaygı iç içe geçer. Dostları yanında olmalıdır öyle anlarda insanın. Güç verir dostlar, sırf varlıklarıyla. Söz söylemeye gerek yoktur. Orada olmak "buradayım, yanındayım" demektir ve fazlası fazladır, gereksizdir zaten.

Kilisedeki tören bizdeki cami törenlerinden çok daha düzenliydi.Cenaze sahipleri gelenleri kilise avlusunun girişinde karşılıyorlar, taziyeleri kabul ediyorlardı. Sonra bizi kilisenin içine buyur ettiler. Filmlerde de izlediğimiz gibi iki sıra halinde dizilmiş tahta oturakların arasından dar bir yol geçiyordu. O yolun üzerine, kilisenin boylamasına tam ortasına gelecek yere bir platform konulmuş, onun üstüne de merhumenin tabutu yerleştirilmişti. Tabuta dayanmış olan bir çelenkte "Evlatları" yazıyordu.

Tören baştan sona üzerlerinde değişik renk ve şekillerde cübbeler olan erkek kilise görevlilerinin söylediği ilahiler ve konuşmalardan ibaretti. Bir başka erkek görevli de uzun bir süre elinde sallayarak dolaştırdığı tütsüyü kilisenin değişik noktalarında dolaştırdı. Törenin, ilahilerin ve konuşmaların değişik yerlerinde katılanlar sık sık istavroz çıkarıyorlardı. Yer yer ağlayan ama sanki ağlaması ayıpmış gibi göz yaşlarını adeta içine akıtan kadınlar vardı. Sadece erkekler konuşuyordu oysa!


18 Eylül 2015 Cuma

Doymak ve Doy(a)mamak Üzerine

Abraham Maslow'un yükseköğretim kurumlarında çokça öğretilen "gereksinmeler hiyerarşisi"nin tabanını, içinde yeme-içme başlığının da bulunduğu fizyolojik ihtiyaçlar oluşturur. Hayvanlar kategorisine giren her canlı gibi biz insanlar da yaşamaya devam edebilmek için bir şeyler yemek ve içmek zorundayız.

Kendisini rahmetle andığım Prof. Dr. Uçkun Geray, asistanlığımın ilk yıllarında ağzım açık olarak takip ettiğim konferanslarından birinde şöyle demişti:

"İnsanı diğer hayvanlardan ayıran özelliğin ne olduğu üzerine bir sürü şey söylenmiştir ve söylenmeye de devam edecektir. Ama bence insanı farklı kılan şey, en temel ihtiyacı olan yeme-içmeyi mutfağa, üremeyi de aşka dönüştürmüş olmasıdır."

Hoca'nın mutfak sözcüğü ile kastettiği mutfak kültürüydü aslında. Gerçekten de ister bireysel karşılaştırmalarda olsun isterse toplumsal karşılaştırmalarda, kişinin ya da toplumun yeme-içme alışkanlıkları ve anlayışı, yani mutfak kültürü çok önemli bir ayıraç görevi görmektedir. Uzakdoğuluların, İngilizlerin, Almanların, Türklerin ya da Amerikalıların yeme-içme alışkanlıkları birbirlerinden kıvrımlarla değil köşelerle ayrılır. Benzer şekilde Egelilerin, Karadenizlilerin veya Güneydoğuluların da. Konuya bireysel açıdan yaklaştığımızda ise yaşamak için yiyenlerle yemek için yaşayanlar arasında yüzlerce tür insanla karşılaşabilirsiniz. Bunu et olmadan doymayanlarla hayvansal gıdalara savaş açanlar gibi farklı doğrultularda zenginleştirebiliriz. Sanırım ben yaşamak için yiyenler uç noktasına çok yakın bir konumdayım ve sanırım biraz da bu nedenle yeme-içmeye yahut mutfak kültürüne verilen öneme fazlaca bir anlam veremiyorum; dahası eleştiriyorum.

Elbette diğer hayvanlar gibi yalnızca toplayalım ve avlayalım; bunları da olduğu gibi yiyelim demiyorum. Zaten artık o noktaya istesek de dönülemeyeceği aşikar. Ama bir boğaz yarışıdır almış başını gidiyor; Önceleri Saatli Maarif Takviminde günün yemeği olurdu. Sonra gazetelerde yemek köşeleri ortaya çıktı. Derken Emine Beder'den, Oktay Usta'dan, falanca hanımdan, filanca teyzeden yemek kitapları rafları süslemeye başladı. Bu da yetmedi mutfağa ilişkin dergiler, internet sayfaları ve televizyon programları mantar gibi türedi. Çok şükür ki, artık yalnızca mutfak ve yemek programlarının yayımlandığı televizyon kanalları bile var!

Bu yaz gazete sayfalarımızı süsleyen Bordum haberlerinden biri de şuydu: "Sosyetiklerin adresi Türkbükü'ndeki Maça Kızı'nda geçen yıl 50 liraya satılan lahmacun ayran bu yıl 75 lira." Biliyorum bu para yalnızca lahmacun ve ayrana verilmiyor, çoğu tanımı zor bir gösteriş tutkusunun ücreti. Yemek konusunda da durum böyle değil mi peki? Gelin birlikte popüler yemek tarifi sitelerindeki bazı yemek isimlerine bakalım:


  • Sabayon ile gratine edilmiş frambuaz
  • Kanton usulü pilav
  • Muzlu ve kivili pirinç pudingi
  • Ranchido tostadas
  • Karanfilli havuç helvası
  • Pasandida palak
  • Parmesanlı ve domates soslu ev yapımı tortelloni...
Siz bir de bunların televizyon programlarındaki tariflerini izleseniz, ki izliyorsunuzdur zaten, sanırsınız tarifi yapan adam ya da kadın AİDS'e karşı aşı geliştirmiş yahut kansere çare bulmuş veya Satürn'e gönderdiği uzay mekiğindeki robotun topladığı kayaç örneklerini analiz etmiş de bunlar hakkında bizi bilgilendiriyor. Küçük dağları ben yarattım edasında, kibirli, gururlu, insanoğlunun en büyük sorunlarından birini çözmüş bir yüz ifadesi ile "bonfilenin üzerine delikler açıp ayıkladığımız sarımsakları ve tane karabiberleri o deliklere gömmezsek, taze kekik ve fesleğenle eti bir güzel ovup ağzı sıkıca kapanan bir kap içerisinde 24 saat şarap içinde bekletmezsek etin iyi marine olmayacağını ve lezzetsiz kalacağını" anlatıyor ve biz de oturmuş "hımmm!", "aaaaa!", "yaaaa!" gibi saçma sözcükleri istemsiz olarak ağzımızdan çıkarıp, şaşkınlık ve hayranlık içerisinde not tutuyoruz ertesi akşam gelecek kapı komşumuz Neclalara hava atmak için. Bu ne ya! Yiyeceğimiz altı üstü et işte! Küçük küçük doğrar, soğanla karıştırıp kavurur, sonra da onu yarım ekmeğin içine doldurup afiyetle yersin; yanına da bir bardak ayran, oh mis! Abartmayın bu kadar; canlıyız, enerji harcıyoruz, harcadığımız enerjiyi geri kazanmak için bir şeyler yiyip içmemiz gerekiyor, bu nedenle de midemiz beynimize "içim boşaldı, bir şeyler gönder" diye sinyal veriyor, beynimizin komutuyla biz de bir şeyler zıkkımlanıp boşalan midemizi dolduruyoruz, hepsi bu işte! Abartmayın lütfen. Yemek için yaşamıyoruz; yaşamanın daha anlamlı amaçları olmalı. Kebap yemek için sabah uçağıyla Adana'ya gidilip, baklava için Antep'e geçilir mi? Sizin zamanınız ve paranız bu kadar mı anlamsız? Etiyopya'daki aç çocuklar faslından girmeyeceğim ama bu kadarı da biraz fazla, biraz gösteriş, biraz şatafat, e biraz da saçmalık değil mi?

