Etiketler

Denemeler (12) Diğer (28) Makaleler (18) Şiirler (45)

8 Aralık 2014 Pazartesi

İzler

Seveceksen
Bir kitabı okur gibi sev
Geri dön tekrar sev
Bir daha sev, geç üstünden
Yorulunca, hatırlamak için kaldığın sayfayı
Kıvır ucumdan, korkma izi kalsın
Sokma aramıza ruhsuz ayıraçları

Seveceksen
Bir kitabı okur gibi, eski usul
Her bir sayfamda kıvrım izleri
Kokun uçar gider, bilirim
Söner gözlerindeki ışık
Zaman alıp götürür, bilirim
Hiç değilse izler kalsın senden geri.

7 Aralık 2014 Pazar

Kulak ve Göz

Kulaklarını aç
İyi dinle beni
Daha iyi duymak istresen
Işıkları kapat
Daha iyi görmek istersen
Gözlerini


28 Kasım 2014 Cuma

Şiir

Süslü
Ve anlaşılmaz cümlelerle
Bir akıl oyunuysa
Şiir sence
Basit
Ve sıradan cümlelerle
Kalbe dokunmaca
Şiir bence

Çingene

Yedirip içirdim oğlanı, sabah soğuğunda saldım okula
İlk iki ders bedenmiş, sonra din
Çocuk bu, haliyle ağzı kulaklarda
Kıçıma çekip dar bir pantol, İtalyan marka
Sırtıma da mavi, pahalı bir çanta
Düştüm kahpe İstanbul sokaklarına

Cepheden cepheye ordu gibi yürüyoruz
Metrodan metrobüse Ünalan'da
Yürüyen yol yapmış, sağ olsun Topbaş amca
Suratlar asık, başlar önde, rappa da rappa da rappa
-Bir tek yanımdaki kısa boylu, tombul bacaklı, şirin kız
Tıkıdı tık tık tıkıdı tık tık, bir sağdan bir soldan yalpalamakta
A be güzelim ne var, değer mi bu çileye
Beceremiyorsan giyme yedi sekiz santim hatrına?-

Derken karşıda, virajın az ötesinde
Yaklaşan gülüşler, kır çiçekleri gibi çınlamakta
Merak bu, "ileri bak!" komutu almış gibi
Kafaları kaldırdık, cenaze merasimi sanki, somurta somurta
Hepimiz topluca giderken biz aynı yöne
Onlar, bir bahar şarkısı gibi geçtiler yanımızdan tersine
Biri kucakta dört çingene çocuk, bir de anayla baba

Küçümseyerek bakış attık, acıdık, azıcık da ekşitip yüzümüzü
Sonra eğip başlarımızı öne, kulaklarımızda Frank Sinatra
Durmak yok, yola devam, rappa da rappa da rappa

24 Kasım 2014 Pazartesi

Zincir

Farklılıklarımız mı bizi birlikte tutan?
Yoksa aynılıklarımız mı aramızda duran?

Gel kucakla desem beni
Zaaflarım ve zayıflıklarım korkutur mu seni?
Gel oturalım desem, el ele
Çıkarıp silahlarını kılıflarından
Topunu, tüfeğini ve de o kamçı gibi dilini
Bırakır mısın yere?

Farklılıklarımız mı bizi birlikte tutan?
Yoksa aynılıklarımız mı aramızda duran?

11 Eylül 2014 Perşembe

BABAM

Daha küçücük, sümüklü bir oğlanken ben
Yılda çok değil bir ay görüp doyamadığım
Karşısında titrerken korkudan
Cesaret almak için arkasından ayrılamadığım
BABAM
Öfkeden kudurtan beni kimi zaman
Cılız ve kırılgan ilk gençlik yıllarımda
Kar gibi yağıp bazı bazı
Sonra bahar güneşi gibi ısıtan
Poyraz olup esen, meltem misali okşayan
BABAM
Dağları esir edip güçlü bedenine
Bir çocuğun  oynadığı gibi oynayan toprakla
Onu sevip onu özleyen;
"Ne olur bir parça da bize ver o sevgiden"
Ağlatan, güldüren, kıskandıran
BABAM
Dik durup hep ulu bir Karadeniz ladini gibi
Eğilmektense bir milim
Ölümü coşkuyla kucaklayan
Ve bir kasırga gibi titretip yeri
Bir tayfun gibi ıslatan
Ve görülmemiş bir deprem gibi yarıp toprağı
Sevgiliye koşar gibi koşan
BABAM

15 Temmuz 2014 Salı

BURÇ

Ve ilerledikçe insan
O kadar çok karaktersiz türedi ki
Bir zaman sonra, bilinmez niye
Burçları icat etti akıllının biri
Onlara bakarak da olsa
Her insanın bir karakteri olsun diye

14 Temmuz 2014 Pazartesi

BOMBA

Savaşa savaşa bitirince içlerindeki insanı
İnsansız hava aracı yapmak zorunda kaldılar
Atmak için kan kusan bombaları

10 Haziran 2014 Salı

ÇARESİZLİK

İstesen de söyleyemem
Söylesem de isteyemem
İstesem de söyle diyemem

27 Mayıs 2014 Salı

ACININ RENGİ

Her nerede zulüm var
Gaddarlık alıp başını gitmiş
Ezilenler, ızdırap, gülmeyi unutan çocuklar
Ve sen durabiliyorsan acının yanında rengine bakmadan
Ve kırpmadan gözünü dikilip zalimin karşısına
Adamsın
Yok eğer ayırıyorsan acıyı ve zalimi renklere
Ve gözyaşların akmıyorsa güz yaprağı gibi düşen gençlere
Koy adamlığı bir kenara dostum
Sen o kurşunu sıkansın

23 Mayıs 2014 Cuma

NAYLON TOP

Patlamış bir naylon top gibi ülke;
Delinmiş dört bir yanı,
Bantlarla yapıştırılmış sözde.
Uzaktan bakarsan normal belki,
Yaklaştığında görürsün;
Ne hava kalmış içinde ne de neşe.

