Etiketler

Denemeler (12) Diğer (28) Makaleler (18) Şiirler (45)

31 Aralık 2013 Salı

YIL YENİ OLSA

Yeni olsa yıl
Yeni bir yıl değil istediğim
Yıl yeni olsa
Dediğim
Yeni insanlar misal
Yeni dostlar, arkadaşlar
Sevdiklerim kalsa
Bir tek aynı
Yeni bir ev değil belki
Ama yeni olsa ev
Ve de içinde gezinen bir köpek
İster küçük ister uzun tüylü
İsterse de dev
Ülkem yeni olsa
Yönetenler değişse hep
Yönetilenler değişse hep
Yeni akıllar olsa
Yeni bir ülke yapsa çocuklara
Yeni dünya örneğin
Yeşili daha çok
Daha çok sevgisi
Paylaşması
Şehirler yeni
Türküler yeni
Ve hatta yeni dağ başı
Hayaller eski kalsın
Gerçekler yeni
Güzeller güzel kalsın
Kötüler yeni
Yeni bir yıl değil istediğim
Yıl olsun yeni

30 Aralık 2013 Pazartesi

TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEMOKRATİK, LAİK, SOSYAL BİR HUKUK DEVLETİYDİ DEĞİL Mİ?

12 Eylül darbecilerinin yazdığı, yüce halkımızın ezici çoğunlukla kabul ettiği ve yine bir 12 Eylül (2010) günü "yetmez ama evet" dedirtecek şekilde revize edilen anayasamızın 2. maddesi şöyle der:

"Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir."

Anayasa'nın 4. maddesi de, içinde yukarıdaki ikinci maddenin de bulunduğu ilk üç maddenin değiştirilemeyeceğini ve hatta değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceğini belirtir.
 

Üniversitede ders verirken öğrencilerim dördüncü maddeye çok takılırlardı. Anlayamıyorlardı bazı maddelerin değiştirilmesinin önüne konan engeli. İdealist dünya görüşleri onlara değiştirilemeyecek hiçbir şeyin olmaması gerektiğini söylüyordu çünkü. Örneğin ormanları paramparça yapacak anayasa değişiklikleri yapılabiliyordu da bu maddelere neden dokunulamıyordu. Bense onlara şu açıklamayı yapıyordum:

"Bu maddeler devletin yapısını, temelini belirleyen maddelerdir. Bu maddeleri değiştirdiğiniz zaman devletin temel yapısını değiştirmiş olursunuz. Daha açık bir ifadeyle yeni bir devlet oluşturursunuz. O zaman da anayasayı baştan aşağıya yeniden yazmanız gerekir, çünkü artık Türkiye Cumhuriyeti değil başka bir devlettir söz konusu olan. Elbette devletler değişmez değildir. Ama her devlet kendisini koruyacak bazı önlemler alır. Bu önlemler askeri olabileceği gibi ekonomik, kültürel olabileceği gibi hukuki karakter taşıyabilir. Dolayısıyla eğer Türkiye Cumhuriyeti tarih sahnesinde var olmaya devam edecekse demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olarak var olmaya devam edecektir. Diyelim ki "laik" kelimesini bu cümleden çıkardık. O zaman artık Türkiye Cumhuriyeti de olmayacaktır."

O zamanlarda da bu ilkeler çiğneniyordu sık sık, doğrusu hiçbir zaman tam anlamıyla demokratik, tam anlamıyla laik, tam anlamıyla sosyal bir hukuk devleti olmadı TC. Adalet, insan hakları, Atatürk milliyetçiliği hak getire. Gel gelelim 90'lı yılları ve 2000'lerin başını mumla arayacağımız pek de aklımıza gelmezdi.

Ben ve benim gibi düşünenler baştan beri mevcut hükümetin arasının bu ilkelerle iyi olmadığını düşünüyor ve dile getiriyorduk. Ama son 15 gün bu konuda turnusol kağıdı görevi gerçekleştirdi. Artık açıkça biliyoruz ki amaç ne olursa olsun iktidar kalabilmektir. Mevcut hukuk kural ve kurumları istenildiği şekilde çiğnenebilir, tehdit edilebilir, hukukun işlemesi engellenebilir. Her tür demokratik hak arama ve hesap sorma mekanizması kilitlenebilir, baskı altında susturulabilir. Belli bir grubun çıkarına ama toplum genelinin zararına olan her türlü uygulama ve hatta hırsızlık bile savunulabilir, rüşvet ve kamu kaynaklarının peşkeş çekilmesi legalize edilmeye çalışılabilir. Ve bırakın DİN temelli devlet yapılanmasını MEZHEP temelli devlet yapılanması usul usul genetik şifrleleme çalışmalarına dahil edilebilir. 21. yüzyılda bir toplum, devletin temel yapısını ve bununla ilgili sorunları dua-beddua rayında tartışıyorsa başka söz etmeye gerek var mı? Secdeden başka başı eğilmeyen liderler(!), Allah'tan başka korkusu olmayanlar, cezasını öbür dünyada çekecek olanlar, lanetlenenler, cihatlar ve mücahitler, Kur'an'dan, İncil'den ve bilumum kutsal kitaplardan öğütler, devlet içerisinde cemaat temelli paralel yapılanmalar... Daha söyleyeyim mi? Durun! Gerçekten 21. yüzyılda mıyız yoksa ortaçağ karanlığında mı?

Kimsenin özel yaşamında bu kavramlara ne kadar yer verdiğiyle ilgili değil mevzu. Mevzu bu kavramların devlet olma, hükümet etme, muhalefet yapma ritüellerine katılmış olması. Mesele insan yapımı hukuk normları karşısında hesap vermesi gerekenlerin Allah'a havale edilmesi.

Farkında mısınız bilmiyorum; birileri kamunun mallarını bireyin malları haline getirirken, ormanlarımızı, denizlerimizi, göllerimizi, paramızı, toprağımızı, velhasıl çocuklarımızın geleceğini ranta çevirip hortumlarken bireyin inançlarını kamunun inançları haline getirmeye çalışarak koruyor kendini, iyi uykular masalları anlatıyor, ninnileri söylüyor kitlelere ve biz de bu masallarla, ninnilerle küçültüyoruz çocuklarımızın geleceğini.

İYİ UYKULAR DEMOKRATİK, LAİK, SOSYAL BİR HUKUK DEVLETİ OLAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ!

23 Aralık 2013 Pazartesi

SANATÇININ DRAMI (BİR KULAK KESME HİKAYESİNİN 125. YILI)

Sanatçı bir ruha sahip olmak dramlara davetiye çıkarmaktır bir yandan da. Hassas ve duyarlı bakış, yaşanan her dramı sanatçının içine bir kor gibi atar. Mutlu anı azdır sanatçının. Herkesin derdi sanatçının derdidir de sanatçının derdi, dramı başka kimseyi ilgilendirmez.

Bu giriş aklınıza pek çok sanatçıyı ve o sanatçının dramatik yaşamını getirmiş olabilir. Ama belki de sanatçının dramı listesinde bir numarayı hiç kimse Vincent van Gogh kadar hak etmez. 37 yıllık kısa yaşamın neredeyse hiç bir anı mutluluk denilen çizgiye yakınlaşma şansı yaratmamıştır Van Gogh'a. Onun hakkında yazılanları okuyup ardından elinize bir Kemalettin Tuğcu romanı aldığınızda içiniz açılır, bahar çiçekleri açar.

 
Van Gogh'un başlangıçta koyu renkler içeren resimleri Fransa'ya taşınmasının ardından parlak renkli resimlere bırakır yerini. Ayçiçekleri, Teras Kafe, Yıldızlı Gece, İrisler vb. pek çok eseri, sanatçının Fransa'da geçirdiği, hayatının son 10 yılına, pek çoğu da son iki yılına aittir. Yukarıdaki Bir Çift Ayakkabı'yı van Gogh 1886'da çizmiştir ve bana sanatçının kendisini en çok yansıtan eseri olarak görünür. 37 yıllık yaşamının her anı bu ayakkabılar gibi perişan halde geçmiştir.
Elbette van Gogh dramı denildiğinde pek çokları onun kulak kesme hikayesini hatırlar. Rivayete göre ressam arkadaşı Gauguin ile tartıştıktan sonra kendisi kesmiştir kulağını. Kimisine göre ise aralarındaki kavga sırasında Gauguin kesmiştir kulağı. Her neyse! Gani Müjde'ye "Bendeki Kulak Van Gogh'da Yok" esprisini yaptıracak olan olay bundan tam 125 yıl önce, 23 Aralık 1888'de gerçekleşmiştir. Sanatçı bunun ardından iki yıl bile yaşayamamış ve 30 Mart 1853'te başladığı çileli yaşamına 29 Temmuz 1890'da göğsüne bir kurşun sıkarak son vermiştir.
Hayatını kardeşi Theo'dan gelen maddi yardımla sefalet içinde geçiren bu büyük sanatçının Dr. Gachet'in Portresi isimli tablosunun, 1990 yılındaki bir müzayedede, yani onun ölümünün tam 100. yılında yaklaşık 83 milyon dolara alıcı bulması, sanatçı dramının klasikleşmiş bir kanıtı gibidir sanat tarihinde. Ve belki de en önemli dram, gerçek sanatçıların sanatlarından başka hiç bir şey yapamamak gibi bir üstün özelliğe sahip olmasıdır. Bakın bu durumu Charles Bokowski naslı anlatıyor Van Gogh için yazdığı şiirde:
Van Gogh kulağını kesip
bir
orospuya verdi
orospu
hunharca fırlattı
kulağı
sokağa tiksinerek.

Van,
orospular
kulak
istemezler
para isterler

sanırım bu yüzden
muhteşem bir
ressamsın sen
başka
bir şeyden
anlamadığından…


21 Aralık 2013 Cumartesi

SOSYAL MEDYA DEDİKLERİ

Lise yıllarında, okul çıkışlarında jetonla oynanan atari kaçamaklarını ve üniversitedeki bilgisayar dersi uygulamalarını (bir kişinin yazıp 10 kişinin baktığı uygulamalar) saymazsak bilgisayarla ilk tanışıklığım, yanılmıyorsam 25 ya da 26 yaşındayken gerçekleşti. Sevgili Abdi (Ekizoğlu) Hoca sosyal ilişkilerini kullanarak, eski bir bilgisayarı bağış yoluyla kürsüye getirmişti. Hiç unutmuyorum, aletin 8 MB harddisk kapasitesi vardı (şaka değil, sadece 8 MB). Asistan olduğum ilk yıllarda mekanik daktilo kullanıyorduk her türlü yazı ve yazışma için. Sonra, İÜ Orman Fakültesi Eğitim ve Araştırma Vakfı elektronik bir daktilo almıştı bizim kürsüye. Devrim gibiydi bizim için. Ardından gelen bu bilgisyar ise çağ atlatmıştı. Önceleri Windows 3.1'i kaldırmayacağını düşünerek PW ya da Word Perfect adlı yazı programlarını yükledik bin bir uğraşla. Daha sonra, o zamanlar fakülteden ayrılmamış olan Halil (Gerçek, Havza Amenajmanı kürsüsünde asistandı) gelip Windows 3.1'i kurduğunda bellekte yalnızca 2 MB boş alan kalmıştı. Onunla idare ediyorduk. İnternet bağlantısı ise izleyen bir ya da iki yıl içinde gerçekleşmişti.

Bilgisayar teknolojisiyle bu kadar geç tanışınca, onunla ilgili gelişmeleri de haliyle geriden takip ediyor insan. Bu bir avantaj mı dezavantaj mı tartışılır, ama bu konuya girmeyeceğim. Sonuçta, akşam eve geldiğimizde oğlum tablete, ben bilgisayara ve eşim de akıllı telefona gömülüp saatlerce zaman geçirdiğimiz bir noktaya geldik. Aile içinde sosyal olamayıp sosyal medya aracılığıyla sosyalleşmeye çalıştığımız bir çağ bu. Biz de onun, yani sosyal medyanın köleleri.
SEO ve Sosyal Medya

Kişisel olarak ben Facebook, twitter ve instagramda epey zaman geçiriyorum. Öncelik sıralamam ise twitter, insatgram ve facebook şeklinde. Bu sıralamaya uygun olarak her biri için görüşlerimi aktarmak istiyorum bu yazıda.