Tüketim çılgınlığının gezegenimizin başına açtığı bunca sorun ilkokul bir seviyesi bilgi iken hiç değilse boğazımıza biraz sahip çıkmamız gerekmiyor mu? Yaşamımıza ancak bu şekilde mi anlam katabiliyoruz? Yaşamımızın anlamları bu kadar zararlı ve sığ mı olmalı?

Durmazsam sözlerim ağırlaşıp kırıcı olacak istemeden; şimdilik bu kadar yeter sanırım. 

Anlamlı bir hayat, yetecek kadar, basit ve sağlıklı bir beslenme dileklerimle...



11 Eylül 2015 Cuma

Hayal Dünyası

Diyorlar ki ben
Hayal dünyasında yaşıyormuşum

Sizin olsun
Söküp attığınız sevgiyi
Ve öfkeyi beslediğiniz gerçek dünyanız

Ben hayallerimle çok mutluyum

9 Eylül 2015 Çarşamba

Gazla Türkiye; Kim Tutar Seni?

“Yenile yenile yenmeyi öğreneceğiz” günleri vardı eskiden.
Belki doğrudur. Yenmeyi öğrenmişizdir, kim bilir. Fakat sporcu olmayı, daha doğrusu sportmen olmayı, spor ahlakını ne zaman öğreneceğiz, bundan emin değilim.

Türkiye’deki spor düzleminde nispeten doğru kalmış ve başarı çizgisi bu nedenle yüksek olan branşlardan biri olan basketbolun erkek milli takımı için, en büyük sponsoru olan banka bir reklam filmi çekmiş, dönüp duruyor günlerdir televizyon kanallarında Avrupa Basketbol Şampiyonası nedeniyle. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Bana göre vakanın, geçmişte, bir dengesiz anınızda yapıp da sırtınıza bir kambur gibi yapışan, hatırladıkça yüzünüzü kızartıp aklınızdan uzaklaştırmak için olmadık yöntemlere başvurduğunuz utanç verici deneyimlerden hiçbir farkı yok. Oysa adamlar (buradaki “adamlar”, “adamlar yapmış abi” cümlesindeki imrenilen ecnebiler manasında değil; bu utanç verici reklam denilen vakanın altına imza atanlar) durum hiç de böyle değilmiş gibi, böbürlene böbürlene yedi yirmi dört gözümüzün içine sokuyorlar bu soytarılığı üstüne para ödeyerek. Görmemiş olduğunuzu düşünmesem de dilim döndüğünce anlatayım size ben yine de;

Basketbol milli takımımızın anlı şanlı oyuncularının, yurolig filan gibi üst düzey organizasyonları solumuş olanların, Avrupa’nın, yetmez en bi ey’in en gözde parkelerinde ter akıtanların her birinin karşısına bir partner koymuşlar; bunlar birbirine öpüşme mesafesinden hallice durumdalar, kamera olabilecek en yakından çekim yapıyor ve kadrajda yalnızca yüzler var. E, elbette o mesafe, o açı, o ışık söz konusu olunca her bir yüz, kurbağa prense dönüşürken işlemin yarısında münasebetsiz biri sıtop (Türkçe okunduğu gibi yazılan bir dildir; bu söz de Recep İvedik Sörvayvır’da alıntıdır) düğmesine basmış gibi görünüyor. Çocukların suçu yok ki! Oraya, al Brad Pitt’i koy, pitbul gibi görünmezse yazmayı derhal bırakacağım, elim taş olsun, bir daha tuşlara dokunamasın, o kadar iddialıyım.

Her neyse, görüntüdeki hafif insanlığımdan utandırıcı ruhsal etki bir noktaya kadar göz ardı edilebilirdi belki. Edilebilirdi, lakin ah o metin yazarı, ah o metin yazarı! Burada tasvirle,  aktarmayla, ne bileyim analizle zaman kaybetmeyeceğim. Doğrudan oyuncularla partnerleri arasında, Çiçek Abbas’taki Şener Şen-İlyas Salmanvari gerçekleşen diyalogun yutub’dan videoyu durdura oynata çıkarttığım tekstini paylaşayım, daha kolay olacak bu:

“-Biz istersek dağları un (küçük bir kız çocuğu),
-Demiri yün (Oğuz Savaş),
-Kılıcı kın ederiz (yaşlıca bir kadın).
-Biz gidersek dağları delip (Semih Erden),
-Yüreği ezip (genç bir erkek),
-Her şeyi silip gideriz (Sinan Güler).
-Biz istersek dikeni gül (orta yaşlı bir kadın),
-Nefreti kül (Melih Mahmutoğlu),
-Yüreği tül ederiz (bu genç erkeğin sözlerini defalarca dinlememe rağmen tam olarak anlayamadım, pek emin değilim).
-Biz seversek geceyi gün (Furkan Aldemir),
-Bugünü dün (yaşlıca bir erkek),
-Sevdayı düğün ederiz (Cedi Osman).
-Hala aynı yer biziz (genç bir kadın),
-Değişen zamana ayar biziz (devşirme Türk Muhammed, aslen Amerikan Boby Dixon).
-Hala aynı karar biziz (aynı yaşlıca kadın),
-Bizde kış yok (Ersan İlyasova),
-Dört mevsim bahar biziz (Semih Erden ve küçük bir erkek çocuk).

Bu diyalogların ardından vaz geçilmez bayrak görüntüleri ve bunu izleyen ekran sesi çıkar sahneye (tam bu sırada oyuncular potaya smaç basmaktadır):

“Garanti 12 dev adama inanıyor, bekle Avrupa 12 dev adam geliyor.”

Hatırlarsınız, bu “12 dev adam” Athena tarafından armağan edilmişti bizlere. 2001 Avrupa Basketbol Şampiyonası Türkiye’de yapılacaktı. Hayatımızın azı çalışma çoğu gaz olduğu için ülkemizde yapılacak büyük bir şampiyonada takımımızı gaza getirecek bir şeye ihtiyaç vardı ve aranan o gaz doğru yerde bulunmuş, Athena “Uh Ah Dev Adam, 12 Dev Adam”la bütün ülkeye gayet ayarında bir gaz vermişti. Etkisini küçümsemeyin, bu gaz Türkiye’yi finale kadar çıkarmış, basketbol tarihimizin en büyük başarısına imza atılmıştı. Daha sonra, 2010 yılında yine ülkemizde yapılan dünya şampiyonasında final oynayarak bu eşiği de aşmıştık (finallerde sırasıyla Yugoslavya – o zamanki adıyla- ve ABD’ye yenildiğimizi hatırlatmam canınızı sıkmaz umarım).

Sporda gaz arayış ya da ihtiyacımızın tipik kanıtlarından biri de Fatih Terim’dir. Her ne kadar kendisini tanımayanlar (yabancılar, futbol sevmezler vs.) onu televizyonda konuşurken izlediklerinde, burnuna konan ve ekranda görünmeyen küçük bir sineği elini kullanmadan kovmaya çalışırken komik duruma düşen bir adam sanıp ona acıyorlarsa da, namı diğer samtayms Fatih 100 Türk büyüğü arasına adını yazdırmış bir kahramandır ve bu kahramanlığının onda dokuzunun iyi gaz vermekten geçtiğini söyler konunun bilirkişileri.