21 Mayıs 2014 Çarşamba

KAVGA

Değişen profil resmi kadar
Beğeni almıyorsa davam
Beyhude mi dersin
Kavgayla geçen bu yaşam

17 Mayıs 2014 Cumartesi

ÜLKE ÖLÜR

Bir baba ölür
Babalar ölür
Çok babalar ölür
Yetim kalan çocuklar
Eşsiz kalan kadınlar
Ağlar
Ağlarlar
Çok ağlarlar
Yetmez
Biz de ağlarız
İçimizdeki hava boşalıp
Nefessiz kalana kadar
Gözlerimiz şişip
Kuruyana kadar göz pınarlarımız
Ağlarız
Ağlarız

Sonra
Bir adam çıkar
Mağrur, tepeden bakan
Şişen gözlerimizin içine baka baka
O ağlayan çocukların
O ağlayan kadınların diyarında
Olağan der
Olağan

Bir baba ölür
Babalar ölür
Çok babalar ölür
Ağlarız
Çok ağlarız
Acımız azalmaz belki
Yine de ayaklanırız zamanla
Hayat devam eder
Acıyla yaşamayı öğreniriz
Lakin
Ne zaman ki o adam
Olağan der ve dönüp gider
O zaman
Ülke ölür
Yok olup biteriz


15 Mayıs 2014 Perşembe

AK İLE KARA

Yaralanan madenci sayısı dört şehrin nüfusunu geçti
Madenci karadır
Emek kara
Karadır sanatçı
Bilim adamı
Esnaf
Evde çorba pişiren Zeliha
Ve bebek emziren Leyla
Hatta mizah bile kapkara
Vicdanlar karadır
Duygular kara
Karadır gözyaşları
Ve solduğun hava
Yutkunduğun tükürük
-Ki yutmayıp tükürsen o suratlara-
O bile karadır da
Bir tek onlar aktır
Onlar gücün sahibi
Sözün sahibi onlar
Bir tek onlar aktır
Ak ak ak
Pür-i pak


6 Mayıs 2014 Salı

Sevinme Kültürü Üzerine

Dünyanın en güzel duygularından biri sevinmek. Yalnızca duygu değil eylem aynı zamanda. Bizi mutlu eden bir olaya, bir habere, bir yeniliğe, bir gelişmeye verdiğimiz tepki. Üstelik insanlara has değil yalnızca. Bir köpeğin heyecanla kuyruğunu sallayıp bir o yana bir bu yana koşturması, atlayıp boynunuza, suratınızı ıslak ıslak yalaması mesela...

Ama insanız ya biz, her şeyi olduğu gibi onu da farklılaştırmalıyız illa. Gözlerimizi kapayıp sevinç duygusunu doyasıya yaşamak yetmiyor bize. Ya da sarılmak yanımızdakine. Bağırmakla böğürmek arası sesler çıkarmak, tuhaf el-kol hareketleri yapmak, bir yerleri ya da birşeyleri yumruklamak... Bunlar hemen bütün toplum ve kültürlerde gördüğümüz örnekler. Bir de toplumdan topluma kültürden kültüre değişenleri var. Çıkarıp belinden tabancayı havaya ateş açmak örneğin. Böylesine saçma, böylesine yoz, böylesine aptalca bir sevinç gösterisi olabilir mi? Sevinç bunun neresinde?

Elbette olayın sportif sevinç yönü de var diğer yanda. Belki de en sorunlu durum bu alanda. Hemen bütün branşlarda sezon tamamlanıp şampiyonlar belirlendiği için "homo sevinens" türünün, yani türümüzün yarattığı, doğada başka örneği görülmeyen olaylara da şahit olmaya başladık çok şükür. Önce Fenerbahçe futbol liginde şampiyon oldu, sonra Galatasaray kadın basketbol liginde ve bu iki kulübün taraftarlarının zerre kadar yaratacılık gerektirmeyen sevinç tablolarını izlemeye başladık. Her iki tarafın ortak paydası şu; Beni en çok sevindiren şey onu en çok üzecek şeydir. Tuttuğum takımın şampiyon olması sevinmem için gerekli koşul ama yeterli koşul değil, aynı zamanda ötekinin üzüldüğünü görmeliyim. Ve ötekini üzmek için birşeyler yapmalıyım.

Sevinmeyi diğerinin üzüntüsü üzerine kurgulamak. Diğeri dediğimiz de yalnızca tuttuğu takım farklı olan senin bir kopyan. Okulda sıra, işte masa arkadaşın; evde kardeşin, eşin, halan, dayın...

Komşun açken sen tok yatma düsturu olan bir toplumun sen üzülmezsen ben sevinemem kültürüne dönüşmesi. Neden, nasıl? Epey söz söylenir bu konuda, kimi doğru kimi eğri. Ama gerçek bu.

Bana eş dost tenisi neden bu kadar çok sevdiğimi soruyor. Kazanan oyuncu kaybedenin elini sıkıp onu teselli edecek, üzüntüsünü paylaşacak bir kaç kelime etmeden hakem maçı bitirmiyor da ondan.

20 Şubat 2014 Perşembe

ÇILGIN PROJE ÖYLE OLMAZ BÖYLE OLUR

Çılgın Proje öyle olmaz böyle olur – Dr. Cihan Erdönmez




Altı yaşımdayken İstanbul’a taşındık. Kısa süren İstanbul dışı görev ve çalışmaları saymazsak o gün bugündür İstanbul’da yaşıyorum. Şehrin boş arsalarında özgürce koşup saklambaç oynayabilen, derelerinden kurbağa toplayıp ağaçlarına tırmanabilen bir çocukluk yaşamış şanslı bir kuşaktan sayıyorum kendimi. Kolumu da kırdım, kafamı da yardım; futbolu sokaklarda, basketbolu kırık dökük park potalarında öğrendim.

Orhan Gencebay’ı, Hakkı Bulut’u külüstür dolmuşlarla liseye gide gele sevdim ben. Şehrin geri kalmış bir bölgesindeki semt sinemasında ailecek Ferdi Tayfur filmleri de seyrettik, arkadaşlarla parçalı filmler de. Orman Fakültesini kazandığımda daha 16 yaşımdaydım. Üç otobüs değiştirerek, soğuktan donarak kimi zaman, kimi zaman ter kokuları içerisinde üç saat yolculuk yaptım dersten önce ve de dersten sonra.

Vapurdan simit attım martılara. Onlar da bana şarkılar söylediler. Pink Floyd’u The Wall’la tanıdım. Ama hiç bağıramadım onlar gibi “Hey, teacher leave us kids alone!” diye. İlk sevgililerim İstanbul’da oldu. Rumeli Hisarı’nda el ele boğaza baktım onlarla. Bir simit bir çay fiyatına Ortaköy sokaklarında dolaştım. Cebimdeki son parayla Yeni Cami’de güvercin yemleyip Mavi Kart’la eve döndüğüm çok oldu.