Twitter: Az ama öz konuşanların mekanı
Twitter, Direkt Mesaj Göndermede Takip Etme Zorunluluğunu Kaldırdı

Başlıktan da anlayacağınız gibi twitter benim gözdem. Bir defa saçmalama olasılığı sıfır. 140 karakterde işi bitirmek zorundasınız. Bu sizi akıllı ve rasyonel davranmaya zorluyor. İkinci avanatjı ise daha uzun ve içerikli paylaşımların önünün tamamen kesilmemiş olması. Bir twite her türlü görsel ve yazılı materyali ekleyebiliyorsunuz ya da link verebiliyorsunuz. Ama önemli olan sizin onu 140 karakterde nasıl aktardığınız. İnternet ağının, veri alışverişinin sorunlu olduğu yerlerde boşu boşuna koca resim ya da video dosylarını açmamış oluyorsunuz böylelikle. Bence twitterın en önemli artısı sizi takip etmeyenleri de takip edebilmeniz. Siyaset, bilim, sanat, spor ve aklınıza gelen her alandan kişi ya da kurumu takip etmenizin önünde hiç bir engel yok. Bu özellik twitteri facebook gibi ahbap-çavuş ilişkisi kıskacından kurtarıyor. Diyebilirim ki güncel her türlü gelişmeyi twitter aracılığıyla izleyip düşüncelerimi bu platformada beni izleynelerle paylaşabiliyorum.

Elbette twitterın negatif bazı yönleri de var. Mesela bir öykü yazıp twitterda paylaşmak isteyenler. Aynı kullanıcıdan art arda 20-30 twit geliyor bazen. Be adam, bir blog aç kendine, uzun düşüncelerini oraya yaz, şu an benim yaptığım gibi, sonra yalnızca linki paylaş! Yok illa yoracak ve boğacak bizi. Bir de aynı içerikli twitleri evirip çevirip paylaşan, böylelikle kamuoyu yaratmaya çalışan bir kitle var ki, bu da beni çıldırtıyor. Yine de twitter facebooka göre çok daha rasyonel, yararlı ve özgün bir sosyal medya aracı bana göre.

Insatgram: Heyyooooo! Hepimiz sanatçı olduk.

Instagram Logo

Sıradan insanlar, yani bizler neden fotoğraf paylaşmak isteriz? Elbette gördüğümüz ilginç, güzel, kayda değer kareleri diğer insanlarla paylaşmak için. Peki aynanın karşısına geçip kendini çeken ve bunu instagramda paylaşana ne demeli? Bazı kullanıcıların profili tamamıyla kendi fotoğraflarıyla dolu. Allahım bu nasıl bir megalomani.

İnternetten fotoğrafı alıp insatgram cilası çektikten sonra paylaşanlara diyecek hiç bir şey yok elbet. Cila demişken bazıları öyle acayip düzeneleme programları kullanıyorlar ki, orijinal fotoğrafla paylaşılan fotoğraf arasında ilişki kalmıyor neredeyse. Siz hiç toprağı, ağacı ve hatta havası kırmızı olan bir orman gördünüz mi? Ben gördüm instagram sayesinde.

Insatgramın diğer sosyal medya mecralarına göre en önemli farkı, yalnızca tabletlerde ya da akıllı telefonlarda kullanılabiliyor olması. Bilgisayarlarda fotoğraf paylaşımı yapılamıyor. Bunun nedeninin anlayabilmiş değilim.

Fotoğrafınızın altına etiket yazarak paylaşma olanağı fotoğrafınızın sizi takip etmeyenler tarafından da rahatlıkla görülmesini sağlıyor. Böylelikle instagram tematik bir fotoğraf galerisi haline dönüşüyor. Fakat burada da sorun etiketlerle fotoğrafların uyumsuzluğunda ortaya çıkıyor. Fotoğrafım daha çok insan tarafından görülsün diye alakalı alakasız her fotoğrafına "love", "nature", "istanbul" gibi etiketler koyanlar var. Bir de bu etiketleri kopyalayıp her fotoğrafında yapıştıranlar. Ne diyelim?

Facebook: Sahte duygu ve düşünceler imparatorluğu


- Harika görünüyorsun şekerim.
- Saçların çok güzel, bayıldım.
- Tü tü tü tü maşallah, nazar değmesin. Bu ne güzellik böyle.

Bu ve buna benzer sahte cümlelerle dolu oluyor çoğu zaman facebook sayfalarımız. Ne yazan inanıyor ne de okuyan.

Facebook'ta çok "like" almak istiyorsan kesinlikle az yazı ve çok görsel kullanacaksın. Kimse orada yazı okuyup beynini yormak istemiyor. Hele bir de komik videolar paylaşıyorsan değme keyfine. Lord of the Facebook. Çok "like" almanın bir diğer yolu ise şirin kedi fotoğrafları paylaşmak. Kimse, özellikle kadınlar buna dayanamıyor.

Önemli futbol maçlarından sonra, hele konu FB ya da GS'nin göze batan bir başarısı ya da başarısızlığı ise uzak durun bir kaç gün facebooktan. Çok spor sever bir millet olduğumuzdan, kabarıyor o damarlarımız birden; dalga geçmeler, hakaretler, küfürler... Daha neler neler, bini bir para. Salı pazarı gibi, her şey o kadar ucuz ki!

Güncel sisyasi gelişmelerle ilgili tavır koyan paylaşımlar belki de en masumları. Ancak sorun şu ki, kimse kendinden, özgün birşey koymuyor. Ya bir köşe yazarının yazısı, ya da benzer mecralarda paylaşıla paylaşıla usandıran klasik dokundurmalar, özlü sözler, Mevlana ya da Yunus Emre deyişleri. Aklınıza ilk gelen en aptalca cümlenin altına Mevlana yazıp paylaşın, yüzlerce like garanti.

Bir de "biri bizi gözetliyor" manyakları var. Daha doğrusu herkesin kendisini gözetlemesini isteyen manyaklar. Bazı yazılımlar kullanıp otomatik olarak "I am at... " paylaşımlarında bulunanlar mı istersin, kahvaltı masasını çekip "şu anda şurada filancalarla kahvaltı ediyoruz" diyenler mi... İşin en komik tarafı ise bu tür paylaşımların inanılamayacak kadar like almaları. "Şu anda Sabiha Gökçen Havaalanındayım" paylaşımını like eden kişnin ruh halini çok merak ediyorum. Geçenlerde çok önemli bir gazetede yer alan ekonomi makalesini paylaşıp, onunla ilgili düşüncelerimi aktarma gafletinde bulundum. Bir üstteki "I am at...." paylaşımı 50'nin üzerinde beğeni almıştı. Benimki ise yalnızca bir. O da ayıp olmasın diye beğenen eşimden geldi. Kendimi 1980'li yıllardaki Eurovision'a katılan Türk şarkıcılar gibi hissettim bir an.

Facebookun belki de en önemli sorunu seni arkadaş olarak kabul etmeyenleri takip edememen. O nedenle facebookta çok önemli bilim ya da sanat adamlarını, siyasetçileri, ulusal ya da uluslararası kuruluşları takip etme olanağı yok. Anlayacağınız facebook kendi aramızda top çevirme ya da sen çal ben oynayayım mecrası. İstisnalar dışında kimseye birşey kattığını sanmıyorum.


19 Aralık 2013 Perşembe

GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLMİŞ STK'LAR

Malumunuz genetiği değiştirilmiş organizmalar, kısaca GDO'lar, uzun bir süredir hem dünyanın hem de ülkemzin gündeminde. Organizmaların genetiğinin değiştirilmesinin temel amacı, birim alanda daha kısa sürede daha çok üretim yapabilmek. E, hal böyle olunca ve açlık gibi bir felaketin dünyanın belirli bölgelerinde bir kara bulut gibi dolaştığı da hesap edildiğinde, kulağa hoş gelebilir ilk bakışta. Oysa tablo bu kadar basit değil. Bir defa dünyadaki açlık sorunu gıda yetersizliğinden değil gıdanın adil paylaşılmamasından kaynaklanıyor. Bu oldukça derin bir mevzu. Dahası GDO'lar başta insan sağlığı olmak üzere pek çok açıdan olumsuz etkilere sahipler ki, bu da bir o kadar derin ve uzmanlık gerektiren bir konu. Asıl meselemiz bu olmadığı için zıplayıp geçelim şimdilik üzerinden.

Şükürler olsun ki iki lafımızdan birinde demokrasinin erdemlerine dem vuruyor, ne kadar demokrat ne kadar demokrat hatta hektaaaar hektar demokrat olduğumuzu karşımızdakilere anlatmaya çalışıyoruz. Elbette demokratik değer yargıları ve tutumlar, başta aile içi olaylarda olmak üzere bireysel yaşamımızda önemli yer tutar. Ülke yönetimi seviyesine yansıyan demokrasi kültürünün temeli de budur zaten. Fark şudur ki, ülke yönetimi söz konusu olduğunda, eğer demokrasiden söz ediyorsak, bireyler önemini yitirir ve kurumlar değer kazanamaya, ön plana çıkmaya başlar. Başta siyasi partiler olmak üzere pek çok kurum ve kuruluş ülke yönetiminde etkin, alınan kararlarda baskın olmak ister. Her biri politik (siyasi) birer aktördür bu kurum ve kuruluşların. İdeolojileri, dünya görüşleri, inaçları ya da değer yargıları doğrultusunda politik karar alma süreçlerinde etkili olmaya çalışırlar. Bütün bu kurum ve kuruluşlar özgür ve eşitlikçi bir ortamda çalışmalarını sürdürebilirlerse eğer, demokrasinin ön koşullarından biri yerine gelmiş sayılır.

the world freedom atlas

Sivil toplum kuruluşları (STK'lar) bu düzlemde ve gelişen demokrasilerde önemli yere sahip kurumlardan biridir. Gerçekten de günümüzde başta insan hakları, çevre ve kalkınma olmak üzere pek çok konuda STK'ların ulusal, bölgesel ve küresel çapta pek çok başarıya imza attıklarına sıkça şahit olmaktayız.

STK'ların genetik kodları adına açıkça yansımıştır. STK'lar sivildir. Biraz daha açıklamak için İngilizce karşılığına bakmakta yarar var; NGO, yani Non-Governmental Organization. Non-governmental hükümet dışı, hükümete bağlı olmayan, hükümetin içinde yer almayan demek. Türkçe'deki sivil sözcüğünü de bu anlamda değerlendirmekte yarar var. O halde bir STK'nın kısaca hükümet dediğimiz yürütme organının içinde yapılanması, o organıın içinde şekillenmesi ya da o organdan parçalar içermesi düşünülemez. Çünkü STK'ların en temel görevlerinden birisi hükümet uygulamalarının toplum adına denetlenmesidir.

Türkiye'deki STK yapısına baktığımızda, pek çok farklı türün kendine yer edinmeye çalıştığını rahatlıkla görebiliriz. Bir özet liste yapmak gerekirse;

a) Gerçekten sivil olan STK'lar (genetik olarak saf olanlar),
b) Kısmen sivil kısmen hükümete bağlı STK'lar (genetik olarak hibrit olanlar),
c) Bütünüyle hükümete bağlı STK'lar  (genetik olarak mutasyona uğratılmış olanlar),
d) Sivil görünüp hükümeti ele geçirmeye çalışan STK'lar (genetik olarak tanımlanamayanlar).