Sanırım “ah o metin yazarı” bütün bunlardan yola çıkarak koca (muhtemelen) kafasını iki elinin arasına alıp düşünmeye başladı ve uzun süren bu sürecin sonunda Sinbad gibi işaret parmağını önce burnunun altında sağa sola, sonra burnunun yanından yukarı aşağı hareket ettirip, ışıltılı gözlerle “buldum” diye havaya sıçradı.

“Ah o metin yazarı” bulmuştu işte çözümü! Hem de tek satır kalem oynatmadan, güzel canını hiç sıkmadan. Niye olmasındı ki? Ömer Kaplan Kozanoğlu bilinen bir şarkı sözü yazarıydı, rahmetli Aysel Gürel’le çalışmışlığı da vardı hem. Üstelik koskoca MFÖ’nün ilk harfi olan Mazhar, “sensizliği bitmiyor gecelerimizin” diyecek kadar naif, “sana sarı laleler aldım çiçek pazarından” diyecek kadar romantik ve de “vak dı rak” diyecek kadar çılgın bir adam, Ömer Kaplan Kozanoğlu’nun bu sözlerinin üzerine beste yapıp grubun “Agu” adlı albümüne koymamış mıydı? O halde bu sözler hem bir milli takımı hem de koca bir ülkeyi gaza getirmek için de kullanılabilirdi. Daha ne olacaktı ki? Bundan iyisi Şam’da kayısıydı.

Nihayetinde bahse konu olayın spor olduğunu hatırlamaya gerek yoktu. Hani spor barıştı, kardeşlikti, dostluktu, mücadele azmiydi, sınırları zorlamaktı, insanın kendisiyle yarışıydı, falandı, filandı? Hani bu bir oyundu aslında? Bu güzel fakat içini bir türlü dolduramadığımız sözleri bir kenara itmiş, maça değil savaşa gidiyorduk sanki ve topluca dağları un, demiri yün ediyorduk. Yetmiyor, un ettiğimiz dağları deliyor, yüreği eziyor, her şeyi siliyorduk. Tribünde “ölmeye, ölmeye geldik” ya da “vur kır parçala, bu maçı kazan” diye böğüren holigan ayarında kalıp ısrarla, “değişen zamana ayar biziz” demekten de geri durmuyorduk.

İşte öyle bir pazar günüydü o pazar. Ertesi gün yoğun olacaktı. Pazar gezmesini bitirip eve dönmüş, ütüydü, çamaşırdı, hafta hazırlıklarını tamamlamıştık. Önce futbol milli takımının Hollanda’yla oynadığı maçı izledik. Futboldan pek haz etmesem de Hollanda’yı yenmek hoşuma gitmişti. Allah için maçta, başbakanının bir şehit çocuğunu dizlerinin arasında tutarak maçı izlemek yoluyla seçim kampanyasına Bismillah demesinden başka rahatsız edici bir durum yoktu benim açımdan. Maç sonunda baş gazcımız samtayms Fatih gazetecilere şöyle diyerek, sanırsam başbakanın açtığı yolu genişletiyordu kendince:

“…Ülkemizin dünyada mevcudiyetini devam ettirecek bir takım var, o da bu milli takımdır… Bu galibiyeti vatanı korumak için şehit olanlara ve onların yakınlarına adıyoruz. Ruhları şad olsun…”

Baş gazcı aslında bu açıklamayı Letonya maçından sonra yapacakmış ama galip gelemedikleri için yapamamış, öyle dedi. Yani, “şehitlerin ruhları şad olsun” demek için de illa bir galibiyet gerekiyormuş, bunu da böylece öğrenmiş olduk.

Bu kafa karışıklığı ve can sıkıntısıyla benim için geç sayılabilecek bir saatte başlayacak olan Türkiye-İspanya basketbol maçını beklemeye başladım. Fakat erken uyuma alışkanlığım buna izin vermedi ve maçın başlamasından beş dakika sonra uyuyakalmışım.

Kendime geldiğimde maç yayını çoktan bitmişti. Şöyle bir kanallarda gezineyim dedim. Hemen tamamında kırmızı bantla son dakika haberi geçiyordu:

“Terör örgütü tarafından kurulan hain pusuda 16 askerimiz şehit…”

Daha fazlasını okumaya dayanamadım. Televizyonu kapatıp doğru yatağıma gittim. Zihnimde “dağları un…”, “nefreti kül…”, “her şeyi silip…” dolaştı bir süre. Sonra baş gazcı samtayms Fatih’in dudaklarını bükerek konuşması, başbakanın bacakları arasına aldığı şehit çocuğun üstünden gevrek gülüşleri gözlerimin önüne geldi. O sırada 16 askerin parçalanmış bedenlerinden akan kan durmuş, sıcaklık çekilmişti çoktan. Belki daha annelerinin haberi bile yoktu, ocaklara ateş düşmemişti ve hamile karıları karınlarını okşayarak erlerini hayal ediyorlardı.


Ertesi gün şaşaalı konuşmalar yapılacak, akan kanın hesabı sorulacaktı, bu kesindi. Cenaze törenlerinde “şehitler ölmez, vatan bölünmez” sloganları atılacak, gazlaya gazlaya hayat devam edecekti. Ne de olsa “bizde kış yok, dört mevsim bahar biziz” değil miydi?

3 Eylül 2015 Perşembe

Yalnızlık

Annem beni babaanneme bırakıp Almanya’ya çalışmaya gittiğinde daha bir yaşındaymışım. Doğduktan sonra beni de götürmüş oraya ama hem bana bakıp hem çalışması mümkün olmadığından ertesi yıl bırakmış. Çocukluğumun ilk yılları benden büyük dört kardeşim ve babaannemle geçti Karadeniz’in bir dağ köyünde. Annem ve babam ise çocukları için en iyi olduğunu düşündükleri şeyi yapıyorlar, gece gündüz çalışarak biriktirdikleri Alman Marklarını sakladıkları yerden zaman zaman çıkarıp tekrar tekrar sayarak, bizler için planladıkları güzel geleceğin hayallerini kuruyorlardı binlerce kilometre uzakta.

Sözünü ettiğim dönem 1970’ler. Yani iletişim olanakları konusunda bir tam çağ geriye gitmeniz gerekiyor. Bırakın interneti, vatsabı, skaypı, telefon bile yok o günlerde bizim köyde. Televizyon evimize ben beş yaşımdayken girdi. Hatırlıyorum, National markaydı. Hatta içinde durduğu bir dolabı ve kullanılmadığı zamanlarda çekerek kapatılan sürgülü kapağı da vardı. Yayının başlamasına yarım saat kala televizyonu açar ve beklemeye başlardık karşısında cümbür cemaat; eş, dost, arkadaşlar, kim varsa. Önce benim hiçbir zaman karıncaya benzetemediğim, bakıp bakıp bür türlü karınca göremediğim karıncalı görüntü olurdu. Sonra içinde TRT yazan yuvarlak yayın öncesi görüntü belirirdi ekranda ve “dıııııt” diye bir ses gelmeye başlardı. Bu, adeta, bizim için sinemalardaki gong sesi gibiydi, yani hazır olmamamız gerektiğini belirten talimattı. Ardından “dın dı dın dı dın dın dın…” diye bir melodi çıkardı. Bizim o yıllarda “Abdurrahman efendi, efendi, damdan düştü geberdi” diye üzerine güfte yazdığımız bu melodi ise kaptan pilotun “cabin crew…” ile başlayıp devamında ne dediğini bir türlü anlayamadığımız ( en azından ben anlamıyorum) ve kabin ekibini yerlerine davet ettiği kalkış öncesi son anons anlamına gelmekteydi. Az sonra şanlı bayrağımızın siyah beyaz görüntüsü eşliğinde istiklal marşımız başlayacaktır ve odadaki herkes oturduğu yerden doğrulup “hazrol” pozisyonuna çoktan geçmiştir. O gün yayın programında "Bonanza", "Vadideki Hayat" ya da "Küçük Ev" varsa hissedilen heyecan bir tık daha yukarıdadır elbette.