Bankacı olup cebim para görmeye başlayınca İstanbul daha güzel olacak sanmıştım. Kafelerde yemek yiyince, sinemalarda Alaska Frigo alabilince daha mutlu olurum diye düşünmüştüm. Hem artık ikinci köprü de vardı. Olmadı. Asistan olup Tarabya’ya taşınınca da. Sanki bir şeyler kötüye gidiyordu hep. Bentlere doğru yürürken ya da bisikletle Yeniköy’e, merhem oluyordu yaraya, velakin eksiliyordu hep.

Ankara’nın karasında, yedek subay okulunda herkes uyurken uyumayıp ders çalıştım, sırf bu şehre geri dönebilmek için dereceye girerek. Selimiye Kışlası’nın kulelerinde tarihi yarımadaya bakıp şiirler yazdım bu sayede. Florance Nightingale’i anlatırken Japon hemşirelik öğrencilerine ya da İspanyol heyetiyle Ayasofya’da, beynimin bir köşesiyle hayaller kurdum durmadan. Güzel hayaller.
Ben hayal kurdukça, ben sevdikçe şehir büyüdü sürekli. Güzel olan her şeyi yutup semiren bir canavar gibi. Ne boş arsa kaldı oğlumun koşturabileceği ne kırık dökük basket potaları. Ormanları, parkları, tarihi sokakları, eski konakları, evleri, dut ağaçlı incir ağaçlı bahçeleri bir bir yok oldu. Yok yok! Yok olmadı, satıldı ona buna, aç gözlü rantçılara. Doyamadılar bir türlü, yeni yeni projeler ürettiler İstanbul’u bitirecek. İsim verdiler projelerine; Çılgın Projeler dediler.

Çılgın ha! Ne gelir aklınıza çılgın denildiğinde? Biraz muziplik, çokça zeka, farklı olan mutlaka, heyecan veren, eğlendiren, hoşa giden, güzel… Çılgın bir şarkı mesela, çılgın bir evlenme teklifi, çılgın bir parti ya da, çılgın tatil, çılgın yolculuk, çılgın hayaller, çılgın aşk, çılgın köpek… Hal böyleyken, bunlar, tuttular çıldırtan projelere çılgın projeler dediler. Kapasite yetmedi çılgın ile çıldırtan arasındaki farkı görmeye. Sanırsınız yemin ettiler bu şehri bitirmeye.
Ben de dedim ki kendi kendime, nasıl olurmuş çılgın proje göstereyim size, çılgın proje öyle olmaz böyle olur diye.

İşte Benim Çılgın İstanbul Projem: Dünyanın En Büyük Doğa, Tarih ve Kültür Parkı: İstanbul

Şaka mı sandınız? Ben hiç olmadığım kadar ciddiyim. Hiç olmadığım kadar.
İstanbul’da yaşamaya gerek yok, ara sıra gelenler bile bu koca şehrin bir uçuruma doğru sürüklendiğinin farkında.

Sözünü ettiğimiz bu coğrafyada 300 bin yıldır yerleşim var. 3 bin yıldır kent. Farklı uygarlıkların 1600 yıldan fazla başkentliğini yapmış, çeşit çeşit kültüre kollarını açmış yaşlı ama bir o kadar da dinamik bir yer, İstanbul.

Güneyinde bir deniz, kuzeyinde bir diğeri, arada inci bir gerdanlık, boğaz; doğusu bir kıta batısı bir başka. Ormanları, tepeleri, kıyıları, adaları, dereleri, florası, faunası…
Ve sürüklüyoruz onu hızla bir uçuruma!

Oysa yapmamız gereken, “yeter” demek değil mi bu sömürüye? Daha ne kadar insanoğlunun bitip tükenmek bilmeyen hırslarına kurban olacak bu şehir? Zaman artık onu korumak zamanı değil mi?
Bir sokağıyla, bir orman parçasıyla, bir köyüyle, şusuyla busuyla değil, bütünüyle koruma altına alınmalı İstanbul. Ve dünyanın ilk korunan kenti olmalı. Ama gerçek anlamda korunan; öyle milli park gibi, SİT gibi bir statüyle değil. Peki nasıl? Anlatmaya çalışayım dilim döndüğünce.

Öncelikle bir yasa çıkarılmalı; İstanbul’un Doğa, Tarih ve Kültür Parkı Olarak Korunması Yasası. Bu yasa kentin doğu-batı, Marmara-Karadeniz eksenlerinde hangi sınırlarda koruma altına alındığını açıkça ortaya koymalı. İkinci olarak belirtilen parkın yönetiminde sorumlu olan bir örgüt, bu örgütün yapısı ile yetki ve sorumlulukları bu yasada tanımlanmalıdır. Bu örgüt valiliğe ya da x, y, z bakanlıklarının taşra teşkilatlarına bağlı bir örgüt olmamalı; bunun yerine ilgili uzmanlardan oluşan kurul tipi bir yönetim organı ile idare edilen, bu kurula bağlı yeterli yönetsel birim, personel, araç-gereç ve bütçe olanakları ile donatılmış, idari yaptırım gücü olan, işlevsel olarak ilgili STK’lar ile meslek örgütleri tarafından denetlenen ve ayrıca yargı denetimine tabi olan bir yapı içermelidir. Bu örgütün hiyerarşik üstü ise ilgili bakanlıklar tarafından seçilen uzmanlardan oluşan bir koordinasyon kurulu olmalıdır.

Yeterince çılgın gelmediyse devamını okuyun.

Yasa, makul bir geçiş sürecinin ardından (on yıl olabilir), kent için zorunlu bazı ihtiyaçların karşılanması amacına dönük bir takım hizmetler (güvenlik, sağlık, ulaşım, gıda vb.) ile bilimsel (üniversiteler, araştırma kuruluşları), sanatsal ve kültürel etkinlikler hariç her türlü ürün ve hizmet üretimi ile ticari faaliyetin park sınırları dışarısına, ülkenin geri kalmış bölgelerine taşınmasını ön görmelidir. Bu faaliyetlerin niteliklerine ve işletme büyüklüklerine göre park sınırları dışarısına taşınma süresi farklılık gösterebilmeli ve yine makul bir üst sınırı (15 yıl olabilir) geçmemelidir. Bununla birlikte yasa, işletme sahiplerinin ve işgücünün zarar görmemesi için gerekli önlemleri (teşvik, vergi muafiyeti, hibe ya da düşük faizli krediler, işsizlik sigortası vb.) alacak düzenlemeleri içermelidir. Bu yolla saptanan üst sınır süresi sonucunda kent nüfusunun iki-üç milyon civarına düşürülmüş olması sağlanacaktır.