Bu sayılan türlerden birincisini kenarda bırakırsak, diğer üç tanesinin şu ya da bu ölçüde genetik kodlamaya uymadığı, yani genetiği değiştirilmiş STK olduğu kolayca görülebilecektir. Aslını soracak olursanız, nasıl genetiği değiştirilmiş organizmalara organizma demek içimizden gelmiyorsa, genetiği değiştirilmiş STK'lara da sivil demek içimizden gelmiyor. Tıpkı 60 küsur yıllık demokrasimize demokrasi demek içimizden gelmediği gibi.

Not: Bu yazının son günlerde ortaya çıkan yolsuzluk, rüşvet olayları ve hükümet-cemaat çekişmesi ile doğrudan bir ilgisi yoktur. Sayılanların yazıyla bir ilişkisi varsa, o benim sorumluluğumda değil elbette!

12 Aralık 2013 Perşembe

UCUZ MİLLİYETÇİLİK ÜZERİNE

Kişisel olarak beni en çok rahatsız eden şeylerden birisi ucuz milliyetçiliktir. Konuya giriş yapmadan önce şunu açıkça belirteyim; dünya uluslarını birbirinden ayırmam, ama var olan global politik, kültürel ve ekonomik yapılanma çerçevesinde ulusal çıkarları ön planda tutan bir dünya görüşünü paylaşıyorum. Bayrağımı ve ülkemi seviyorum.

Hal böyleyken "ucuz milliyetçilik" olarak tanımladığım bazı durumları anlayamıyorum. Üstelik bunun tartışılmaz bir gereklilikmiş gibi dayatılmasını aklım almıyor. Ucuz milliyetçilik fırtınasını en çok futbol takımlarımızın Avrupa maçlarında görüyoruz. Son olarak GS'nin şampiyonlar ligi maçında yaşadık. Sosyal medyada "hepimiz GS'liyiz", "GS'yi desteklemeyen vatan hainidir" içerikli mesajlar dolaştı durdu. Bunları yazanlar haklıysa ben bir vatan hainiyim. Çünkü GS'nin ne yaptığı beni zerre kadar ilgilendirmiyor. GS'yi ve taraftarlarını severim ama ne yaptığı beni hiç ilgilendirmez. Nihayetinde sportif bir oyundan söz ediyoruz ve bunun ulusal çıkarlarımızla ne gibi bir alakası var anlayamıyorum. Efendim ülke puanıymış da, sıralamaymış da, falan da, filan... Eee? Sonuçta yalnızca sportif bir oyun. Vatan millet meselesi değil. Bunu amacının dışına taşıran dostlarıma hatırlatmak istiyorum; Birileri oturmuş vatanımızın haritasını yeniden çiziyor şu sıralarda, var mı bir tepkiniz? Ne iş?

10 Aralık 2013 Salı

POLİTİKA DENEN ŞEY VE GÜÇ (1)

Üniversiteden 1990 yılında mezun olur olmaz yüksek lisans yapmaya başladım. Aynı zamanda, şimdi olmayan, daha doğrusu TMSF tarafından el konulup bir kamu bankasının bünyesinde eritilen bir bankanın genel müdürlüğünde çalışıyordum. Dersler ve bankanın gergin iş ortamına akşam ve gece mesaileri de eklenince, hem bedenen hem de ruhen çok yıprandım. Fakültede yüksek lisans yaptığım kürsüde açılan asistanlık sınavı imdadıma yetişti; şansım da varmış, sınavı kazandım ve bambaşka bir yaşama adım atmış oldum.

Artık ormancılık politikası alanıdan kariyer yapma başlangıcında olan genç bir akademisyendim. Zevkli ve heyecan vericiydi. İtiraf etmeliyim ki, biraz da gururlanıyordum. Fakat bir sorun vardı; ormancılığı biliyordum bilmesine ama politikanın ne olduğunu bir türlü kavrayamıyordum. Evet, ben de sabah akşam politika ve futbol konuşulan bir çevrede büyümüştüm. Bolca politika konuşuyordum ama politikanın ne olduğunu bilmiyordum.



Yıllar geçtikçe öğrendim politikayı ve öğrencilerime öğretmeye başladım. Elbette, en çok öğretirken öğrendim. Şimdi beni sınava alıp "politika nedir?" diye sorsanız ve yalnızca bir cümleyle açıklamamı isteseniz, şöyle derdim:

     "Politika, güce sahip olma ve sahip olunan güç ile topluma yön verme savaşıdır."

Güçlü olmadan hiç bir şeye yön veremezsiniz. Çoğumuz çağdaş hukuk devletlerinde hukukun her şeye egemen olduğu yanılgısına kapılırız. Oysa Napoleon Bonaparte'ın da dediği gibi; "güç ortaya çıkınca kanunlar zayıflar." O nedenle kanunların ne dediğinden daha önemli olan güç sahibinin kanunları nasıl yorumladığıdır. Bana inanmıyorsanız yaşadığınız ülkenin yakın tarihine bir göz gezidirin. Ne dediğimi daha iyi anlayacaksınız.

Buraya kadar her şey yolunda gidiyor. Ama asıl yanıtlanması gereken soruya henüz gelmedik. Madem ki politikanın temelinde "güç" yatmaktadır. O halde güç nedir?

Politika sosyal bilimleri ilgilendiren bir konudur, kuşku yok. Ama bazen fen bilimleri sosyal bilimlere de ışık tutar. Politik anlamda gücün ne olduğunu anlamak için aynı kavramın fen bilimlerindeki (varsa) karşılığına bakmak yararlı olur. Oğlum 6. sınıfa gittiği ve Fen Bilimleri Dersi ödevlerini zaman zaman birlikte yaptığımız için zihnimde taze bir güç tanımı var:

     "Güç, belli bir işi yapmanın hızıdır."

Yani ne kadar yapabildiğiniz güç ile ilgilidir. Bir işi gücünüz ölçüsünde hızlı ya da yavaş yaparsınız. Gücünüz hiç yok ise, elbette sıfır iş üretirsiniz. Bu fen bilimlerinde böyle olduğu gibi sosyal bilimlerde ve elbette politikada da böyledir. Bu nedenle bütün politikacılar güçlü olmak ister. Gücü elinde tutmak, onu hiç ama hiç kaybetmemek isterler, çünkü politikanın genlerinde güç yatmaktadır.

Bir adım daha ilerlemek için başka bir soru ile yolumuza devam edelim: "Gücün kaynağı nedir?" ya da farklı bir ifadeyle "kaç çeşit güç vardır?" Bunca yıllık deneyimim, bana politikada dört farklı güç kaynağı ve bu kaynaklara bağlı olarak da dört farklı güç olduğunu gösteriyor;

     1. Silahın Gücü

Dünya tarihi bu güce sahip olmak isteyen, bu güçle ülkesini ve hatta dünyayı yönetmeye kalkan devlet adamlarının örnekleriyle doludur. Cengiz Han'dan İslender'e, Fatih'ten son ABD başkanı Obama'ya kadar. Silah gücü yalnızca ulusal politikada değil uluslararası politikada da olağanüstü bir etkiye sahiptir. Hatta denilebilir ki, silahın gücü, demokrasinin de etkisiyle ulusal politikadan daha çok uluslararası politikada varlığını hissettirir günümüzde.

     2. İnancın (Tanrının) Gücü

Her ne kadar aydınlanma hareketi ile birlikte bu güç etkisini yitirmiş gibi görünse de hala bütün politikacıların dört elle sarıldıkları bir güç türüdür bu. Özellikle az gelişmiş ve muhafazakar toplumlarda "Allah" ile başlayan bir cümlenin karşısında durmak olanaksızdır. O gücün kaynağını eleştiremezsiniz, çünkü derhal inanca saygısızlık nakaratları devreye girer. Hem sizi o güçle çekip çevirmeye kalkarlar hem de dokunulmazlık, eleştirilemezlik zırhı ile korurlar onu.

     3. Paranın Gücü

Özellikle endüstri devrimi ile birlikte para toplumun tüm katmanlarında hızlı bir şekilde dolaşmaya başlamıştır. İçe dönük tarım toplumları ve kölelik düzeninin yerini dışa dönük sanayi toplumları almıştır. Sanayi ile birlikte ticaret de gelişmiş, toplumun bir kısmı zenginleşmiş diğer kısmı da zenginlik hayalleri kurmaya başlamıştır. Zamanla paranın satın alamayacağı hiç bir şey kalmamıştır toplumsal çarklar silsilesinde. Öyle ki bazı az gelişmiş ülkelerde "ben fakiri sevmem" diyen devlet(!) adamlar baş tacı edilmiş, o ülkelerde zenginlik, yani paranın gücüne sahip olmak tek geçerli insanlık erdemi haline getirilmiştir.

     4. Aklın Gücü

İlk üç güç kaynağı ve güç türünün tek bir amacı vardır. Geniş halk kitlelerini baskı altında tutarak etkizileştirmek ve gücün yalnızca belli sınıfların elinde kalmasına destek olmak. Bu sayede toplumu bir koyun sürüsü gibi yönetmek olanaklı olur. Aslında güçlü sınıf(lar)a karşı geniş halk kesimlerinin elindeki tek güç aklın gücüdür ve bu nedenle bu güç türüne aklın gücü yerine halkın gücü de denilebilir. Toplumda ve politikada aklın (halkın) gücünü egemen kılmak için bazı dinamiklere ihtiyaç bulunur. Aklı egemen kılmak, halkı silah, inanç ve para kullanarak baskı altında tutmaya karşı koymak için aklın doğrularının geniş halk kesimlerine yayılması gerekmektedir. Bunun için iki önemli toplumsal kuruma büyük rol düşer. Bunlar bilim ve sanattır. O nedenle ilk üç güç türüyle politika yapmak isteyenler bilim ve sanat üzerinde kara bir bulut gibi gezinirler sürekli.

Burada geçici bir nokta koyalım. Söylenecek çok söz var daha. Noktamız da büyük bilim adamı Charles Darwin'in şu sözleri olsun:

Charles Darwin
(1809 – 1882)

Bilim ve sanat bir kuşun kanadı gibidir. Bu iki kanadı kullanabilen toplumlar uçar ve özgür olurlar. Uçamayanlar ise tavuk olur. 'Tavuk toplum', önüne atılan bir avuç yemi gagalarken, arkadan yumurtalarının alındığının farkında bile olmaz.


"Bilim ve sanat bir kuşun kanadı gibidir. Bu iki kanadı kullanabilen toplumlar uçar ve özgür olurlar. Uçamayanlar ise tavuk olur. Tavuk toplum önüne atılmış bir avuç yemi gagalarken, arkadan yumurtalarının alındığının farkında bile olmaz."


7 Kasım 2013 Perşembe

Muhafazakar Bunlardan Rahatsız Olmaz

Türkiye son 3-4 gününü başbakanın öğrenci evleri ile ilgili kaygı verici açıklamasını tartışarak harcadı. Aynı evde kız ve erkek öğrencilerin birlikte kalmalarının muhafazakar demokrat kimliklerine uygun olmadığını söyledi başbakan ve bunu gerekirse yasal düzenleme yaparak engelleyeceklerini belirtti. Hemen şunu saptamak gerekir ki, başbakan kendini muhafazakar demokrat olarak görüyor ya da görmek istiyor olabilir ama onun ve partisinin zihniyet ve uygulamaları ile demokratlığın uzaktan yakından ilişkisi olmadığını aklı başında herkes biliyor. Bunu bir kenara koyalım. İkinci olarak da başbakanın muhafazakar olmadığını söyleyelim. Çünkü muhafazakar, adı üzerinde var olanı muhafaza etmek isteyen demektir. Oysa başbakanın zihniyeti bundan en az iki asır geride. Yani, işin doğrusunu ararsanız başbakan muhfazakar değil tam anlamıyla "gerici"dir. Gel gelelim, onu çok üzmeyelim ve muhafazakarlık yakıştırmasını bir an için doğru kabul edelim.

Siz hiç başbakanın, partisinin ya da muhafazakar camianın aşağıda sıraladığım olgulardan rahatszılık duyduğunu, bunların önüne geçmek için göstermelik de olsa bir girişimde bulunduğunu gördünüz mü?