Annemle babamın bir yıllık izninden diğerine koca bir tam yıl geçerdi neredeyse (sanırım bunun için yıllık izin deniliyor) ve biz bu süre içerisinde onlarla sadece mektuplar aracılığı ile haberleşebilirdik. “Pek muhterem babacığım ve anneciğim…” diye başlayan satırlar mutlaka “…kıymetli ellerinizden hasretle öpüyorum” ile biterdi. Sonraları babamlar bir kasetçalar getirmişlerdi bize. Kasetlere ses kaydı yapıp göndermeler mektupların yerini almaya başlamış olsa da başlangıç ve bitiş cümleleri hep aynı kalmaya devam etti yıllarca. Bir de annesinden ve babasından ayrı büyüyen bir çocuğun içindeki yalnızlık duygusu.

Beş kardeşin en küçüğü olmak sol elin serçe parmağı olmakla eş anlamlıydı aşağı yukarı. Hani “bu acıkmış, bu almış, bu pişirmiş, bu yemiş bu da hani bana hani bana demiş” hikayesindeki “hani bana, hani bana?”  diyen ve diğer dördü tarafından vura vura küçültülen serçe parmak. Bir de “baş parmak, badi parmak, orta direk, gül ağacı, küçük bacı” var ki, o konuya hiç girmesek daha iyi olacak.

Benden bir büyük olan abimle bile aramızda dört yaş olduğu için onlara ayak uyduramıyor, sürekli kadro dışı kalıyordum. Harman yerinde yapılan mahalle maçlarında ebedi seyirci, Kabak Tepe’deki televizyon vericisine akü götürülme günlerinde daimi “sen gelemezsin, evde kal”cıydım. Köyün elektrik santralinin soğutma suyunun biriktiği ve bize göre olimpik havuz niteliğinde olan bulanık su tankına asla giremez, tek fişekle çıkılan ayı ya da domuz avı merasimlerine kesinlikle kabul edilmezdim. Ama babaannemden “bakkaldan leblebi tozu alacağız” diye para isteme görevi hep bana düşer ve leblebi tozu yerine alınan Birinci sigarasından bir tane de bana verilirdi sus payı olarak. O yıllarda o kadar yalnızdım ki, Bürüme Ormanı’nda koca koca çoban köpekleri bize saldırdığında, kendi abimler bana bakmadan ağaçlara tırmanırken, beni omuzuna attığı gibi ağaca tırmanarak ikimizi birden kurtaran, ısırgan otlarını çıplak elle tutabildiği için zaten hayran olduğum Şahsuvar abiyi bile kendime daha yakın hissediyordum.

Annemle babamın yıllık izne geleceği gün –ki Almanya’dan uçakla İstanbul’a, sonra otobüsle kasabaya ve daha sonra da Jeep marka ciplerle köye ulaşırlardı- içimiz içimize sığmaz, onları karşılamak için köyden kasabaya yaya olarak ve dağ tepe aşarak giderdik. Dünyanın en mutlu insanları olurduk o günlerde. Bizim de artık annemiz ve babamız olurdu. Sonra o izin günleri o kadar çabuk geçerdi ki, babama “dönüş ne zaman Cavit Efendi?” diye sorulup babam da “Allah izin verirse haftaya” filan diye cevap verdiğinde, ben içimden “İnşallah Allah izin vermez” derdim, ne Allah’ı ne de bu dileğimin ne anlama geldiğini bilerek. İzin günlerinde babam zamanını genelde köy kahvesinde kağıt oynayarak geçirir, biz de kahvenin dışında camın önünde durup kendimizi ona göstererek, çağırıp bize para vermesini beklerdik. Dağ gibi adamdı babam. Korkardık ondan. Beni sevdiğini hiç hatırlamıyorum nedense. Sevmez mi, sevmiştir mutlaka fakat hafızamda yer etmemiş. Ona ilişkin duygularım özlem ve korku ile sınırlı. Sanki yanına bir türlü yaklaşamadığım –hep istediğim halde- ve sürekli özlediğim bir yabancı. Ve hep o içimi acıtan kahrolası yalnızlık duygusu.

Günler Kabak Tepe’nin üzerinden geçip giden sis bulutları kadar hızlı olurdu yıllık izin zamanlarında. Allah izin verir, haftaya denilen gün gelir ve köy meydanından tozu dumana katarak uzaklaşan bir Jeep marka cipin ardından ağlayarak koşuşan beş çocuk ve cipin arka camına yapışarak zehir gibi gözyaşı akıtan bir anne ve bir baba kazınırdı hafızalara.


Zaman Almanya macerasını bitirse ve anne-baba ile çocuklar birbirlerine kavuşsa da, hafızalara kazınan o kareler ve duyguları yok etmek mümkün olmayacaktı bir daha. O beş çocuk sekiz torun verecekti Cavit Efendi’ye. Belki de başını hiç okşamadığı küçük oğlu, Karadeniz ormanlarında işçi olarak çalışırken kendisine talimatlar yağdıran mühendislerin yetiştiği okula hoca olacak, Cavit Efendi bununla gurur duyacaktı. Fakat bir yıl önce, serin bir Eylül günü üzerine toprak atılmaya başlandığında Cavit Efendi’nin, bir kere bile dolu dolu “baba” diyemediği küçük oğlu “yine mi gidiyorsun baba?” diyerek yalnızlıklarının en büyüğünü yaşayacaktı onun arkasından.

2 Eylül 2015 Çarşamba

Gir Richard Gir!

Sabah yataktan akarak kalkmışım, her sabahki gibi. Tıraştı, kahvaltıydı, giyinmeydi derken, üstüne herkesin imrenip, benim şekle sokmak için çabalayıp durduğum beyaz ve gür saçlarımla uğraşmak da eklenince, evden kendimi atana kadar yorulduğum alelade bir gündü dün yine. Apartmandan çıkınca beni karşılayan, daha iki ay önce doğurduğu bütün yavruları ölmemiş gibi tekrar hamile kalan tekir kedinin duyduğu heyecanın binde biri bende olsaydı dünyayı değiştirebilirdim belki de yahut yerinden oynatabilirdim birisi bana bir dayanak noktası gösterse. Muhtemelen sevgili eşim –ki her sabah benden önce evi terk eder, bir şeyler vermiş olmalı bu seks düşkününe. Fakat o yine de bacaklarımın arasında –S- çizerek dolanıp kuyruğunu yılan gibi bana sarmaya devam ediyor. Geçen akşam apartmanın vatsap grubunda “yemek vermeyin şu kedilere, tırmaladı biri beni, ısırdı da” diye viyaklayan adını bilmediğimiz komşumuza hal hatır soran (ne de iyi yapmış, ooooh!) dört bacaklı dostumuz bu olsa gerek.