Azalan nüfus ile doğru orantılı olarak atıl duruma gelmiş endüstriyel tesisler, ticarethaneler, iş yerleri, konutlar vb. pek çok alanın mümkün olanları bilimsel, sanatsal, kültürel etkinlikler ile zorunlu hizmetlere tahsis edilmeli, geri kalanlar yıkılarak parklar, botanik bahçeleri, hayvanat bahçeleri, açık hava tiyatroları, spor tesisleri vb. haline getirilmelidir. Bütün bunlar yapılırken parkın doğal, tarihi ve kültürel değerleri mutlak olarak koruma altına alınmalı; hassas olan kaynaklarda hiçbir kullanım tipine izin verilmemelidir.

Bu kadar çılgınlık da yetmediyse devam edelim.

Azalan nüfus ve talep ile ilişkili yepyeni bir ulaşım ağı planlanmalı, bu ağ deniz ve raylı sistem ağırlıklı olarak bütünüyle toplu taşıma ve bisiklet üzerine şekillendirilmeli, zorunlu ihtiyaçlar dışında (güvenlik, sağlık vb.) motorlu araç kullanımına çok büyük kısıtlamalar getirilmelidir. Üçüncü köprü ve otoyol yapımı derhal durdurulmalı, yapılan kısımlar ile ikinci köprü yıkılmalı, TEM iptal edilerek doğaya geri kazandırılmalıdır.

Hasılı kelam, İstanbul gibi bir kent mutlaka ama mutlaka korunmalıdır. Nasıl mı? İşte böyle bir çılgın projeyle. Sakın bu adam çıldırmış olmalı demeyin. Hele de üçüncü köprüye, otoyola, yeni havaalanına, ardı arkası gelmeyen alışveriş merkezi ve rezidans inşaatlarına, yok edilen ormanlara, yerinden edilen zavallı yaban hayvanlarına, çocuklarımızın elinden alınan parklara, otomobil gürültüsünden başka bir şey duymadığımız sokaklara, aç gözlü rant şeytanlarına, geleceğimizi, çocuklarımızın geleceğini parsel parsel satanlara sesini çıkarmayanlar. Sizin ağzınızı bile açmaya hakkınız yok!

Ve gözümü kapatıp hayalini kurduğum İstanbul’u biraz olsun anlayabilenler, bir ucundan da olsa benimle aynı hayali paylaşabilenler. Önümüzde yalnızca iki seçenek var. İstanbul’un yok oluşuna seyirci kalmak ya da gerçekten çılgın projelere yelken açmak. Karar sizin, daha doğrusu karar bizim. Haydi!

Cihan Erdönmez


Dr. Cihan Erdönmez

DOKUNMAYIN ORMANCILIĞIN GENETİĞİNE

Dokunmayın ormancılığın genetiğine – Dr. Cihan Erdönmez

(Yeşil Gazete'de yayımlanmıştır)

Yaklaşık 28 yıl oldu; 1986 yılının yaz başlangıcında üniversite tercihlerimi yapıyordum ağabeyimle. O zaman ikinci basamak sınavına girmeden tercih yapılıyordu. Alacağımız puanı bilmeden, tahmin esaslı bir tercih olduğu için yelpaze hayli geniş tutuluyordu. Siyasal Bilgiler Fakültesinde okuyan ağabeyim istedi Orman Fakültesini yazmamı. Ne fakülteyi tanıyordum ne de Orman Mühendisliğini. Yazdım yine de, ağabey lafı dinledim. Sonuçların açıklandığı gazetede ÖSYM numaramın hizasında yazan kodun karşılığına baktım ilgili çizelgeden: “İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi Orman Mühendisliği Bölümü” yazıyordu. O an ne hissettiğimi hatırlamıyorum ama “ormanın da mühendisliği mi olurmuş” diye yapılan yarı açık yarı gizli dalga geçmeler, müstehzi gülümsemeler epey canımı sıkmıştı.

34 orman fak.

Sonradan öğrendim ki ormanın mühendisliği en eski mühendislik disiplinlerinden biriymiş. 1800’lü yılların başlarında Fransa ve Almanya’da başlayan bilimsel ormancılık öğretimi ülkemize geldiğinde takvimler 1857 yılını gösteriyor. Fransız ormancı Lois Tassy tarafından temeli atılan o okul bugün İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi adını taşıyor ve 157 yıldır ormancılık eğitimi veriyor. Bugünkü devlet ormancılık örgütünün kökeni ise 1839 yılında kurulan Orman Müdürlüğüne kadar uzanıyor. Tarihlerden birinin Tanzimat Fermanı (1839) diğerinin de Islahat Fermanı (1856) ile gösterdiği yakınlık Osmanlı’daki ilerleme arayışları ile ormancılık arasındaki ilişkiye de ışık tutuyor kuşkusuz.

33 622px-Ogm_yeni_logo

Tarihsel süreç içerisinde ormanların kontrolsüz bir şekilde yararlanmaya açık tutulduğu dönemden koruyucu önlemlerin alınmasına; geleneksel orman-toplum ilişkilerinden bilimsel yönetim anlayışına geçişin tetikleyicisi, önceleri sınırsız olarak düşünülen orman kaynaklarının bir sınırının olduğunun ve bu kaynakların giderek tükendiğinin anlaşılması olmuştur. Dolayısıyla hem ormancılık bilimi hem de ormancılık mesleği baskın bir “koruma” geninin etkisi altında şekillenmiştir. Orman kaynaklarından yararlanma talep ve arzularının ormanlara zarar vermesini engelleyen, elimizde kalan ormanların günümüze kadar gelebilmesini sağlayan, bin bir çeşit baskıya karşı ormancıyı ve ormanları dik tutan şey, ormancılık eğitimi yoluyla her bir ormancının bütün hücrelerine empoze edilen bu koruma genidir.