  • Çocuk yaştaki kızların okumalarının engellenmesi,
  • Çocuk yaştaki kızların evlendirilmeleri,
  • Kart muhafazakar zamparaların küçük yaştaki kızları ikinci, üçüncü ya da dördüncü eş olarak nikahlarına almaları,
  • Aile içerisinde kız çocukların babalar ve erkek kardeşler tarafından ensest ilişkiye zorlanmaları,
  • Kocası ölen kadınların aynı aileden bir başka erkekle evlenmeye zorlanmaları, mecbur bırakılmaları,
  • Her yaştan ve kültürden kadınının tacize ve tecavüze uğramaları ve mütecavizlerin çoğunlukla hiçbir ceza almadan kurtulmaları,
  • Bazı yörelerde, yöre erkeklerinin küçük kızlara topluca tecavüz etmeleri ve buna yönelik organizasyonlar kurmaları; bu durumun hemen herkes tarafından bilinip kabullenilmesi,
  • Hemen her yaştan ve kültürden kadının sistematik erkek şiddetine maruz kalmaları,
  • Töre cinayetlerinin yaygın biçimde uygulanmaya devam ediliyor olması,
  • Kadının yaygın biçimde eksik-etek olarak görülüyor ve kabulleniliyor olması.

Muhafazakar bunlardan rahatsız olmaz. Çünkü muhafazakarlık temelde bir erkek ideolojisidir. Muhazakar açık toplumdan hoşlanmaz. Kapalı toplum muhafazakar için biçilmiş kaftandır. Kapalı toplumda, perde önünde keskin ahlak kuralları uygulanır. Perde arkasında ise her türlü çirkinlik, iğrençlik, her türlü kadın sömürüsü vardır. Ama ne kadın sesini çıkarabilir kapalı toplumda bunlara ne de bunların üzerine devlet gücüyle gidilebilir. Anlayacağınız muhafazakar dünya görüşü erkek egemen dünya görüşüdür. Muhafazakar erkek kapalı kapıların arkasında kadın sömürücüsüdür, kapıların önünde ise bir ahlak abidesi.

O nedenle kadının erkekle aynı değerde görüldüğü, aynı haklara sahip olduğu, erkeğin olduğu her yere kadının rahatlıkla girdiği açık toplum muhafazakarı rahatsız eder. Kadın yerini bilmelidir muhafazakara göre. Sırf bu nedenle eşcinsel ilişkiden de rahatsız olmaz muhfazakar. En azından bir kadının sevdiği bir erkekle özgürce sevişebilme hakkına sahip olmasındansa lezbiyen ilişkiye girmesini yeğ tutar. Muhafazakarın tek derdi, kısaca, kadının erkekten aşağıda kalması ve erkek ne derse kadının onu yapması, kadının erkeğe ses çıkaramamasıdır. Dedik ya muhafazakarlık temelde bir erkek ideolojisidir. Ne yazık ki bazı kadınlar bu ideolojiye sarılmakta hiçbir beis görmemektedirler.

Özetle başbakanın ve aynı zihniyetteki muhafazakarların hayali ya da hedefi bu gün dile getirme cesareti buldukları toplum düzeninden çok daha gerilerdedir. Bunu açıkça söyeleylim. O hayale bir anda ulaşamayacaklarını bildikleri için de acımasız bir strateji ile ilerliyorlar yollarında. O stratejinin adı "ölüm-sıtma" stratejisidir. Yani ölümü gösterip sıtmaya razı etme stratejisi. Başbakan için, açıkça özel yaşama müdahele sayılacağını ve geniş kesimlerce reddedileceğini bildiği bu yaklaşımı dile getirmenin amacı arkasındaki gizli amaca dayanak oluşturmasıdır. O gizli amaç ise (şimdilik) kamusal alanda ortaya konulacak oldukça ciddi yasaklardır. Örneğin üniversite kampuslarında ya da diğer alanlarda kızlarla erkeklerin öpüşmeleri ya da elele tutuşmalarının yasaklanmasının gündeme gelmesi yakındır bana göre. Şimdi ona dayanak hazırlıyorlar yalnızca. Herkesin kafasına "özel yaşama müdahale" fikrini öylesine yerleştirdiler ki, özel yaşamın yalnızca kapalı kapılar ardında olduğunu düşünmeye başladık. Dolaylı olarak da kamusal alanda özel yaşam ve özgürlük olamayacağının. Yarın kamusal alanda öpüşmenin yasaklanmasına gık demeye kalktığımızda alacağımız yanıt bugünden hazırlandı ve meşrulaştırıldı: "Evler özel yaşam alanıdır dediniz kabul edip sesimizi çıkarmadık, ama kamusal alanda istediğimizi yaparız."

Özetlemek gerekirse muhafazakarlık bir erkek egemen ideolojisidir ve temel amacı kadını ezmek, kadın üzerinden erkek dünyasını yüceltmektir. Buna karşı durmanın ne özel yaşamı ne de kamusal alanı bulunur. Kadın ve erkek her yerde ve her koşulda özgürdür ve devlet hiçbir alan için bir ahlak dayatmacısı ve bekçisi rolüne soyunmamalıdır. Bunun tersi çağdışılık ve gericiliktir.

5 Kasım 2013 Salı

En Sevmediğim Şeyler

Oğlum Dağhan ne zaman hoşlanmadığı birşey yapsa, annesi, yani sevgili eşim Müge onu "en sevmediğim şey bu yaptığın" diye azarlar. Bundan bıkmış olacak ki Dağhan, birgün annesine şöyle yanıt verdi:

"Anne, insanın en sevmediği şey bir tane olur. Senin ne kadar çok en sevmediğin şey varmış."

Aslında hepimizin sevmediği pek çok şey vardır. Bunlardan bazılarını hiç mi hiç sevmeyiz ve bu şey ya da durumla karşılaştığımızda "en sevmediğim şey"i yapıştırırız. Bir zamanlar çalışma odamda, duvarıma kendi uydurduğum "sevmemek işin kolayıdır, zor olan her şeyde sevecek bir yön bulabilmektir" cümlesini asmış birisi olarak itiraf etmeliyim ki benim de sevmediğim ve elbette en sevmediğim şeyler var. Aşağıda bunların bir listesi var (sıralama önceliklendirilmiş değildir). Aklıma yenileri geldikçe ekleyip, fikrimi değiştirirsem çıkardıklarım olabilecek elbet. Bunları buraya yazma amacıma gelince; genellikle bu listedeki durumlarla karşılaştığımda hiçbir şey yapamam ve içime atarım. Belki bu yolla biraz rahatlamak olabilir belki de değildir, bilmiyorum.


  1. Dünyanın en güzel ve en kolay oyunlarından biri olan futbolu  TV'de yorumlayanların, işlerini yaparken atom fiziği araştırmacısı tavırları takınmaları; ama yaptıkları yorumun mahalle kahvesindeki Ahmet Abi'ninkinden bir kelime farklı olmaması.
  2. Bazı insanlarda kedi görünce "pissst", köpek görünce "hoşt" deme refleksinin bulunması ve bu insanların aynı refleksi çocuklara aşılama çabası.
  3. Turistik bir bölgede güzel bir otelde yapılan hizmet içi eğitim toplantısının pek çok çalışan tarafından yalnızca tatil olarak algılanması.
  4. Yere sümkürme ve tükürme (öğğğğhhhhh!).
  5. Emniyet şeridini yol geçen hanına çevirme, yandan gelip kuyruğun en önüne arabasının burnunu sokma.
  6. Bir cümlelik düşünceyi 10 cümleyle anlatma.
  7. Sürekli konuşup hiç dinlememe.
  8. Başarısız bir yöneticinin "ama çok iyi bir insan yaaa!" diye savunulması.
  9. Hiç gereği yokken oruç tuttuğunu ya da namazdan geldiğini söyleme ihtiyacı hissetme.
  10. Sabahtan akşama kadar konuşsanız, oğlunun ya da kızının ne kadar başarılı, ne kadar zeki, ne kadar güzel olduğundan başka anlatacak birşey bulamama.

4 Kasım 2013 Pazartesi

Gündem Bende Baş Ağrısı Yapıyor

Aslını soracak olursanız, şu anda Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğünün davetlisi olarak, korunan alan yönetimine ilişkin bir eğitim toplantısına katılmak üzere Antalya'dayım. Bugün toplantının ilk günü. Öğleden önceki açılış oturumunun ardından şiddetli baş ağrısı ile odama çekilmek zorunda kaldım. Kafamı dağıtmak için telefonum aracılığıyla biraz sosyal medya gezisi yaptım. Elbette yaptığıma yapacağımı pişman oldum. Öyle şeyler okudum ki, baş ağrım hafifleyeceğine azdı. Niye mi?

Güzel ülkemin herşeyi herkesten çok bilen başbakanı döktürmüş yine. Denizli'de kız ve erkek öğrenciler aynı evde kalıyormuş. Bu durum onların muhafazakar demokrat yapılarına tersmiş. Valiye talimat vermiş.Engellenecekmiş. Miş miş miş.... Bak sayın başbakan! Başbakansan başbakanlığını bil ve dinle:
    • Öncelikle yalnızca başbakansın, sultan değil. Beğenmediğin herşey için kamu yöneticilerine talimat yağdırmak gibi bir yetkin yok. Bu ülke bir hukuk ülkesi. Devlet de. Sen dahil bütün kamu yöneticileri yazılı hukuk kurallarına göre iş yaparlar. Senin keyfine göre değil. 18 yaşını geçmiş her yurttaş istediği evde istediği kişiyle kalır. Bu seni hiç mi hiç ilgilendirmez, devleti de, valiyi de! Sen kendi düşünce ve dünya görüşüne göre yaşayabilir, kendi aileni buna göre düzenleyebilirsin. Ama biz senin dünya görüşüne göre yaşamak zorunda değiliz.
    • Kendini muhafazakar demokrat diye tanımlıyorsun ya, muhafazakarlığına bir diyeceğimiz yok lakin bu şekilde demokrat olamazsın. Değilsin de. Bütün dünyayı senin istedeğin gibi yaşayan insanlarla doldurmayı arzulayarak ve devlet gücüyle bunu zorlayarak demokrat olamazsın. Demokrasi, demokratlık ve bu tavırlar asla yan yana gelmez. Hiç gecikmeden bir demokrasi kitabı edin ve oku. Okumak zor geliyorsa ben sana anafikrini söyleyeyim demokrasi kitaplarının: "Demokrasi farklı olana ve onların haklarına saygı göstermektir."
    • Acaba talimat verdiğin vali şimdi ne yapacak? Hemen emniyet müdürlüğüne talimat mı verecek? Öğrenci evlerine polis baskınları mı yapılacak. Diyelim ki kız ve erkek öğrenciler aynı evde kalıyor. Onlara ne gibi bir işlem hangi hukuk kuralına göre yapılacak? Bir zahmet söyle de biz de bilelim.

Başbakan bu, rahat durur mu? Fenerbahçe Kongresi'nin büyük çoğunlukla seçtiği başkanına vermiş veriştirmiş. Kongrede vaat ettiği projeleri nasıl yapacakmış? İzin almış mıymış. Parayı nereden bulacakmış. Kulübün bir sürür borcu varmış. Mış mış mış... Sizin anlayacağınız sopayı gösteriyor Aziz Yıldırım'a. Seni yıkamadım ama sana iş de yaptırmayacağım. Yahu insan nezaketen olsun bir kutlar önce. Bırak da koca ülkede ele geçiremediğin bir tane kurum kalsın. Bu ne hırs? Tablo bu kadar açıkken bazı can ciğer, aklı başında arkadaşlarımız, dostlarımız da demezler mi şike, mike filan diye. Yahu bu ülke futbolunda şike yoktur diyen mi var? Ya da Aziz Yılıdırm'ı çok seviyorum, tarzı tam bana göre diyen mi? Ama dostlar, lütfen, biraz uyanık olmanız gerekmiyor mu? 3 Temmuz'dan bu yana olanlar önce Fenerbahçe'yi ve sonra da Türk futbolunu ele geçirme projesi değil mi? Aziz Yıldırım'ı alkışlıyorsak bu proje karşısında dik durduğu içindir, eğilip bükülmediği içindir. Yoksa o da bilirdi elbet şu kadar milyon taraftarımız AKP'ye oy veriyor demeyi, AKP mitingine katılıp bayrak sallamayı.

 aziz yıldırım
Bu arada Mehmet Baransu denen zat twitterdan sallamaya başlamış yine; elinde yeni bir Aziz Yıldırım dosyası varmış. Mahkeme de dosyadaki usul eksiklerini tamamlayıp yargıtaya göndermiş. Kongrede olmadı tezgah kuruluyor. Okuması yazması olan var mı?