Sevgili şoförüm Samet (havaya bak!) alıştığım gibi caddede hazır. Arka koltuğun sağ tarafına kuruluyorum, sanki beş dakika sonra bıktırıcı trafikle Don Kişot misali savaşacak olan biz değilmişiz gibi. Biraz tivıtıra bakıyorum. Takip ettiğim yerli ve yabancı hesapların ilgi alanları ve uğraştıkları konular ne kadar da farklı. Yerlilerde yine bir (boş) bakanın ettiği ipe sapa gelmez bir sözle ilgili kopan fırtına havası hakim. Yabancılarda ise doğa tahripleri, küresel iklim değişikliği, alternatif  enerji kaynakları, insan hakları, gençlik sorunları vs. Okuduğum son tivit yalnızca 29 dakika önce yazılmış, bu kadar dayanabildim. Önümde duran koltuğun cebinde Elif Key’in “Bize iki çay söyle” kitabı duruyordu, onu elime aldım. Azıcık dalmışım kitaba. Bu sırada Çamlıca’dan köprüye doğru inişe geçmişiz dur kalk oyununda. Bir ara yan tarafta olağan olmayan bir hareket hissettim. Baktım bizimle bitişik arabanın şoförü camını açmış, bana bakarak bir şeyler söylüyor. “Ah Samet” dedim kendi kendime; “Kim bilir yine ne yaptın, adam sitem ediyor bize?” Korkarak camı indirdim, işin gücün yoksa uğraş şimdi adamla sabah sabah. Cam hafifçe aralandığında “Beyefendi…” ile başlayan bir cümle duydum ama tam anlamadım meseleyi. Yine de biraz rahatlamıştım. Adam söze “beyefendi” ile başladığına göre çok da sert bir şey söylemiyor olsa gerek diye düşündüm. Gerçi herkes kendisine “beyefendi” denmesinden hoşlanmıyor bu ülkede. Sevgili dostum Erdoğan bir toplantıda, zamanın Bartın valisine  “beyefendi” ile başlayan bir soru sormuştu da, beyefendi olmayan vali “bana beyefendi diyemezsin, bana sayın vali diyeceksin” filan diye kıyameti koparmış, olay basın yoluyla ülke çapında yankılanmıştı. Konuyla ilgili hatırladığım en iyi yorumu hatırlayamadığım bir gazeteci yapmıştı o günlerde. “Ben o akademisyenin yerinde olsaydım” demişti hatırlayamadığım gazeteci (Erdoğan da benim gibi akademisyendir, yeri gelmişken) “size beyefendi dediğim için beni bağışlayın, buradan bakınca beyefendi gibi görünüyorsunuz derdim” diye tamamlamıştı yorumunu.

Her neyse, akademisyen hastalığıyla ben yine dağıttım biraz. Konumuza dönersek, biraz rahatlamış ama ne denildiğini anlamamış ölü balık halimle ben adama bakarken o durumu anlamış olmalı ki tekrarladı; “Beyefendi profilden tıpkı Richard Gere gibisiniz, bir an sizi o zannettim.” Refleks olarak ben bir yandan elimi göz hizama getirip selamlama hareketi yaparken, diğer yandan mütebessim bir yüz ifadesiyle “teşekkür ederim” dedim adama. Salaklığa bak! Sanki “önemli olan iç güzelliğidir…” ile başlayan cümlenin en çok kullanılan ilk 20 söz arasında olduğu toplumda yetişmemişim, bunca yıl kendimi zihin gelişimine adamamışım gibi, “Richard Gere, Ahmet sen çık” felaketinin baş müsebbibine benzetildim ve o müsebbip biraz güzel (niye erkeğin güzeline yakışıklı denilir ki?) diye –tamam tamam epey güzel, hatta çok epey güzel; hatta preti vumın’daki Julia Roberts’dan bile daha biçimli bir canlı, kabul- ayaklarım yerden anında kesildi, pembe bulutların içinde dans etmeye başladım. Bir de kalk teşekkür et adama, densizlik diz boyu anlayacağınız.

Gerdirme, şişirme, doldurma, büyütme, küçültme operasyonlarına milyonların harcandığı; kırışık giderici, cildi yenileyici, ölü hücreleri def edici, büyük gösterici, parlatıcı, matlaştırıcı, sıkılaştırıcı, selülit giderici, nemlendirici… çeşit çeşit kremin, losyonun kapış kapış gittiği; güzel olmayan şarkıcıların albümlerinin satılmadığı, kliplerinin izlenmediği; bırakın enkır(o)menleri, hava durumu spikerlerinin, hatta spor spikerlerinin bile güzelinin makbul olduğu, şöhret yolunda alıp başını gittiği; “vah vah pek de güzelmiş” denilerek ölünün bile güzelinin sevildiği bir ülkede, bir dünyada yaşamıyorum ki ben. O nedenle anlayamadım neden bu dengesizliği yaptığımı; güzel bir adama benzetildim diye direkt uçuşa geçip suratıma aptal bir gülümseme kondurduğumu. Neyse ki pek sevgili eşim, akşam yemek masasında olayı anlattığımda “Peh! Saçlarından başka bir yerin de benzese bari” diyerek bir balon gibi şişen egoma iğneyi soktu da ayaklarım tekrar yere basmaya başladı.

Bundan birkaç işyeri öncesi –ki bunun çok bir zamana tekabül ettiğini (karşılık geldiğini deseydim keşke) sanmayın; birkaç işyerini bir ayda bile değiştirebilirim çünkü- bir iş arkadaşım bana “popülerlerden nefret ederim” demişti. Haklıydı. Çünkü popülerliklerinin tek dayanağı güzellik olan bu erkekleri ya da kadınları herkes sever, onları anlayışla karşılar, onların hatalarını görmezden gelir, terfi ettirir, onlar hakkında hayaller kurar, mümkünse onlarla dakika, saat, gün, gece, hafta ya da hayat geçirmek için ellerinden geleni artlarına koymazlar, hemcinsleriyle savaşırlar; yine de başarılı olamazlarsa da gizli-kuytu köşelerde o güzel kadın ve erkekleri zihinlerinde istedikleri şekle sokarak mastürbasyon yaparlar. Tamam, itiraf ediyorum; “yaparlar” değil, “yaparız”. Güzellik karşısında eğilip bükülür, şekilden şekile gireriz, genlerimize işlemiş. Güzel olmayanlar unutulup giderken güzel olanları hep hatırlarız. Lisedeki en güzel kızı ölüm döşeğinde bile unutmayız örneğin. Atatürk’ü sarı saçları mavi gözleri ile sever, ekmek almaya çıktığında destan yazan polis tarafından vurulup, iki yüz altmış dokuz gün komada kaldıktan sonra ölürken 15 yaşında ve 16 kilo olan Berkin’i zihnimizde gür kaşları ve kömür gözleri ile canlandırır, Ali İsmail’i hatırlarken daha güzel görünsün diye sarı lacivert formasını giydiririz. Hatırlanmak konusunda bu kadar şanslı olmayan çoğunluk ise unutulup gitmeye mahkumdur iki yüzlü ahlak sistemimizde. Misal Uludere bizim için atlasta yer bulma oyununda sorulabilecek okkalı bir sorudur yalnızca. Soma ise… Sahi Soma’dan çıkan güzel bir kişi var mı? Soma’yı bir yerden hatırlıyorum da. Vallahi ne hafıza var bende şekerim, tü tü tü tü 301 kere maşallah!


Bu sabah aynanın karşısında daha fazla zaman geçirdim. Saçlarımı iyice Richard’ınkine benzetmeye çalıştım. Arabanın arka koltuğuna kurulup “gazla” dedim Samet’e. Gözümü kırpmadan önüme bakıyorum sürekli, yan arabadakiler hep profilden görsünler beni diye.