Brundtland KomisyonuOrtak Geleceğimiz” (Our Common Future) adlı raporunu açıklayıp Sürdürülebilir Kalkınma kavramını dünya gündemine yerleştirdiğinde takvim yaprakları 1987 yılını gösteriyordu. “Sürdürülebilirlik” temel bir ilke olarak o tarihten günümüze hemen bütün sektörlere monte edildi; sürdürülebilir turizmden sürdürülebilir tarıma, sürdürülebilir enerjiden sürdürülebilir ulaşıma kadar rengarenk programlar hazırlandı. Oysa ormancılık bu moda ilkeyi en az 200 yıldır biliyor ve kullanıyordu –ki, bu ileri görüşün altında yatan faktör de “koru, koru” diye ormancıların zihinlerine hiç durmadan baskı yapan malum gendi.

Muhafaza (Koruma) Ormanı kavramını Kurtuluş’un hemen sonrasında, 1924 yılında ormancılık mevzuatına sokan da, Milli Park kavramını 1956 yılında Orman Kanunu’na yerleştiren de sözünü ettiğimiz genden başkası değildi elbet. Nasıl olmasın? Ormancılığı ormancılık yapan, ormancıyı oduncundan ayıran bu genin ta kendisi değil mi? Korumayı bilmesek kesip kesip kullanmak için bize ihtiyaç duyarlar mıydı?

1980’lerin ikinci yarısı ve 1990’larda Türkiye özelleştirme ve küreselleşme rüzgarlarıyla doldurmuştu yelkenlerini. Bütün değerleri paraya çevirmek tek ve tartışmasız ilke haline gelmişti. Öyle böyle değil, ormancılara devlet ormanlarını satalım diye ders veren başbakan çıkardı bu ülke. İşini bilen memurlar ve köşe dönme sevdaları yeşermeye başladı orada burada. Yetmedi, siyaset denilen öğütücü gerçek ormancıları bir bir ezmeye, sistemin dışını atmaya başladı. Çıkardıkları yasalarla yetinmeyip nasıl ormancılık yapılacağını da öğretmeye çalıştı dev dişliler.

2000’li yıllar ise bir önceki dönemi mumla aratmaya başlattı. Ormanı orman olarak korumaktan başka her yol mubah oldu. Her yol! Orman yol oldu, orman taş ocağı oldu, orman üniversite oldu, orman otel oldu, orman havaalanı oldu, orman kanal oldu, orman şehir oldu, orman çöplük oldu… Bir tek orman olamadı, orman kalamadı orman. Doğal ormanların göğsüne hançerler saplandı, korumayı, yaşatmayı unutup taneyle dikilen ağaç çevreciliğine(!) terfi ettik top yekün. Ormanla ağaç arasındaki derin uçurumu göremedik ne yazık; yuvalarımızı yıkıp birer birer, tuğla verdiler karşılığında, kandık.

Belki de en kötüsü GDO (Genetiği Değiştirilmiş Ormancı)’ların ortaya çıkması idi bu süreçte. Korumayı itip bir kenara “kullan, ne olursa olsun kullan” şiarının büyüsüne kapılan ormancılar görmeye başladık. Sanki ekonomist azmış gibi ekonomist gözüyle bakan, sanki müteahhit azmış gibi müteahhit gibi davranan, sanki tüccar azmış gibi tüccar hesabıyla çalışan ormancılar.
Bu tip ormancılar belki sınıf arkadaşlarım, belki de öğrencilerim. Henüz azınlıktalar, bunu da biliyorum. Yine de kaygılanıyorum, ne yalan söyleyeyim. Bundandır belki, yol yakınken uyarmak istiyorum meslektaşlarımı:

Açın ve fazla değil iki satır en çok, okuyun mesleğinizin köklerini. Dünyanın neden böyle bir mesleğe ihtiyaç duyduğunu hatırlayın. Öncelikli görevinizin korumak, ne pahasına olursa olsun korumak olduğunu unutmayın. Ekoloji biliyor olmanızın, ekosistem kavramını anlamınızın, o sistemdeki etkileşim mekanizmalarının sonuçlarını görebilmenizin hakkını verin. Bir gün, bir hafta ya da bir yıl sonrasına değil yüz yıl sonrasına bakmak, yüz yıl sonrasına şekil vermek için eğitildiğinizi aklınızın bir köşesinde tutun hep. Alexandre Stheme’in, Hoca Ali Rıza’nın, Bernhard’ın, Heske’nin, Mazhar Diker’in, Esat Muhlis Oksal’ın, Fehim Fırat’ın, Selahattin İnal’ın ve yazarak bitiremeyeceğim onlarca yerli ve yabancı hocanın kemiklerini sızlatmayın.

Eleştirilseniz de, baskı da görseniz, misyonunuzun korumak ve geleceğe, çocuklarımıza değil torunlarımıza aktarmak olduğunu bilin. Bugüne değil geleceğe. Ve sakın! Sakın dokunmayın ve dokundurtmayın ormancılığın genetiğine.

35 Cihan Erdönmez


Dr. Cihan Erdönmez

9 Şubat 2014 Pazar

SUÇ KİMDE?

Herkesin yaşamında hatırladıkça büyük utanç duyduğu, yüzünün kızardığı, unutmak için çaba harcadığı anlar vardır. Ne var ki, o anları unutmak olanaklı değildir asla. Bin bir güzel hatıra saklanır bir köşeye, her öz değerlendirmede o anlar liste başı olur hep.

Ülkeler, uluslar da insanlar gibidir. Ulusların da bu tür yüz kızartıcı hatıraları olur. Kimileri temelsiz bir milliyetçilik duygusuyla bu hatıraları gizlemeye ya da allı pullu kaftanlara sarmaya çalışsa da, tarihin keskin sayfaları utançları utanç olarak kaydeder ve gelecek kuşaklara bütün çıplaklığıyla sunar.

Bana öyle geliyor ki Türkiye böylesi bir utanç dönemini yaşıyor bir süredir. Uzunca bir süredir hatta.
Şunun şurasında bir solukluk demokrasi tarihimiz var ve o tarih şimdiden yalanlar, yolsuzluklar, adaletsizlikler tarihi oldu. Gerçeğin ve doğrunun bu derece değersizleştiği, yalanın ve kandırmacanın bu derece geçer akçe olduğu, prim yaptığı bir dönem elbette bu ülkenin tarihine siyah harflerle, utanç dönemi olarak yazılacaktır.