Anadolu Pars'ı için diyecek sözüm bile yok. Sen, koca devlet, koca bakanlık hayvanın varlığını ortaya çıkaracak birşey yapma, çobanın biri vurarak yok etsin onu. Bir de saldırmışmış çobana, filan feşmekan. Yahu o koyunlar orada dururken hayvan sana neden saldırsın? Sana saldırsa seni öyle bırakır mıydı? Neyse kabağı çobanın başına patlatmayalım. Bu gün toplantının başında saygı duruşu vardı Atatürk ve şehitlerimiz için. Ben Anadolu Parsı için de saygı duruşu yaptım.
Sivri zekalının biri twit atmış. Bilmem kaç milyon liraya iki yılda restore edilen bir tarihi eserin üzerine "Çare Sarıgül" yazılmışmış. Bunu yaptırana oy mu verecekmiş. Aklı başında sandığımız bir üniversite hocası da bunu retwit yapmış. Sarıgül telaşı başlamış bir yerlerde anlayacağınız. Bir ara yanıt yazayım dedim. "Haklısın, tarihe saygısızlık yapana oy verilmez. Peki ya kentin ciğerlerine hançer saplayan doğa saygısızlarına?" demek geldi içimden. Sonra vaz geçtim. Kime ne anlatıyorsun ki!

12 Ekim 2013 Cumartesi

Karanlık-Aydınlık


Karanlığı sevebilirisin sen
Hakkın elbet
Simsiyah perdeler çekip dört yanına
Korkabilirsin
Masal vampirleri gibi güneşten

Işık aydınlıktır
Doğruyu eğriyi
Kirliyi kirsizi gösterir bize
Bu yüzdendir ışığı sevmemen
Belki de

Karanlığı sevebilirsin sen
Hakkın elbet
Fakat bil ki dostum
Ne kadar korkarsan kork
Aydınlatacak güneş dünyayı
İlelebet

8 Ekim 2013 Salı

Varlığım Türk Varlığına Armağan Olsun


Oğlum, Biricik Oğlum,

Türküm demekten korkma! Gururla söyle, haykır. Çünkü Türk olmak, Türküm demek, üstün olmak demek değildir. Kan değildir Türk olmak, ırk hiç değildir. Türk olmak vatan toprağı üzerinde özgürce ve kardeşçe yaşama bilincidir. Türk olmak, ne olursa olsun insanı sevmek, onu yüceltme bilincine sahip olmaktır.

Doğru ve çalışkan ol! Doğruluktan sapman için önüne gerekçeler sürülebilir. Etrafındaki herkes bu gerekçelere sığınabilir. Sen yine de doğru ol! Geride kalsan da bir süre, göreceksin ki doğruluk seni hep öne çıkaracaktır sonunda. Ve çalışmaktan asla vazgeçme. Başkaları çalışmadan kazanmayı seçebilir. Kazanabilirler de. Ama hiç bir şey çalışarak kazandığından daha mutlu edemez seni.

Küçüklerini koru oğlum. Senden güçsüz olanları gücünle ezme, şefkatinle sar.Daima ezilenlerin yanında ol, zulmedenlerin değil. Hayvanları ve doğayı merhametinle yücelt. Onların da sana verecekleri olacaktır, buna inan.

Büyüklerini say, ama asla onların kölesi olma. Özgürlüğünü ve benliğini her şeyden üstün tut. Büyüklerini dinle, onları anla, doğrularını kendi doğrularına kat ve yolundan asla sapma.

Yurdunu ve milletini kendinden çok sev. Çünkü bu vatanı sana, yurdunu ve milletini kendinden çok sevenler armağan etti. Kanlarını, canlarını verdiler vatan için. Onların sayesinde dalgalanıyor al bayrak bu topraklarda. Kendini daha çok sevenler vatan topraklarını parçalayanlarla işbirliği yaparken, onlar kelle koltukta savaşıyorlardı düşmanla. O düşman ki kimi zaman topla tüfekle, kimi zaman ihanetle çıkar karşına. İşte o zaman hatırla Ata'nı ve asla düşünme arkanda bıraktıklarını.

Hep yüksel, hep ileri git. Unutma ki daima daha iyi bir seçenek, daha iyi bir yol vardır. Elde ettiğinle asla yetinme. Onu koruma hatasına kapılma. Korumak istiyorsan geliştir. Daima ama daima daha iyisine ulaşmaya çalış. Kendin için, ülken için, insanlık için ve tüm dünya için.

Unutma oğlum, bu ülkenin tek bir lideri var hala; Büyük Atatürk. Onun yolunu aşacak bir yol çizen hala olmadı. O nedenle senin de izleyeceğin yol onun yolu olsun. Ülkeni sev, bütün dünyayla, diğer bütün uluslarla dostça yaşa. Daha iyiye ancak bu yolda ilerleyerek ulaşabilirsin.

Başkaları kendilerini pek çok şeye satabilirler. Paraya satanları göreceksin kendini. Ona tapanları. "Allah" deyip kula kulluk edenler dört bir yanını saracak. Kulun önünde diz çökenler çok olacak, ne yazık. Sonra güce tapanlar olacak. Güçlünün yanına sığınarak var olmaya çalışanlar. Sen onlara aldanma. Gül geç hepsine. Dimdik ayakta dur hep. Kimseye taşıtmadan kendini ve kimseyi sırtlamdan. Varlığını armağan edeceğin tek bir şey var bu dünyada; vatan toprakları ve bu topraklar üzerinde yaşayan Türk ulusu.

Ve oğlum, biricik oğlum,

Yasaklasalar, zincire de vursalar seni, zindanlara atıp ışıksız da bıraksalar Ata'nın sana armağan ettiği  bu topraklarda özgür bir Türk olarak doğduğun için sonsuza kadar haykırmaya devam et;

"Ne Mutlu Türküm Diyene!"

7 Ekim 2013 Pazartesi

Yalnızlık



Sonbaharda
Terkedilmiş bir kumsalda
Soğuğa
Yağmura ve
Dalgalara direnmektir
Yalnızlık

2 Ekim 2013 Çarşamba

Demokratikleştirebildiklerimizden misiniz?


Kavramların iç içe geçip karıştırıldığı bir ortamda üretim yapmak zorlaşır. 21. yüzyılda sağlıklı politikalar üretmenin birinci şartı bazı kavramları yerli yerine oturtmaktır ki, bunların başında demokrasi kavramı gelir. Türkiye ve yakın coğrafyasında yaşananlar demokrasinin ne olup ne olmadığının bir kez daha net olarak ortaya konulması gerekliliğini belirginleştirmiştir.

Yaygın kanaatin aksine, demokrasi yönetenlerin seçimle iş başına geldiği bir rejim değildir. Demokrasilerde kimin yönettiği de önemli değildir aslen. Önemli olan yönetimin nasıl gerçekleştiğidir. Yani, iyi bir demokrasi tanımlaması yapmak için sorulması gereken soru “kim” değil “nasıl”dır.  O nedenle birkaç yılda bir topluma “sizi kim yönetsin?” sorusunun soruluyor olması o toplumu demokratik bir toplum haline getirmez. O soruya verilen yanıt yalnızca yönetim mekanizmalarının anahtarını kimin elinde tutacağına karar verir.  Demokrasiyi demokrasi yapan soru şudur: “Toplumu ilgilendiren kararlar nasıl alınıyor; karar alma mekanizmaları ve alınan kararların uygulaması nasıl denetleniyor?”
Demokrasi yalnızca bir seçme eylemi olsa gerçekten kolay olurdu. Oysa demokrasi kargaşadan sonuç çıkarma becerisidir. Demokrasilerde kargaşa vardır. Çünkü toplumlarda çok farklı gruplar iç içe yaşar. Her bir toplumsal grup kendi içinde alt gruplara ayrılabilir ve bunların her birinin kendine göre yaklaşımları, yaşam tarzları ve hedefleri bulunmaktadır. Hangi seviyeden bakarsanız bakın bu durum tam bir kargaşadır. Ve bu kargaşa içerisinde kararlar alınmalı ve uygulanmalıdır.


İki gün önce açıklanan demokratikleşme paketine bu açıdan bakmakta yarar var. Hatırlarsınız AKP iktidarı bundan önceki dönemde demokrasiyi "sandık"tan öteye geçiremiyordu. Örneğin Gezi eylemleri sırasında "bir derdiniz varsa sandıkta konuşursunuz" sözlerini sıkça duyduğumuzu hatırlamakta zorlanmayacaksınız. Oysa şimdi görüyoruz ki bazı harflerin kullanılabilmesi ya da üniversitelerde bazı enstitülerin açılabilmesi de demokrasi tanımı içerisinde yer alabiliyor, demokratikleşme olarak lanse edilebiliyormuş.

Gelelim konunun özüne. İsterseniz en küçük bir düzenlemeyi bile tam katılımlı bir halk oylaması ile yapın, bu başlı başına demokrasi demek değildir. Demokraside kararların nasıl alındığı önemlidir. Karar alabilmek için bilgiye gereksinme duyulur. Eğer önüne sandık koyduğunuz insanların bazı bilgilere ulaşması engelleniyor, bazı görüşlerin savunulması, bazı düşüncelerin yayılmasına şu ya da bu yöntemle ket vuruluyorsa sonuç bir demokrasi parodisinden öteye gidemez. Bugün Türk demokrasisinin önündeki en önemli engel de kanımca budur. Korkunç bir dezenformasyunun yaşandığı, hükümet propagandasının her türlü iletişim kanalı ile popmpalandığı, buna karşılık muhalif görüş ve düşüncelerin yayılmasının sayısız yöntemlerle kısıtlandığı, düşünce ve ifade özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılmadığı, gazetecilerin, bilim adamlarının ve sanatçıların sırf düşünceleri nedeniyle cezalandırılabildiği bir ortamda demokrasiden söz etmek, en iyimser tanımla saflık olacaktır.

Demokrasiyi demokrasi yapan bir diğer unsur da hesap vermedir. Yani toplumun her alanında olduğu gibi yasama ve yürütme erkini elinde bulunduranların yaptıklarından sorumlu olmaları ve gerekiyorsa yargılanabilip cezalandırılma yollarının açık olmasıdır. Bugün, bırakın milletvekillerini, başbakanı, bakanları, alelalde bir devlet memuru bile neredeyse dokunulmazlık zırhı ile korunmakta ve her türlü yargı denetiminden kaçırılmaktadır. Öte yandan yargı üst organlarının en son yapılan anayasa değişiklikleri ile adeta bir hükümet birimi haline getirildiği dikkatlerden kaçmamalıdır. Böylelikle halk adına yetki kullananların yaptıkları/yapabilecekleri yanlışlardan dolayı hesap vermeleri neredeyse olanaksız hale gelmiştir.

Durum bu iken açıklanan demokratikleşme paketi, benim için neredeyse hiçbir anlam ifade etmemektedir. Demokrasinin temel darboğazları yerli yerinde dururken özel okula giden öğrencilerin Kürtçe eğitim alabilecek olmaları ya da kadınlarla ilgili onca özgürlük sorunu artarak devam ederken başlarını her yerde örtebilecek olmalarını gelişme olarak düşünen iyimserlere ne yazık ki katılamıyorum.