31 Temmuz 2015 Cuma

Gökyüzü



Kanla büyüttünüz çocukları
Ninniler yerine marşlar okutup
Şiirler yerine antlar dinlettiniz

O çocuklar büyüyüp
Kurşun sıkarken ötekine
Ve akıllanmayıp hala
Körükle koşarken yangın yerine
Sütten çıkmadınız bilesiniz ki

Gökyüzünü siz kirlettiniz

20 Haziran 2015 Cumartesi

BABALAR VE OĞULLAR

Biricik oğlum Dağhan'a



Birkaç gün önce babalar günüydü. Uydurulmuş onca günden biri de olsa, benim gibi baba olanlar her zamankinden farklı uyandı o gün. Babaydık ve gün bizim günümüzdü. Heyecanlandık, daha mutluyduk, galiba biraz da umutlu.

Kız babası olanlar alınmasın (başta sevgili editörümüz Sezgin), erkek babası olmak değişik bir duygudur. Tutucu, geleneksel ve yıkılması gereken bir duygudur. Biliyorum. Ama var. Bende de var. Babalar oğullarından çok şey bekler. Onunla ilgili hayaller kurar. Kendi yapamadığını oğluna yükler, ondan bekler.

Bu beklentiler, genellikle büyük hayal kırıklıklarıyla sona erer. Çünkü oğullar farklıdır. Onlar bambaşka bir yoldan yürür, bambaşka hayaller kurarlar. On beşine gelmeden babalarıyla kavgalara tutuşurlar. Onların gölgesinden çıkıp boy atmak, kişiliklerini kanıtlamak; “ben farklıyım” diye haykırmak isterler. Tıpkı bu yazının başlığının hepinizde çağrıştırdığı Turgenyev’in ölümsüz eserinde[1] olduğu gibi.

Çankırı Çerkeş eşrafından Ahmet Ağa da bütün babalar gibi oğlu üzerine hayaller kuruyordu. Ahmet Ağa 19. yüzyılda yaşamış aydın bir Müslümandı. Yöresinde seviliyordu. Ama oğlunu aynı kalıplar içerisinde büyütmek istemiyordu. O, yani oğlu, okumalı, ilim irfan sahibi olmalı, büyük makamlara gelmeliydi. Bu da ancak İstanbul’da olabilirdi. Atladı geldi İstanbul’a. Hemşerilerine danıştı. İrfani Rüştiyesini önerdiler. Çankırı’ya döner dönmez hazırlıklara başladı. Ailesini kısa zamanda İstanbul’a taşıdı. Aksaray’da bir ev satın aldı. Oğlu Hüseyin’i de İrfani Rüştiyesine yazdırdı.

Babasını utandırmadı Hüseyin. Altı yıl sonra üstün başarıyla mezun oldu. Hocaları ön ayak oldular, Hariciye Mektubi Kaleminde iş buldu. Yazışmayı, bürokrasiyi öğrendi, Arapçasını ve Farsçasını ilerletti. Müdürlerinin desteğiyle Valide Sultan Kahyalığında adaşı olan Hüseyin Bey’in yardımcılığına yükseltildi.

Hüseyin Bey genç adaşını o kadar çok beğendi ki, torunu Refia’nın kocası olmasının hayalini kurmaya başladı. Hüseyin Bey’in eşi Emine Hanım da aynı fikirdeydi kocasıyla. Genç, iyi eğitimli, başarılı ve saygılı bir damat adayını kim istemezdi. Hele de Refia’nın anne ve babasının yaşam öyküsü göz önünde tutulursa…

Osmanlı’nın giderek güçsüzleştiği, Avrupa’nın “Hasta Adamı” olduğu dönemdi. Yüzyıllar boyu egemenliği altında bulundurduğu uluslar birer birer ayaklanıp bağımsızlıklarını kazanmak için mücadele ediyorlardı. Bu ulusların başında elbette Yunanlar geliyordu. Yalnızca Atina ve Selanik gibi büyük kentler değil adalar da kaynıyordu. 1822 yılında Sakız Adası halkı da ayaklandı. Osmanlı ayaklanmayı bastırmak için Kara Ali Paşa’yı gönderdi. Vunaki Meydanı’nında yüzlerce Sakızlı asıldı. Minas Manastırı’na sığınan Sakızlılar kılıçtan geçirildi.[2] Kadınlar ve çocuklar gemilerle İzmir’e taşındı. Çocuklar… Evlere dağıtılıp Müslüman yapıldılar.

Gemilerle İzmir’e taşınan çocuklardan ikisini İzmir’in ünlü İhtisap Ağası (Vergi Müdürü) Hüseyin Bey aldı. Gerçek adlarını hiç bilmediğimiz zavallıcıkların birine Hüsrev diğerine de Saliha adını verdiler. Saliha’nın Sakız’a dair son hatırladığı, yerde kanlar içerisinde yatan babasıydı. Hüsrev ise babasını en son ipte sallanırken görmüştü.

Hüseyin Bey Hüsrev ve Saliha’yı dönemin koşullarına göre oldukça iyi yetiştirdi. Sağlam bir din eğitimi aldılar. Rumcayı neredeyse tamamıyla unuttular. Büyüdüler. Gelişip serpildiler. Hüsrev yaman bir delikanlı, Saliha güzel bir genç kız oldu. Hüsrev Saliha’nın yanında erkek sinek bile uçurmuyordu. Herkes bunun ağabey içgüdüsü olduğunu sanıyordu. Oysa gerçek bambaşkaydı. Hüsrev Saliha’yı içten içe seviyor, onun için yanıyordu. Saliha da boş değildi Hüsrev’e karşı. Kardeş gibi yetiştiği bu delikanlı onda değişik duygular uyandırıyor, içinde karıncalar dolaştırıyordu.
Saliha’yı bir paşa oğlu istedi. Emine Hanım bunu Saliha’ya söylediğinde hıçkırıklara boğuldu Saliha. Emine Hanım kızına “Ne oldu kızım, neden ağlıyorsun?” diye sordu. Ana kız bir süre kısır bir konuşmanın içerisine girseler de sonunda Saliha dilinin altındaki baklayı çıkardı; Hüsrev’e aşıktı ve onun karısı olmak istiyordu. Ailenin büyükleri önce bu duruma çok şaşırsalar da sonra kabullendiler ve bu iki kader kurbanının daha fazla acı çekmesine gönülleri razı olmadığı için evlendirdiler onları. İki çocukları oldu. Birincisi erkekti; Hasan Nuri. İkincisi cici bir kızdı. Adını Refia koydular.
Saliha ve Hüsrev’in kızı Refia ile Çankırılı Ahmet Ağa’nın oğlu Hüseyin evlendiler. Mutluydular. Bir çocukları oldu; Şevki. İkincisi kızdı, adını Sıdıka koydular.

1867 yılının soğuk bir kış gecesiydi. Aralığın 24. günüydü ve Salıydı. Hüseyin’in Aksaray’da yeni aldığı konakta tatlı bir telaş havası hakimdi. Üçüncü çocukları dünyaya gelecekti. Bir süre sonra yeni doğmuş bebek çığlıklarının arasına mahalle ebesinin “Oğlan, oğlan” diye bağırması eklendi. Adını Mehmet Tevfik koydular. Mehmet Tevfik, yani Tevfik Fikret…


Yaşamının geri kalanı düşünüldüğünde Fikret’in güzel bir çocukluk geçirdiği rahatlıkla söylenebilir. Doğaya ve özellikle hayvanlara düşkündü Fikret. Küçük bir çocukken afacan bir kedisi vardı. Adını Zerrişte koymuştu onun. Yanından ayırmadığı, yatağına aldığı kedi biraz hırçınca olacak, yıllar sonra onun için yazdığı şiirde şöyle diyor Fikret (Ahmet Muhip Dranas tarafından günümüz Türkçesine çevrilmiş haliyle);

Zerrişte
“Sayemde bu neşen” demek ister gibi mağrur;
Mağrur ve küçümser,
Başlardı vefasızlığa; ben bağlı ve güçsüz,
Her isteği, her hazzı ve her keyfine uymuş,
Bazan şaşaraktan,
Bazan kızaraktan; yine güçsüz, yine kanmış;
En şüpheli bir meylini görsem inanırdım;
Biçareliğimden;
Hep tırmalanır, tırmalanır, tırmalanırdım!..