Sanırım burada asıl sorgulanması gereken konu kandıranlar değil kananlar. Demokrasiyi yalnızca biçim açısından ele aldığımızda çoğunluğun isteklerinin egemen olduğu bir düzen yaratır. Çoğunluğun isteklerinin nasıl şekillendiğidir aslında demokrasinin özü ve genellikle kimse buna bakmaz. Hal böyle olunca "oy" kutsallaşır ve o "oy"a çeşit çeşit kandırmacayla sahip olan da kendini kutsal ve dokunulmaz olarak görmeye başlar.

Yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için "oy"un elbette çok değerli olduğunu vurgulayalım. Sorun "oy"un "oyun"a bu kadar kolay kanıyor olması aslında. Kanımca utanç verici olan da bu. Yoksa her ülkede oayunbazlar olur, olmalıdır da belki, gerçeğin yanlış karşısındaki erdemini anlayabilmek için.

XXX
Ergenekon mahkemesi'nde savunma yapmak suç oldu!

Bilginin bu kadar kolay yayıldığı bir çağda gerçekler nasıl olur da bu kadar kolay karartılabilir? Aslında gerçekler hep ışık saçar. Asıl mesele insanların yüzünü karanlık yerine ışığa çevirebilmektir. İnsanların yüzünü ışığa çevirme sorumluluğu aydın sorumluluğudur. Aydın, yalnızca dibine ışık veren bir mum gibi olursa gerçek aydın değildir. Gerçek aydın bir deniz feneri gibi doğru ile yanlış, iyi ile kötü, tehlikesiz yol ile tehlikeli yol konusunda uyaran, yol gösteren, ışık tutan, kısaca aydınlatan kişidir. Türkiye'nin sorunu bir halk sorunu değil aydın kitlenin sorunudur. Türkiye'nin sorunu halktan kopmuş, halkın sorunlarından uzaklaşmış, kendi çıkarını ve geleceğini her şeyin üstünde tutan aydınların; bilim adamlarının, öğretmenlerin, sanatçıların, yazarların, araştırmacıların, din adamlarının sorunudur. Elbette istisnalar var. Elbette aydın sorumluluğunu layığıyla yerine getirenler var. Ne yazık ki çoğunluğu oluşturmuyorlar. Yalnızca bugün mü? Maalesef geçmişte de. Ne diyordu Karaosmanoğlu'nun Yaban'ında sığındığı köylüden tiksinen Türk aydını Ahmet Cemal;

"Bunun sebebi, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve bu yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinme hakkını kendinde buluyorsun."

O halde sormaya gerek var mı, bunca "oy" bu kirli "oyun"a geliyorsa suç kimde diye?

24 Ocak 2014 Cuma

AZİZ YILDIRIM ARTIK BENİM DE BAŞKANIM

Bu sabah uyandığımda aklıma gelen iki şey oldu gözümü açar açmaz. Oğlumun karne alacak olması biri, öbürü de Avustralya Açık'ta oynanacak Federer-Nadal maçı.

Okula bıraktım biriciğimi, çekildim bir köşeye, istemeye istemeye haberleri gözden geçiriyorum. İstemeye istemeye, çünkü içimi açan haber bulmak neredeyse imkansız.

Yolsuzlukların üstü neredeyse kapanmış, devlet devlet olmaktan çıkmış; paraleli bir yandan diktatörü öbür yandan, kuraklık, iklim değişikliği, savaşlar, çatışmalar, afetler...

Ve bütün bu kargaşanın içinde, hala Aziz Yıldırım'a, onun üzerinden Fenerbahçeme vurmaya çalışanlar.

Peşin peşin söyleyeyim, tekrar tekrar hem de, bu ülkenin sporunda hele hele futbolunda şike ve başka türlü ahlaksızlıkların olmadığını söyleyecek kadar saf birisi değilim. Asıl mesele bu değil bence. Mesele bu olsaydı eğer ve 3 Temmuz'dan buyana yaşananlar Türk sporunu temizlemek için atılmış hukuk kuralları içerisinde kalan adımlar olsaydı diyecek tek bir sözümüz olmazdı elbette.

Bugün herkes yargılama sürecindeki hukuk ihlallerini açıkça görebiliyor. Bugün. Dün görünmüyor muydu bu ihlaller? Ergenekon'daki, Balyoz'daki, Oda TV'deki ihlalleri gören akıllı gözler Fenerbahçe operasyonundaki ihlalleri neden görmediler? Renk körlüğü yüzünden mi? Acaba buradan bana bir pay çıkar mı demek, belki bir kupam olur diye düşünmek, çok fark açtı Fener böylelikle tökezler diye düşünmek, bu ve buna benzer nedenlerle "rakibim de olsa yargılama adil olsun" demek yerine yangına odun taşımak en az şike kadar büyük bir ahlaksızlık değil miydi?

Aziz Yıldırım özelde Fenerbahçe genelde Türk sporu için çok şeyler yaptı. Ben şampiyonluklara bakmam; ama tesisleri, amatör sporlara olan desteği, olimpiyat sporcularını görmezden gelemem. Başarılı mı Aziz Yıldırım? Kesinlikle. Diyecek hiçbir şeyim yok. Ama Aziz Yıldırım bir Fenerbahçeli olarak benim başkanım olmadı hiç. Hep rahatsız etti beni; tepeden bakan tavırları, rakibi küçümseyen üslubu, hep ön planda olma isteği, muhaliflere yönelik demokratik olmayan eylemleri...

Adil olmasa da yargılama sırasında hep dik durdu. Hapis yattı ama el etek öpmedi. Fenerbahçe'nin gücünü de aldı arkasına ve savaştı. Yine de başkanım diyemedim.

Hapisten çıktı. Ver Fenerbahçe'yi bize rahat bırakalım seni dediler. Satmadı. İktidar yalakası olsa belki herşey çok değişik olacaktı. Çıktı kürsüye "Atatürk ve Cumhuriyet" dedi. Ezdi geçti yalakaları. Başkanım diyemedim ben yine de.

Hüküm kesinleşti. Yurt dışındaydı. İstese gelmezdi. Az mı sanki kaçan? Kaçmadı. Atladı uçağa hapis yatmaya geldi. Boş bir laftı "Dar ağacında olsak son sözümüz Fenerbahçe." O bu sözü gerçek yaptı.