1 Ekim 2013 Salı

Zweig'dan Montaign'e Özgürlük Arayışı

Dr. Cihan ERDÖNMEZ


Efsanevi rock müzik grubu Pink Floyd’un yine kendi gibi efsanevi nitelik taşıyan ve Alan Parker tarafından sinemaya da uyarlanan “The Wall” albümünün bir yerlerinde şu sözler geçer:

Goodbye cruel world (Elveda zalim dünya)
I’m leaving you today (Terk ediyorum seni bugün)
Goodbye goodbye goodbye (Elveda elveda elveda)
Goodbye all you people (Elveda tüm insanlar)
There is nothing you can say (Bir şey yok söyleyebileceğiniz)
To make me change my mind (Fikrimi değiştirmem için)
Goodbye (Elveda)

Pink Floyd’u ve müziğini bilenler hem zalim dünyanın nasıl bir şey olduğuna ve hem de onu terk etme arzusuna aşinadırlar. Sıcak ve soğuk tüm savaşlar, kirlenmiş siyasal güçler, demokratik kandırmacalar, giderek yok olan doğa ve daha neler neler…Hayalimizdeki dünyadan uzaklaştığımızı hissettikçe gerçek dünyadan uzaklaşma isteği daha ağır basmaya, bir kurtuluş gibi görünmeye başlar. Ancak bunu yapmamak için pek çok neden bulur sereriz ortalığa. En başta sevdiklerimiz gelir.

Peki ya en çok sevdiğiniz kişi de sizinle bunu yapmaya hazırsa? Örneğin eşiniz. Hayat arkadaşınız ölümde de yanınızda olmayı tercih eder mi? Stefan Zweig’ın karısıLotte bu tercihi tereddütsüz yapanlardan. Hitler Almanyası’nın yarattığı korku dünyasından kaçmak için okyanus ötesine bile gitmişlerdi oysa. Ne var ki dünyanın geleceğine ilişkin derin umutsuzluk, onların beraberce zalim dünyayıterk etme kararlarını pekiştirdi ve 1942 yılında Rio’da kararlarınıuyguladılar.

Zweig yaşama tutunmaya çalışmamış mıydı dersiniz? Mutlaka çalışmış olmalı. Birinci Dünya Savaşı’nda orduda gönüllü olarak görev almış (geri hizmet), zengin bir ailenin çocuğu olmanın tüm avantajlarından yararlanarak dünyayı dolaşmış ve hiçbir ekonomik sıkıntı yaşamdan, harika bir villada kendini yıllarca yalnızca işine verme şansı bulmuş bir kişinin yaşama arzusunu canlandırmaya çalışmadığınıdüşünmek pek de olanaklı değil. Bu arzunun en büyük kanıtlarından biri, bence, 1941 yılında Montaigne üzerine çalışmaya başlamış olması. Böyle düşünüyorum, çünkü Montaigne okuyan birinin daha öncekinden şu ya da bu biçimde farklılaştığına inanırım. 20. ya da 21. yüzyılda “bak işte, tam da aklımdan geçtiği gibi” dediğiniz şeylerin sizden 400 yıl önce düşünülmüş, harmanlanmış ve dile getirilmiş olması karşısında hem bu büyük insana olan hayranlığınız artar hem de ortak bir insanlık ülküsünün bütünüyle hayal olmadığına olan inancınız. Bu düşüncemi daha açık ifade edebilmek için iki ünlü şahsiyetin Montaigne hakkındaki sözlerine sığınmak daha kolay olacak sanırım. Önce Nietzsche’den başlayalım; şöyle demiş Montaigne için: “ Bir zamanlar böyle bir insanın yaşamış olması, bugün şu yeryüzünde yaşamanın hazzını gerçekten artırıyor.” Ardından Béragner’e[1]kulak verelim: “Montaigne amma da düşünce çalmış benden.”

Montaigne bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de Denemeler’i ile tanınmıştır. Zaten başka bir şey yazdığı da pek söylenemez. Denemeler’i ilk kez Türkçeye kazandıran Sabahattin Eyüboğlu ilk çevirisinin önsözünde şöyle demektedir: “Onunla okuyucu arasına girecek olan herkes boş sözler söyleme tehlikesine düşer.” Biraz da bu kaygıdan olacak, Montaigne hakkında başkalarının sözlerini aktarmak daha akılcıbir yol olarak görünüyor.
Montaigne ile Zweig’ı buluşturan şey neydi? Bana göre Zweig’ın yaşama tutunma arzusu. Oysa Ahmet Cemal Zweig’ın Montaigne ile ilgili çalışmasını değerlendirirken bakın ne diyor: “Bu deneme ile karşımıza, yüzlerce yıl önce, Rönesans’ın ve hümanizmin gerçek bir mirasçısı kimliğiyle insana dair her şeyi sorgulamaya insandan yola çıkarak başlayan bir düşünür ile ondan yüzyıllarca sonra insanlığın büyük çöküşünü yine insandan yola çıkarak sorgulamak peşindeki bir başka büyük düşünürün karşılaşmaları çıkmaktadır.”

Montaigne Rönesans hümanizminin yarattığı dünya ülküsünün yavaş yavaş yok olmaya başladığı bir çağda yaşamıştır. Din savaşlarının bütün Avrupa’yı bir uçtan diğer uca kırıp geçirmesine şahit olmuştur o. Katoliklerle Protestanlar acımasızca birbirlerini öldürürken bir yandan, barbarlık ve bağnazlık kol geziyordu Montaigne’in çağında. Gencecik bir çocukken o, Bordeaux’da tuz vergisine karşı çıkan halk ayaklanmasının vahşice bastırılmasına tanık olmuş,insanların sokaklarda parçalanmasına, kazıklara geçirilmesine, ölü bedenlerin leş kargaları tarafından paylaşılmasına şahit olmuştur. Yıkılıp yakılan köyler, baştan sona kılıçtan geçirilen askeri birlikler ve bütün bunlar yaşanırken dışdünyada, kendi kendine sürekli “nasıl özgür kalabilirim?” diye soran bir düşünürdür sözünü ettiğimiz. İki büyük dünya savaşını yaşama talihsizliğine sahip olan Zweig’a kulak verelim:“Montaigne’in özgür ve yanıltılması imkansız düşüncelerinin en yardımcıolabileceği kuşak ise, örneğin bizimkisi gibi, kaderin bir dünya kargaşasının ortasına fırlatıp attığı bir kuşaktır. Ancak savaşların, zorbalığın, tiranca ideolojilerin bireyin hayatını –ve yine bu hayat içinde olmak üzere- en değerli özü, bireysel özgürlüğü tehdit ettiği bir zaman dilimini kendi sarsılmış ruhunda yaşamak zorunda kalmış olan kişi, sürü kudurmuşluğunun egemenliğindeki böyle zamanlarda insanın iç dünyasının en derin noktasında yatan “ego”suna sadık kalabilmesinin ne büyük bir cesaret, dürüstlük ve kararlılık gerektirdiğini bilebilir. Yalnızca böyle bir insan, dünyada kitlesel bir yıkımın ortasında kendi manevi ve ahlaki bağımsızlığını lekesiz koruyabilmekten daha güç bir şey olmayacağınıbilir. İnsan, ancak kendisi akıldan, insanlık onurundan yana kuşkuya düşüp çaresiz kalmışsa eğer, dünya çapında bir kaosun ortasında tek bir kişinin örnek biçimde dimdik ayakta kalabilmesini övgüyle karşılayabilir.”



Büyük dedesinin aldığı şatonun yaşamdan izole kıldığı kulesinde; Goethe’nin tabiri ile “iç kale”sinde, Montaigne kitaplarını yoldaş kılarak özgürlük arayışıyolculuğuna çıkar, ömrünün sonuna kadar bitiremeyeceği. Çünkü, bilmektedir ki, dünyayı daha özgür yapabilecekler yalnızca kendi özgürlüğüne sahip çıkabilenlerdir. Özgürlük yolculuğunun yoldaşının kitaplar olması, onun bilgiye olan açlığının göstergesidir aslında. İç kalesinde, kitaplarının bulunduğu çalışma odasının duvarlarına elli dört özdeyiş yazdırmıştır Montaigne. Hepsi Latince. Yalnızca sonuncusu Fransızcadır: “Que sais-je?”, yani “ne biliyorum?”.Daha fazla bilmek için hep daha fazla kitap ister. Şöyle der Montaigne kitapları hakkında: “İstediğim zaman onlarla mutluluğu tadabileceğimden, yalnızca varlıkları bile beni hoşnut kılmaya yetiyor. Ne savaş ne de barışzamanlarında yanıma kitap almadan yolculuğa çıktığım olmuştur. Fakat çoğu kez günler, aylar boyunca kapaklarını açmadığım da olur. Kendi kendime şu ya da bu kitabı nasılsa bir gün okurum, derim, yarın ya da istediğin herhangi bir zaman…Kanımca kitaplar, insanın hayat yolculuğunda yanına alabileceği en iyi besinlerdir.” Zweig Montaigne’i şöyle tanımlar: “Montaigne üşengeç bir okurdur, okumanın amatörüdür, ama ondan daha iyi, daha akıllı bir okuru ne kendi zamanıne de ondan sonraki zamanlar görmüştür.”

Montaigne için görkemli şatonun kulesi, yani iç kalesi dokunulmazdır. O, zaman zaman dışarı çıkabilir. Ancak dışardan hiçbir şey içeri giremez. Çünkü o kule ya da o kale onun özgürlüğünün, dokunulmazlığının sembolü değil aynı zamanda somut yansımasıdır. 1882 yılında çıkan yangında bütün şato yanar. Bir tek yer hariç; Montaigne’in kalesi.
Montaigne’in temel arayışlarından biri de doğal, saf insandır. El değmemiş, kültür insanıolmayan insanı aramaktadır. Bir gün Rouen’de rastladığı Brezilyalılara[2]olağanüstü ilgi gösterir. Çünkü onların modern denilen insan gibi özellikleri bulunmamaktadır. Fiyakalı giysileri, abartılı inançları ve iki yüzlü ahlakları…Montaigne o insana geri dönüşün mümkün olmadığını bilir. Onu en çok yaralayan gerçeklerden biri de budur. Ama o insana yaklaşma isteği ve çabasını asla terk etmez. Ondan 400 yıl sonra Türk edebiyatının en önde gelen isimlerinden birinin, Yaşar Kemal’in benzer arzuyu dillendirmesi Montaigne’in insanlık üzerindeki etkilerinin küçük işaretlerinden biridir. Kemal romanlarından birinde şu düşünceyi ortaya koyar: “Çirkin olan insanlığın en üst kabuğudur. Adam olan hem kendi kabuğunu, hem insanlığın kabuğunu durmadan soymaya çalışır.”

Montaigne’i anlatmaya çalışmak boşuna bir uğraştır. Asıl olan onu anlamaya çalışmaktır. Bu da sanıldığı kadar kolay değil ne yazık ki. Onun düşünceleri değildir yalnızca alışılmadık olan, yaşamı da tuhaflıklarla doludur. Zengin bir ailenin çocuğu olup paraya hiç itibar etmemesi, Latinceyi ana dili olan Fransızcadan daha iyi bilmesi ve kullanması, çocuklarıyla olan ilişkisinin zayıflığı ve kaç çocuğunun ölmüş olduğunu bilmediğini itiraf etmesi, babasından yalnızca mal mülk değil Bordeaux belediye başkanlığının da miras kalmış olması ve iki dönem belediye başkanlığı yapması, ikinci döneminde şehri esir alan veba salgınından herkesten önce kaçması, yeri geldiğinde krala bile kafa tutması ve daha neler neler. Son bir şey daha; onun statüsünde dünyaya gelen bebekler için şatoya bir süt anne getirilmesi gerekirken, babası Pierre’in onu, daha ana sütünden bile kesilmeden, Montaigne derebeyliği sınırlarındaki bir orman köyünde, en alt tabakadan bir oduncu ailenin yanına vermesi ve birkaç yıl Montaigne’in o koşullarda büyümüş olması. Benzer bir durumu Balzac da yaşamış, ailesi onu dört yaşına kadar bir jandarma ailesinin yanına vermiştir. Balzac bu nedenle annesini daima suçlamıştır. Oysa Montaigne babasına, bu kararı yüzünden hep minnet duyguları beslemiştir. Ona göre, babası kendisinin ayrıcalıklı sınıftan biri gibi hissetmesini istemiyordu. Böylelikle onu bütün ön yargılardan uzaklaştırmış olacaktı. Kim bilir Montaigne’in kaderi, belki de, babasının bu kritik kararıyla, şimdi adını bile bilmediğimiz o orman köyünde çizilmişti!