Tevfik Fikret hakkında yazılanlara baktığımızda onun hayvanlara düşkünlüğüne ilişkin başka pek çok anekdotla da karşılaşırız. Çocukken bir kanarya da beslemiştir. Çok sevdiği kanarya öldüğüne onu bahçelerine gömüp, mezarın başına bir taş diktiği de yazılanlar arasındadır. Yine çocukluğunda bahçelerinde çok kuş kovalamış olacak ki, “Kuşlarla” adlı şiirinde şöyle demektedir; “Uçun kuşlar, uçun kuşlar/hepinizle yarışım var.”

Fikret’in yılmaz bir mücadele ve bir o kadar da dramlarla dolu yaşamının ilk belirtileri, annesini hac yolunda kaybetmesiyle kendini göstermeye başlamıştı. Refia Hanım ağabeyi Nuri Efendi ve kızı Sıdıka ile çıktığı hac yolculuğunda salgın haline gelen koleraya yakalanmış ve kurtarılamamıştı. Tevfik Fikret annesini bir kez daha görme şansına bile sahip olamadı.

Devir istibdat devriydi. Abdülhamit’in zorba yönetimi herkesten ve her şeyden kuşkulanılan bir hava estiriyordu. Jurnalciler ortalıkta kol geziyor, kaşının üstünde gözü olanlar günlerce sorgulanıyor, tutuklanıyor ve sürgüne yollanıyordu (Size de günümüzü çağrıştırdı mı? Neyse ki günümüzde sürgün yok, uzun tutukluluk var!!). Fikret’in babası Hüseyin Efendi de bu furyadan nasibini aldı. Saçma sapan bir jurnal sonucunda Hama Mutasarrıflığına tayin edildi; yani sürüldü. İki gün içinde İstanbul’u terk etmesi istendi. Oğluyla doyasıya vedalaşamadı bile. Zavallı adamcağız Hama’dan Nablus’a, oradan Akka’ya, Urfa’ya, Halep’e, Antep’e; sürekli bir yerlere sürüldü ve İstanbul’a adım atması bile yasaklandı. 19 yıl sürgünde kaldı. Fikret’i bir daha hiç göremedi ve sürgünde öldü.

Annesi ve özellikle babasının başına gelenler Fikret’i oldukça yıprattı. Ama onunun yıpranan kalbi yılmadı. Eğitimini o zamanki adıyla Mektebi Sultani, şimdiki adıyla Galatasaray Lisesinde, Haziran 1888’de birincilikle tamamladı. Değişik memuriyetlerde bulundu. Bu ona göre değildi. Çok geçmeden memuriyetten ayrıldı. Pek çok derginin, gazetenin kuruluşunda bulundu, yönetti; bir zamanlar öğrenci olduğu Mektebi Sultani’de hem öğretmenlik hem de müdürlük yaptı. Bu arada evlendi ve bir erkek çocuğu oldu. Oğlunun adını Haluk koydu. Haluk Tevfik Fikret’in umuduydu. Zorba bir yönetimden aydınlık günlere geçişi Haluk’la özdeşleştirmişti Fikret.

Tevfik Fikret Abdülhamit yönetimiyle yıllarca mücadele etti. Çıkardığı dergilerle, gazetelerle ve elbette şiirleriyle. Takip edildi. Jurnalciler peşini hiç bırakmadılar. İki kez tutuklandı. Yazıları, şiirleri, gazete ve dergileri sansürlendi. Şiirleri el yazısıyla çoğaltılarak elden ele dolaştı. Onlardan biri vardı ki döneme damgasını vurdu.

1901 yılının Şubat ayında bir akşam eve döndüğünde kapının önünde sürekli nöbet bekleyen polisi gördü. Hava soğuktu ve ağır bir sis tabakası İstanbul’u esir almıştı. Bunalıyordu. Baskıdan, zulümden, ümitsizlikten bunalıyordu. Oturdu. Duygularını kağıda dökmeye başladı. Son dizelerini yazarken gün ağarıyordu. Ama o şiirinin adını çoktan koymuştu; Sis. Fikret bu şiiri hiçbir yerde yayımlamadı. Ama şiirin gücü o kadar yüksekti ki, bir efsane gibi elden ele dolaştı. Ülkemizin günümüz koşullarına da kolaylıkla uyum sağlayacak bir nitelik taşıyan, ezilenlerden, el öpenlerden, korku içinde yaşayanlardan söz eden, doğruluğu ve yiğitliği arayan şiir şu dizelerle sona eriyordu;

Örtün, evet, ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!

1908’de ikinci kez Meşrutiyet ilan edildiğinde Fikret umutlanmıştı önceleri. Yapılan seçimleri İttihat ve Terakki kazanmış, pek çok arkadaşı hükümette görev almıştı. Fakat zaman acımasızdı. Zorbalık değişmemişti. Değişen yalnızca zorbalardı. Aynı ülküyü paylaştığını düşündüğü kişiler onu büyük bir hayal kırıklığına uğrattılar. Hükümet edenler yalnızca kendilerini düşünmeye, ceplerini doldurmaya başladılar. Fikret’i de yanlarına çekmeye çalıştılarsa da, o pek çok eski dostuyla düşman olmayı tercih etti ve düzene ortak olmadı. Ve “Han-ı Yağma” (Yağma Sofrası) adlı ünlü şiirini kaleme aldı. Hani şu iki dizeyle biten;

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı canfeza (cana can katan sofra) sizin
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!

Peki, bu koca yürekli şair kalbinde kadınlara ne kadar yer ayırmıştı? Uzun boylu, açık tenli, geniş omuzlu, yakışıklı birisi olarak anlatılan Fikret kuşku yok pek çok kadının kalbinde taht kurmuştu. Ancak karısı Nazime Hanım’la evlendikten sonra ona sadakatte taviz vermemişti Fikret. Ömrünün son yıllarında ve özellikle hastalık döneminde, ona kısmen hayranlık kısmen de kadınca duygularla yaklaşan, ülkemizin ilk kadın ressamı olarak bilinen Mihri Müşfik Hanım’la arasında geçenler bu kalemden sayılmamalıdır. Aynı şekilde, Haluk’un Fransızca eğitimi için evlerine aldıkları İtalyan kızı Rita’nın aşkına, içindeki duygulara rağmen, karşılık vermemiştir Fikret. Bir gün Rita Fikret’e “Hiç aşık oldunuz mu?” diye sorduğunda şu cevabı verir;

“Hiç aşksız bir insan olur mu? Ben romantik bir aşktan yanayım. Çok şeyin aşığıyım. Doğanın, bütün insanların, iyiliklerin, erdemlerin, dürüstlüğün, özgürlüğün ve bütün güzelliklerin… Ben yosunlu bir dereye sarkan söğütlere, gökyüzündeki pamuk bulutlarına, yavaş yavaş yükselen Ay’a da aşık olabilirim. Aşk benim ruhumdadır, içimdedir. Ben hayatın çeşitli olayları, görünüşleri ve etkileri içinde yuvarlanan bir insanım. Aşkı bir kadınla olan bir ilişki içinde sınırlamam.”