Dün Fenerbahçe-Panathinaikos basketbol maçında salondaydı. Başka hiçbir kulübün hayal edemeyeceği dünyanın en müthiş spor salonlarından birinde, eserinde, Avrupa'nın en müthis basketbol takımlarından birini, Fenerbahçe'yi gururla izliyordu. Gözlerinde gururu, mücadeleyi, inatçılığı ve Fenerbahçe sevgisini gördüm. "Başkanım" dedim kendi kendime. Başkanım.

21 Ocak 2014 Salı

Eskilerden Bir Şiir

Işıksız bir aydınlık
Gözlerimin tam ortası
Sessiz bir çığlık
Dileklerimi yansıtan haykırışlarım
Issız engin bir deniz
Kalbime sığdırdıklarım
İfadelerim
Güçlü zayıflıklarım
Kargaşam, çaresiz dermanlarım
Aradıklarım bulamamak üzere
Hoşlandıklarım elimde olmayan
Sevdiklerim doyamadığım
Ve ideallerim
Varmadan yolun ortasında
Görüyorsun ya işte
Bu benim ben
Anlayamadığım

                               10 Temmuz 1995
   

17 Ocak 2014 Cuma

GİT VER O KUPAYI BÜYÜK FENERBAHÇE

Çocukluğumdan beri kendimi Fenerbahçeli bilirim. Ve uzun yıllar Fenerbehçe'yi bir futbol takımı olarak bildim.

Sonra, zamanla, sporu tanıdım. Futboldan farklı olan sporu. Gerçek sporu. Fenerbahçe sevgisinden uzaklaşmadan sporsever olmaya başladım; sanırım oldum da.

Bugün futbol benim için sosyolojik bir olay olmaktan öte bir anlam taşımıyor. Spor kesinlikle değil. Spor adına ona bağlanıp fanatikleşenler için gerçekten üzülüyorum. Biricik oğlumu, başka pek çok kötü şeyden korumaya çalıştığım gibi bu duruma gelmemesi için de koruyorum. O da benim gibi seviyor Fenerbahçe'yi.


Sevdiğimiz ve büyüklüğünü kıyaslama ihtiyacı hissetmediğimiz Fenerbahçe üç yıldan uzun süredir şike denilen kara lekeyi üzerinde taşıyor. Bugün Yargıtay kararını vermiş; Fenerbahçe şike yaptı diye buyurmuş. Şeriatın kestiği parmak acımaz.

Ben Türkiye'de spor ahlakının olduğuna hiç inanmadım. Hele futbolda. Kim neye inanır bilmiyorum; ama ben şikenin olduğuna inanıyorum. Bu inancım hukuk alt üst edilerek toplanmış delillere dayanmıyor elbette. Ne bir satır tape okudum ne de konuyla ilgili gazete haberlerini.

Kendini taraftarlık duygularından arındırabilmiş aklı başında her insan şike davasının yönlendirilmiş bir operasyon olduğunu görebiliyordu rahatlıkla. Yargının gerçekten bağımsız ve tarafsız olduğunu zannedecek kadar saf değildik. Bugün daha çok insanın kabul ettiği bu gerçeği geçmişte de görmek mümkündü. Yalnızca akıl gözüyle bakmak yeterliydi. Ama bu bakış açısına sahip olmamız, şikenin bütünüyle uydurma, bir hayal ürünü olduğunu sanmamızı da gerektirmiyordu. Taraftarlıktan ve tarafgirlikten sıyrılıp, yine akıl gözüyle bakıldığında bu da açıkça görülüyordu. Şikenin, teşviğin ve adına her ne denilirse, spor etiğine uymayan eylemlerin uçuşup gittiği bir ortamda kurban olarak Fenerbahçe seçilmiş, senaryo yazılmış, rol paylaşımı yapılmış ve oyun sahnelenmeye başlanmıştı.

Farklı sahnelerde farklı kurbanlar için oynanan oyun Kadıköy sahnesinde Fenerbahçe üzerine kuruldu. Son perde de bu gün oynandı.

Diğer sahnelerde diğer kurbanlar acı çektiler, çekmeye devam ediyorlar. Fenerbahçe ailesi olarak biz de çektik ve çekmeye devam etmeliyiz. Çünkü, her ne kadar bu ülkede hukuk denilen şeyin hukuk olmadığını bilsek de ona saygı duymak zorundayız. Bugün birilerinin yaptığı gibi hukukun üstüne çıkmaya çalışmamalıyız. İçinde hak olmayan hukuka saygı duyup, mücadeleye devam etmeliyiz.

Git ver o kupayı Büyük Fenerbahçe. Kim almak istiyorsa alsın. Ve ben de, müzesinde hiç kupa kalmasa da, oğluma neden Fenerbahçe'nin hep en büyük olduğunu ve böyle kalmaya devam edeceğini anlatmaya devam edeyim. Çünkü İslam Çupi'nin dediği gibi;

 "Fenerbahçe büyüklüğü ne şampiyonluk büyüklüğü, ne kupa büyüklüğüdür. Onun büyüklüğü başka bir büyüklüktür işte, adı konamaz."

Ve son zamanların en güzel tezahüratında dendiği gibi;

ALİ İSMAİL KORKMAZ FENERBAHÇE YIKILMAZ

14 Ocak 2014 Salı

KÜÇÜK KAÇIŞLAR

Türkiye'de, dünyanın bu en güzel coğrafya parçalarından birinde yaşamak her geçen gün zor ve hatta olanaksızlaşıyor.

Köklerinde onlarca farklı uygarlık, onlarca yüzlerce farklı kültür barındıran bu topraklarda, Mevlana'dan Yunus Emre'ye Hacı Bektaş'tan Pir Sultan'a bin bir güzel kaynağın suladığı bu bahçede ortaya çıkan sentez bu mu olacaktı?

Binlerce yıl çeşit çeşit badire atlatmış Anadolu halkının layık olduğu tablo bu mu olmalıydı?

Spordan sanata, bilimden siyasete halimize bakın;

Yolsuzluk,
Çeteler,
Kasetler,
Ayaklar altına alınmış hukuk,
Hoşgörüsüzlük,
Sevgisizlik,
Kumpaslar,
Kavgalar,
Tehditler,
Çıkar çatışmaları,
Yalanlar ve iftiralar,
Sahtekarlık ve dolandırıcılık,
Farklı olan her şeyi ezme ihtiyacı,
İnanç tacirliği,
...