 

28 Eylül 2013 Cumartesi

Güz Geldi

Güz geldi,
Kış kapıda.
Soğuklar,
Odun, kömür,
Çamurlu sokaklar,
Akan damın çilesi,
Kapalı yollar,
Yanmayan lamba,
Issız geceler
Ve hatta kim bilir;
Belki de ayrılık acısı
Kışlalarda.
Hepsi burar içimi,
Burar burmasını ya;
Gelir geçer sonununda.
Tek korkum;
Bir, yalvaran masum bakışlarıyla
Kıvrılacak bir köşe bile bulamayan köpekler
Bir de
Emirgan'da, hiç canımız çekmediği halde
Kağıt helva aldığımız kalın gözlüklü amca.
Ne olacak şimdi onlar?

                                                       Cihan Erdönmez
                                                     15.09.1997 Tarabya

Not: Bu şiir "Ben Kağıttan Bir Kayığım" adlı kitapta yayımlanmıştır.

27 Eylül 2013 Cuma

Tuncel Kurtiz

Cuma güzeldir
Hele ılık bahar güneşinde
Serin de bir rüzgar geliyorsa denizden

Anasını ağlatmışlar ülkenin
Ve de umutsuz çığlıkları gezegenin
Duymaz kimse seni, ne gam
Cuma güzeldir yine de

Cuma güzeldir elbet
Bölük pörçük hatırlarsın mısralarını
Bölük pörçük bir hayal zihninde ona dair
Sesler, renkler ve ışık hep bölük pörçük
Sorsalar kimdi o
Kolay değil anlatamazsın
Cuma güzeldir elbet
Kendin bile inanmazsın

                    Cihan Erdönmez

26 Eylül 2013 Perşembe

Bir Fenerli Fatih Terim Olayında Ne Hisseder?

Fatih Terim'in Galatasaray futbol takımı teknik direktörlüğünden yine Galatsaray Spor Kulübü Yönetim Kurulu Kararı ile alınması olayını sağır sultan bile duydu, malumunuz. Olayın tüm detaylarını herkes ezbere biliyor, o da malumunuz. Fatih Terim "dönüşüm muhteşem olacak" mesajını vererek Aysal'a son sözünü söyledi, bunu da biliyorsunuz. Bilmediğiniz şey ise bütün bunlar olurken bir Fenerlinin ne hissettiği. Evet, tek Fenerli ben değilim elbette koca dünyada. Ama diğer Fenerlililerden biraz farklı olduğumu düşünüyorum. Şöyle ki;

Futbola olan ilgimi uzun yıllardır asgari düzeye indirmiş bir Fenerliyim ben. Futbolu sarımsaklı mantıya benzetişim, bildiğim kadarıyla bana özgüdür. İkisi de özünde çok keyiflidir ama sonrasında ağızda bıraktığı tat ve koku felaket. Yani, sahada oynanan oyunla ilgili bir sıkıntım yok ama geri kalan her yönü bana pek uygun değil. Bu nedenle en son futbol maçına, yani bir stada gidişim asosyal bir teenager olduğum dönemlere denk geliyor (şimdi 43'üm). Herkesin merakla takip ettiği futbol maçlarının sonuçları hakkında çoğunlukla şu üç yolla bilgi sahibi oluyorum:

  1. Maçı  yayımlamayan TV kanallarının sağ ya da sol üst köşede verdikleri anlık maç skorlarından.
  2. Alt katta oturan ve muhtemelen Galatasaraylı olan komşumun hoplayıp zıplamalarından yola çıkarak yaptığım tahminlerden.
  3. Ve elbette ki gol sonrası patlayan silahların gürültüsünden.
Yaşamımda futbolun bıraktığı boşluğu başta basketbol, voleybol, Formula 1, Moto GP, tenis, bisiklet ve snooker (bir tür bilardo) olmak üzere muhtelif sporlara duyduğum ilgi ile doldurmaya çalışırım. Kısacası bildiğiniz Fenerlilerden biri olmasam da kanarya, sarı, lacivert, beyaz, yeşil, 1907 gibi şeylerden olağanüstü etkilendiğimi ve bu tür şeylerin kalp atışlarımı hızlandırdığını da itiraf etmeliyim.

Lafı fazla uzatmadan gelelim konunun özüne. Yukarıda özetlediğim gibi bir Fenerli olarak Fatih Terim olayı sonrasında neler hissettiğimi özetlemeye çalışayım:

  1. Elbette öncelikle sinsi bir gülümsemenin eşlik ettiği mutluluk. Ee, ne de olsa karşı cephede kargaşa var. Hep bizde olacak değil ya! Az mı çektik 3 Temmuz'dan buyana.
  2. Sonra hafif kaygıyla karışık haset durumu; Amma da büyüttüler, imparator aşağı, imparator yukarı. Dedikleri kadar da büyük değil canım bu adam!
  3. Hem o da Aysal'ın kendini istemediğini bilmiyor muydu? Bizim Kocaman gibi alıp ceketini gitseydi efendi efendi.
  4. Gene de iyi oldu iyi. Adamlar dördüncü yıldıza doğru gidiyordu. BJK'nin de ipini çektiler. Bunlarla yarışmak yine bize kaldı.
  5. Yalnız bu Aysal ve onun gibiler, liseliler mi ne, çok elitistler canım! Burunlarından kıl aldırmıyorlar.
  6. İyi de Fatih Terim'de de ciddi kişilik sorunları var. Adam dünyanın merkezinin kendisi olduğunu sanıyor. Herkese ayar, herkese fırça. Hele o Mehmet Ağar'la ilişkisi. Bu kadar da olmaz ki!
  7. ...
Durun yahu! Ben ne yapıyorum böyle? Birdenbire iğrenç bir sarımsak kokusu sardı ortalığı. Temiz havaya çıkmak lazım. Hava da güzel. Atla bisiklete, sahil yolu. Ooooh, misss!

23 Eylül 2013 Pazartesi

Futbol Kültüründen Demokrasi Çıkmaz



İnsanın inanası gelmiyor olanlara. Ama inanmak istemediklerimizi iki gün sonra unutup hayata kaldığımız yerden devam ediyoruz.


17 Eylül'de yazmışım İstanbul'da olimpiyat düzenlenmesine neden karşı çıktığımı; bu kentin değil ama bu kentte yaşayanların olimpiyatı neden hak etmediğini. Aradan bir hafta geçmedi. Dün (22 Eylül) akşam oynanan Beşiktaş-Galatasaray maçında yaşananlar, bunu söylemek mutlu etmese de, haklılığımı bir kez daha ortaya koydu. Aslında yaşadıklarımızı çabuk unutmak gibi bir özelliğimiz olmasa, yani "hafıza-ı beşer nisyan ile malüldür" sözünü söyletmesek kendi kendimize, dünkü vehamete gelene kadar pek çok olaydan ders çıkarıp önemli adımlar atardık şimdiye kadar.

Elbette dün yaşananların öncekilerden farkı vardı, bunu biliyorum. Mayıs sonunda başlayan Gezi eylemlerinin toplumda yarattığı etki, mevcut iktidarın bu etkiye karşı almış olduğu tavır ve büyük ölçüde demokratik taleplere dayalı protestoları bastırabilmek için açtığı çok boyutlu savaş. Öyle görünüyor ki dünkü olaylar da bu savaşın yeni bir halkası.

Hepimiz Gezi eylemlerinde ve sonrasında oluşan süreçte Beşiktaş taraftar grubu Çarşı'nın üstlenmiş olduğu rolü biliyoruz. Adı geçen grubun sıradan bir taraftar grubu olmanın ötesine giderek geçmişte pek çok sosyal sorumluluk projesine adını yazdırdığının farkındayız. Gezi sürecinde de  Çarşı'nın adını sıkça duyduk. Beşiktaşlı olmayan pek çok kişinin de sempatisini kazandı Çarşı ve örneğin "Fenerbahçeliyim ama yükselenim Çarşı" gibi espirili destek sloganları da hızla türedi bu süreçte.

Dünkü olayların Kartallar 1453 adını taşıyan ve hükümet yanlısı gruplar tarafından Çarşı'ya karşı olarak oluşturulan bir başka taraftar grubu kaynaklı olduğuna yönelik pek çok işaret var. Muhtemelen soruşturmayı yürüten emniyet bu yöndeki işaretleri örtbas edecektir ama sosyal medya diye bir bela var ve gerçeklerin de ortaya çıkmak gibi bir huyu var eninde sonunda. Dolayısıyla Çarşı üzerinden Gezi sürecini karalama kampanyasının bir halkasını daha yaşamış olduğumuz aşikar gibi. Hükümet emrinde yayın yapan gazetelerin tek kalemden çıkmış bugünkü manşetleri de bu saptamayı güçlendiren bulgulardan. Her ne yolla olursa olsun sandıkta kazandığı halk desteğini pekiştirerek artırmak isteyen bir iktidarın yarattığı olağan sayılması gereken bir toplumsal tabloyla karşı karşıyayız anlaşılan. Sanırım önümüzdeki günlerde buna benzer başka pek çok durumla daha karşı karşıya kalacağız.

Buraya kadar bahsettiklerim pek çok insanın malumu aslında. Ama benim değinmek istediğim başka bir önemli nokta var. O da şu; iktidarın baskıcı ve dediğim dedik uygulamalarına karşı gelişen ve kısaca Gezi süreci adını verdiğimiz toplumsal hareketin ağırlıklı olarak Çarşı başta olmak üzere futbol kökenli grupların üzerine kalıyor olması. Dün geceden beri iktidar yanlısı cepheden Çarşı'yı hedef alan açıklamaların ardı arkası kesilmezken muhalif cepheden de Çarşı'yı yedirmeyiz sesleri yükseliyor. Kaygımı daha açık dile getirmem gerekirse; son derece haklı bulduğum ve desteklediğim Gezi sürecinin futbol tabanlı grupların üzerine kaydırılarak sulandırılması gibi bir tehlike ile karşı karşıyayız kanımca. Çarşı'ya saygım sonsuz. Ama toplumsal demokrasi talepleri, daha yalın bir söyleyişle antidemokratik uygulamalara tepki ve çağdaş demokrasi arayışları Çarşı ve benzeri grupları çok çok aşan bir olgu. Ve sanıyorum hükümet (iktidar) bilinçli olarak mücadeleyi bu yöne sürüklüyor. Çünkü onlar da çok iyi biliyorlar ki futbol kültüründen demokrasi çıkmaz.


22 Eylül 2013 Pazar

Ben Kağıttan Bir Kayığım

Ben kağıttan bir kayığım,
Coşkun akan bir ırmak; yol arkadaşım.
Her çağlayanda dağılır,
Her çağlayanda yeniden doğarım.
Engeller çıkar önüme kimi zaman;
Kocaman engeller.
Takılırım onlara,
Sevgiyle bağlanırım.
Sonra bir fırtına kopar durgunluğun ardına,
Irmak yükselir,
Irmak coşar,
Ben kaçarım.
Sessizliğimi
Küçük balıkların şen şarkıları süsler,
Dans ederler etrafımda.
Eşlik etmeye çalışırım onlara,
Gücüm yetmez; yorulur
Yaslanırım dağlara.