Şaire deli gibi aşık olan Rita’nın beklediği bir yanıt değildi bu elbette. Çok geçmeden bir bahaneyle evden ayrılan Rita’yı yıllar sonra sahilde evlendiği erkekle ele ele yürürken gören ve bunun acısını günlerce kalbinde hisseden bu insanın nasıl bir büyüklük taşıdığını anlatmak olanaksız olsa gerek.

Ve Haluk. Haluk Fikret’in her şeyiydi. Bütün umutları. Aydınlık geleceğin timsaliydi Haluk. Haluk bütün şiirlerindeydi onun. “Sabah Olursa” şiirinde şöyle demişti biricik oğluna;

Bu memlekette bir gün sabah olursa, Haluk,
Eğer bu toprakların sislenen alın yazısı sağlam ve güçlü bir elle silinir de
Halkın donuk ve paslı yüzü bir parça gülerse
O gün ben sağlam bile olsam
Hayatla olan bağım güçsüz olacak şüphesiz-
O gün sen benden umudu kes;
Acılarımla unut beni;
Çünkü sakat ve dağınık bakışlarım seni geçmişe çekmek ister;
Oysa bütün kimliğin ve uzuvlarınla sen yarınsın;
Kulaklarımda şimdi sesin şakıyor!

Evet, sabah olacaktır, sabah olur geceler
Kıyamete kadar sürmez,
Sonunda bu gökyüzü, bu mavi gök size acır
Boynunu bükme, güneş hayatın neşesidir
Üzüntü içinde insan bizim gibi çürür…
Siz, ey gelecek günlerin küçük güneşleri,
Artık birer birer uyanın!
Ufukların sonsuz özlemi var nura,
Aydınlık… Çağımızın özlediği şey
Dağıtın bulutları, uğursuz gölgeleri,
Aydınlık içinde koşun, kurtarın bu ülkeyi
Umudumuz bu; biz ölsek bile vatan mutlaka sizinle
Şu zindan karanlığından uzak yaşar!


Büyük şair aşkla büyüttü Haluk’u. Eğitti. En iyi yapmak istedi onu. Yarınları aydınlatmak istedi. Onu o kadar çok sevdi ki, imzasını bile H. Fikret olarak attı. Ama Haluk başka bir yol çizdi kendine. Babasının yolundan gitmedi. Pek çok baba gibi o da hayal kırıklığına uğradı. Haluk eğitim için gittiği İskoçya’da yanına yerleştiği ailenin etkisinde kalarak Hıristiyanlığı seçti. Kim bilir, belki de yıllar önce dinleri değiştirilen büyük dedesinin ve büyük ninesinin intikamını alıyordu. Bunu babasına açıkladığında boğazı düğümlense de Fikret’in, belli etmedi. Oğlunu sevmeye devam etti yalnızca. Umutlarını korumaya. 1915 yılında öldüğünde koca şair, Haluk Amerika’daydı. Cenazeye gelmedi. Bir daha hiç Türkiye’ye gelmedi. Makine Mühendisi olmasına rağmen rahip olmayı seçti ve 1965 yılında, babasından tam 50 yıl sonra hayata gözlerini yumdu.

Fikret öldüğünde ne Haluk yanındaydı, ne de ülke aydınlık. Sonra, aydınlanır gibi olan ülke yeniden karardı. Giderek de kararıyor. Ve biz babalar umudumuzu kaybetmeden yeni oğullar, yeni Haluklar yetiştiriyoruz aydınlatmak için geleceği.

Oğullarımız büyüyecek ve Hıfzı Topuz’un Fikret’i anlattığı kitabına verdiği isim gibi; ELBET SABAH OLACAKTIR!




[1] Ivan Turgenyev’in 1862 yılında kaleme aldığı eserin özgün adı “Ottsı i Deti”dir ve birebir Türkçe karşılığı “Babalar ve Çocuklar”dır. Ancak dilimize aktarımında hep “Babalar ve Oğullar” olarak çevrilmiştir.
[2] Minas Manastırında kılıçtan geçirilenlerin kemikleri hala sergilenmektedir.
Not: Bu yazı Orman ve Av Dergisi'nin Mayıs-Haziran 2012 sayısında yayımlanmıştır.

22 Şubat 2015 Pazar

American Sniper Üzerine: Amerika Dünyanın Çoban Köpeği mi?

Uzun zamandır seyre değer bir film bulamamanın vermiş olduğu acelecilik ve İş Bankası kredi kartına indidirmli ilk seans heyecanı bir araya gelince cumartesi sabahı erkenden sinema koltuğunda bulduk kendimizi baba, anne ve çocuk üçlüsü şeklinde. Clint Eastwood adının vermiş olduğu "iyi" çağrışımı ve güven bizi doğrudan American Sniper (bizde Keskin Nişancı adıyla oynuyor)'a yöneltti.

Belki de sonda söylemem gerekeni başta söyleyeceğim; epeydir böylesine tek taraflı bir film izlememiştim. Amerikan milliyetçiliğinin böylesine şişirilmiş bir versiyonu Eastwood'a bu gece sahibini bulacak Oscar adaylığını getirmiş olsa da, onun adıyla yan yana hatırladığım "iyi" sıfatını silip götürmeye yetti de arttı bile.

Chris Kyle adlı bir askerin otobiyografisinden yola çıkılarak çekilen film, kabul, yalnızca film olarak belki de iyi. Ama hepsi bu kadar. Geri kalanı, bizde çekilen Fatih'in Fedaisi, Malkoçoğlu vs. türü filmler neyse o! Vahşi Müslümanlar (gerekli gereksiz her fırsatta El Kaide denilerek verilmek istenen mesaj ile yerli yersiz molotof diyen bizdeki cinlerin tavrı ne kadar da benzer) ve özgürlük dağıtıcısı kahraman Amerikalılar. Amerikan bayraklarıyla donatılmış bitiş sahneleri bütün bir filmin özeti aslında. Ver milliyetçilik gazını al parayı, şöhreti, övgüyü...



Akıl, sağduyu, tarafsızlık gibi hiçbir değerin kendine yer bulamadığı bu "vahşi" Amerikan filmi, namlunun küçük bir çocuğa çevrildiği iki sahnede "sözde" insani bir sorgulama içerisine giriyor görünse de üstünlerin tarafındaki yerini sağlam bir şekilde almaktan bir milim bile uzaklaşmıyor. Ki, sözünü ettiğimiz ilk sözde sorgulama sahnesinin, filmin kahramanının çocukluğundaki ürpertici bir av görüntüsü ile sonlanması, Eastwood'un hedefine yaklaşmak konusunda ne kadar beceriksiz kaldığını gözler önüne seriyor.

Aslında film vermek istediği mesajı oldukça net bir şekilde veriyor. Çocuk Chris Kyle'a babasının yemek masasında söylediği gibi; "İnsanlar üçe ayrılır: Koyunlar, kurtlar ve çoban köpekleri. Çoban köpeklerinin görevi koyunları, onlara saldıran kurtlara karşı savunmaktır."

Amerika'ya çoban köpeği kılığına bürünmüş kurt olduğu için kızabiliriz. Ama maalesef mesele bu değil. Sanırım, mesele koyun olmaktan sıyrılmayı başarabilmek. Kurt ya da çoban köpeği olmaktan da söz etmiyorum elbette. Önce kurtların olmadığı, çoban köpeklerine ihtiyaç duyulmayan bir ülke sonra da böyle bir dünya. Hayal mi dersiniz?

20 Şubat 2015 Cuma

Kar
Sokaklar dar
Kömür kokan dar sokaklardan
Nergis kokulu
Bahar kokulu
Bir haber var
Yar