Hani mideniz korkunç bulanır, öğürüp kusmak, atmak istersiniz içinizdeki zehiri ama başaramazsınız bir türlü. İşte öyle bir ruh hali...

Yüzyıllar önce sorduğu gibi Montaigne'in sorarsınız kendi kendinize;

Nasıl özgür kalabilirim?

Ve daha yüzyıl geçmeden üzerinden, Stephan Zweig gibi göçüp gitmek istersiniz bu dünyadan. Çünkü bilirsiniz ki, kaçsanız da uzaklara kovalayacaktır vatanınızın sorunları sizi, bir kene gibi yapışacaktır size, unutamayacaksınızdır.

Kol kanat germeniz, büyütüp yeşertmeniz gereken, çiçekler açtırmanız gereken fidanlarınız gelir aklınıza ardından. Ayakta kalmak zorundasınızdır.

Kaçacağınız, yalnızca size ve sevdiklerinize ait izole alanlar yaratmak zorunda kalırsınız zorunlu olarak. Oraya, oralara kirli hiç bir şeyi sokmaz, hastalıkları bulaştırmazsınız.

Kimi zaman o alan, Üsküdar vapurundan martılara simit atmaktır yahut bir sokak köpeğinin başını okşamak ya da Kız Kulesi'ne karşı bir şiir kitabının sayfaları arasında kaybolmaktır kimi zaman. Oğlunuzu kucaklamak, karınıza bir hediye almak ya da ne bileyim Eurosport'ta bir tenis maçı izlemektir bazen de o kaçış alanı. Dost sohbetleri, annenin hatırını sormak telefonda, blogunuza iki satır karalama düşmek, kulaklığınızda en sevdiğiniz şarkılar bisiklete binmek Bostancı sahilinde belki de...

Yaşayamazsınız bu ülkede aklınız hala başınızdayken başka türlü. Bu pisliğin içinde ayakta kalmak kolay değil maalesef. Geleceğe dönük umutlarımız bir, bir de küçük kaçışlarımız; Elimizde başka neyimiz kaldı ki?

13 Ocak 2014 Pazartesi

İSTANBUL'DA MARTI OLMAK


Istanbul,marti,deniz ve Bogaz - Eminonu, Istanbul
Simit attım martılara bir vapurdan dün
Şarkılarla teşekkür ettiler bana
Büyük beyaz kanatlarını
Kah boydan boya açıp
Kah kapatarak ahenkle
Yükselerek ve alçalarak
Dans ettiler etrafımda


Gözlerine baktım martıların
Kavgacı bir öfkeden
Ya da canhıraş bir telaştan eser yoktu
Usulca parlayan bir yıldız gibi bakıyorlardı
Ne kendilerini anlatmaktı bizlere
Ne de anlamaktı dertleri
Biz zavallı insanları

Bir parça simit uzatıp elimle
Öylece bekledim gelip biri alsın diye
Hiç biri gelmedi, hiç biri güvenmedi bana
Elbette haklıydılar
Yüzyılların birikimiydi bu güvensizlik
Kimse martıları suçlamasın
Onların güvenini biz kaybettik



7 Ocak 2014 Salı

MASUM ETİKETİ

Kazaklar pantolon içine sokulurdu
İlk gençliğimde benim
Fotoğraflar olmasa
Belki de hatırlamayacağız
Duygularımızı içimize gömdüğümüz o günleri
Sereserpe yayılmazdı hiçbir şey ortalığa
Korkarak bakar
Ses çıkarmadan konuşurduk
Bir suçluluk hali hep üzerimizde
Kene gibi yapışır emerdi kanımızı
Oysa masumduk hepimiz
Bir suçluluk hali hep üzerimizde
Ürkek, korkak bir nesildik biz
Masumduk ama
Suçlu etiketi üzerimizde

Büyüdük şimdi
Kirlettik koca dünyayı
Nerde ürkme, korkma nerde
Kirli değilmiş gibi alınlar
Başlar hep dik
Sere serpe dolaşıyoruz
Masum etiketi üzerimizde

2 Ocak 2014 Perşembe

Ben değişmesem sen değişmesen...

İşte yepyeni bir yıl daha!

Her yeni yılı karşıladığımız gibi bunu da güzel dileklerle karşıladık.

Sağlık, huzur, refah, barış, kardeşlik, dostluk...

İyi de yeni yıl dediğimiz şey tarih satırında değişen bir rakam yalnızca. Tarih satırının en sağına değil de sol tarafına doğru bakarsanız, 24 saatte bir rakamlardan biri değişip duruyor sürekli. Neden en sağdakinin değişmesine bu kadar çok anlam ve hatta sorumluluk yüklüyoruz? Küçücük bir rakamın değişmesiyle büyük değişimler arasında kurduğumuz bu anlamsız ilişkinin kökeni neye dayanıyor?

Büyük ozan Nazım Hikmet ne diyor Kerem Gibi şiirinde;


Kül olayım Kerem gibi yana yana.
Ben yanmasam sen yanmasan biz yanmasak,
Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa...

Ozanın sorusunu şöyle sorsak mesela:

Ben değişmesem sen değişmesen biz değişmesek nasıl gelir barış, dostluk, kardeşlik dünyaya?

Tamam, biliyorum hepimiz masumuz kendimizce. Sorun bizde değil, sorun hep bizim dışımızdakilerde.

Öyle mi gerçekten de?

Akademik çalışmalarım gereği çevre sorunları ile ilgili çok şey okudum. Bunlar arasında sloganlar da vardı. En çok hoşuma giden slogan -ki, aslında slogan yerine ilke de denilebilir- şuydu:

"Küresel düşün yerel hareket et."

Aynı mantıkla şunu söyleyebilir miyiz?

Birey değişmeden dünya değişmez.

Emin olun sizdeki küçük bir değişim yakın çevrenizden başlamak üzere silsile halinde bir değişim dalgası başlatacak ve sonuçta büyük bir değişime dönüşecektir. İnanmıyorsanız deneyin, ne kaybedersiniz ki?

Elbette sözüm kusursuz, mükemmel insanlara değil. Onlar sakın alınmasınlar. Haşa! Onlara ben ne diyebilirim ki? Birer kusursuzluk abidesi olarak sonsuza dek aynı kalmalı onlar.