Ben kağıttan bir kayığım;
Öylesine zayıf, öylesine hassas.
Uçsuz bucaksız bir denizdir rüyalarım.
Yıldırmaz beni çağlayanlar, engeller,
Bıkmadan, usanmadan ona koşarım.
Coşkun akan bir ırmak; yol arkadaşım.

                            Cihan Erdönmez
                             25 Haziran 1997
                                  Tarabya

Bu şiir "Ben Kağıttan Bir Kayığım" adlı kitapta yayımlanmıştır.

21 Eylül 2013 Cumartesi

At

Gömülü resim için kalıcı bağlantı
Gözlerimdeki hüznü görseydiniz
Yok, yok
Keşke beni sevseydiniz

                             Cihan Erdönmez
                              28 Ağustos 2013
                                     Şirince

Beyaz Bisiklet

Beyaz bir bisiklet gibi
Kirlenmeden
Uçar gibi geçsem
Savaşın tünellerinden

                       Cihan Erdönmez
                        28 Ağustos 2013
                              Şirince

20 Eylül 2013 Cuma

Ey Özgürlük Geldinse Kadınlara da Görün!

Dr. Cihan Erdönmez

Başlar başlamaz şunu söylemeliyim; "Diğer insanları, canlıları, doğayı ve kültürel değerleri olumsuz etkilemeyen hiçbir eylemin yasaklanmasından yana değilim." Bu yazının ana konusunu oluşturacak olan ve bir türlü çözemediğimiz türban-başörtüsü ya da genel anlamda örtünme sorununa bakışım da bu doğrultudadır. O nedenle, bana soracak olursanız, herkes, sıfatı ve görevi ne olursa olsun, istediği kıyafeti istediği yerde giyebilmelidir. Bu kıyafet çarşaf ve burka da olabilir, bikini de!

Üst paragrafta da görüldüğü üzere konu ne zaman kıyafet özgürlüğü olsa, farkına varmadan ve hatta refleks olarak onu kadın kıyafeti üzerinden tartışmaya başlıyoruz. Ben kimsenin erkek kıyafetlerini, özgürlük perspektifinde tartıştığını görmedim bugüne kadar. Bence asıl sorun tam da burada yatıyor.

İki gündür gazetelerde, Balıkesir'deki bir okula atanan Türkçe öğretmeninin başörtülü, çarşafımsı kıyafeti üzerine haberler okuyoruz (İlginç bir not: Söz konusu okul bugünlerde CHP saflarında siyasete atılma hazırlıkları yapan gazeteci Can Ataklı'nın dedesi tarafından yapılmış ve onun adını taşıyor). Tepkiler, müfettişler ve elbette savunanlar. Bugün Ahmet Hakan da Hürriyet'teki köşesinde bununla ilgili bir yazı kaleme almış.

Kimse kimsenin kıyafetine karışamaz. Buna devlet de dahil. Nokta.

Ama bu, türban, başörtüsü, kadının örtünmesi konusunda hiçbir şey söyleyemeyeceğimiz anlamına gelmiyor elbette. Madem ki konu özgürlük ve madem ki özgür bir ülkede (!) yaşıyoruz, fikirlerimi paylaşmamda bir sakınca olmayacağı anlamına gelir bu!

Kadın niye örtünür? Malumunuz tüm Adem ve Havva görsellerinde her ikisinin de yalnızca cinsel organları yaprakla örtülüdür. Demek ki o bölgeyle ilgili bir örtme-örtünme ihtiyacı her iki cins için de var. Zamanla bu ihtiyaç giderek artmış olmalı. Bu artışta kanımca, hem soğuktan korunma hem de gelenekler ve inançlar etkili olmuş. Örneğin, soğuk olgusunun yaşanmadığı ve dünyadaki yaygın dini inançların görülmediği pek çok ilkel kabilede hem erkeklerin hem de kadınların Adem ve Havva'dan hallice örtünerek yaşamaya devam ettiklerini hepimiz biliyoruz. Bildiğimiz bir şey daha var ki, bugün dünyanın hemen her bölgesinde kadınların erkelerden daha fazla örtünmesi bekleniyor. Neden?


Bu soruya yanıt alabilmek için bir anektod paylaşmak isterim; Üniversitede öğrenciyim. İkinci sınıf. Su Ürünleri dersimiz var. Derse, saygıyla anayım, Prof. Dr. Tamer Öymen (o zamanlar sanırım doçentti) giriyor. Derste balıkların erkeğinin dişisinden nasıl ayırt edilebileceğini anlatırken şunu söyledi Tamer Hoca: "Erkeği dişisinden çirkin tek hayvan insandır. Çünkü hayvanlarda dişi seçicidir, erkek dişi tarafından seçilebilmek için daha gösterişli, daha güçlü ve doğal olarak daha güzel olmalıdır." Hoca haklıydı gerçekten de. Erkek arslanların yelelerinden geyiklerin boynuzlarına, tavus kuşunun ihtişamlı kuyruğundan papağanların renklerine kadar aklınıza gelen her örnek, hocanın cümlesini doğruluyordu. Doğada, hayvanlar aleminde, dişi, güçlü, güzel, ihtişamlı erkeği seçmek üzere programlanmıştı. Ancak bu şekilde sağlıklı ve güçlü yavrulara sahip olabilir, böylelikle türünün neslinin devamlılığı mümkün olabilirdi. Sağlıksız, zayıf ve çirkin erkekler çiftleşemezler ve böylelikle doğal bir seleksiyon meydana gelebilirdi. Hocanın yanıldığı tek bir şey vardı. O da insanın istisna olmadığı.

İnsanın da, diğer hayvanlar gibi, erkeğinin dişisinden daha güzel olduğunu, ön yargılarınızdan arınarak düşünürseniz rahatlıkla görebilirsiniz. Erkek bedeni, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde, kadın bedeninden daha kompakt, daha sağlam ve daha estetik durmaktadır. Yani ister yaradılışa inanın ister evrime, erkek, dişiler tarafından seçilip üreyebilmek için daha güçlü ve güzel bir bedenle donatılmıştır. Çağımızda evliliği düşünen her kadının öncelikle "bu adamdan iyi bir baba olur mu" diye düşünmesinin nedeni de onların sahip oldukları doğal seçme içgüdüsünün çağdaş yansımasıdır bana göre. Oysa erkek yalnızca çiftleşmeyi düşünür.

Peki, ne oldu da insan dünyasında işler tersine döndü. Yani seçici erkek ve seçilen kadın haline geldi. Olan şu; insan doğal bir varlık olmaktan kültürel bir varlık olmaya doğru hızlı bir dönüşüm geçirdi. Yalnızca kendi dönüşmedi, doğayı ve doğal olan herşeyi dönüştürdü. Bu dönüşümü gerçekleştirirken de, istisnasız olarak güç kullandı. Gücünün farkına varan insan kendinden daha güçsüz gördüğü herşeyi egemenliği altına almak, kendi amaçları için kullanmak istedi. Doğayı egemenliği altına aldı, güçsüz kabileleri egemenliği altına aldı, güçsüz toplumları egemenliğe altına aldı. İnsanlık tarihine bakın; o tarih aynı zamanda güçlünün güçsüzü ezme tarihidir. Ve güçlü erkeğin egemenliği altına aldığı güçsüz kadını ezme tarihi.

Herşeye, insana özgü bir bencillik ve kıskançlıkla sahip olmak ve kendi üstünlüğünü devam ettirmek isteyen erkek, zamanla kadının farklı olduğuna inanmak istedi. Bunun için pek çok gerekçe uydurdu. Bunların başında da kadın bedeninin erkeğinkinden farklı ve zayıf olması geliyordu. Zayıf kadını koruma bahanesiyle önce örttü sonra da yavaş yavaş toplumdan çekmeye, uzaklaştırmaya başladı. Zamanla bunu öylesine benimsedi ve özümsedi ki, önce geleneklerde sonra da inançlarda yer edinmeye başladı kadınının zayıflığı ve korunması gerekliliği. Bu da yetmedi, onu kötü ve kışkırtıcı ilan etti. Erkek, aslında masumdu erkek dünyasında. Ama kadın onu kışkırtabilir ve kötülüklere yöneltebilirdi. Onun için kadın herşeyden uzak tutulmalı, sokağa çıkmamalı, çıksa da hiçbir yeri görünmemeli idi. Saçının bir teli bile. Saçının bir teline bile (sözde) zarar gelmesini istemediğimiz analarımız, karılarımız, kızlarımız, kardeşlerimizdi onlar biz erkelerin.

Bugün çağdaş olarak nitelediğimiz pek çok ülkede 20. yüzyılın ortalarına kadar rasyonel bir seçim yapabilme yeteneklerinin bile olmadığı düşünülüyordu kadınların. Haklarını almaları, erkek egemen dünyaya karşı vermiş oldukları uzun ve yıpratıcı bir mücadeleden sonra gerçekleşti. Bu dediğim yalnızca dünyanın küçük bir bölümü için geçerli elbette. Dünyanın çok büyük bir bölümünde ve ne yazık ki İslam coğrafyasının neredeyse tamamında kadınlarla erkeler asla eşit değiller. Sanırım Suudi Arabistan'da kız çocuklarının bisiklete bile binmesinin yasak olması ne demek istediğimi daha net ortaya koyar.

Ya Türkiye? Cumhuriyet devrimlerine kadar tablo oldukça karanlık. Sonra hızlı bir modernleşme hareketi ve elbette buna yönelik tepkiler. Yaklaşık bir ay sonra Cumhuriyet'in 90 yılı dolacak. 90 yıllık Cumhuriyet'te, ülkemizde kızlarımız hala okula gönderilmeyebiliyor.  Ve ülkemizde onlar hala çocuk yaşta evlendirilebiliyorlar (satılabiliyorlar). Ve ülkemizde onlar hala defalarca tecavüze uğrayıp suçlu sayılabiliyorlar. Ve ülkemizde onlar hala eksik etek görülüyorlar. Ve ülkemizde onlar hala şiddete maruz kalıyor, sokak ortasında öldürülebiliyorlar. Ve ülkemizde onlara hala "yosma", "kuyruk sallamasaydı", "verici", "motor" ve söylemek istemediğim pek çok çirkin söz rahatlıkla söylenebiliyor. Erkekler, kendilerini üstün gördükleri ve bu üstünlüklerini kaybetmek istemedikleri için ellerini kadınların üzerinden bir türlü çekmiyorlar. Kadınlar baba, koca, kardeş, mahalle, köy, töre baskısı altında kıvrım kıvrım kıvranıyorlar ve biz ülkemizde, hala, bırakın kadınlar özgürce örtünsün diyoruz. Elbette kadınlar özgürce örtünebilmeliler. Ama peki ya örtünmek onların gerçekten özgür kararları değilse? Biz bu ülkede örtünmek istemeyen her kadının rahatlıkla örtülerini atabileceği sosyolojik, psikolojik ve yasal koşulları hazırladık mı? Devlet ve diğer sosyal kurumlar, olgular ve oluşumlar bu açıdan bütün kadınlara güvence verebiliyor mu?

Ben her kadının özgürce her istediğini yapabilmesi, her istediğini giyebilmesi ya da giymemeyi tercih edebilmesi tarafındayım. Ne devlet ne de bireyler buna karışamazlar. Bu ülkede örtünen kadınlara yönelik baskılar olmuştur ve muhtemelen de devam edecektir. Bunu desteklemek mümkün değil. Peki ama istemediği halde örtünmek zorunda kalan kadınlar için tavrımız ne? Peki ama özgürce seçimler yapabilecek olanaklardan mahrum bırakılan, erkek baskısı altında ezilen kadınlar için tavrımız ne?

Ey erkekler! Önce kadınları gerçekten özgür bırakın. Üzerlerinden çirkin ön yargılarınızı ve baskınızı çekin. Onlar gerçekten ama gerçekten özgür olsun. Sonra kim ne kadar örtüneceğine gerçekten özgür olarak kendisi karar versin. Hiç bir alanda özgür olmayan kadının örtünmesine özgürlük denilemez. Ama yine de saygı duymak zorundayız. Nokta.