Çocukluğum
türlü macera ve kahramanlık filmlerini izleyerek geçti. Tek kanallı siyah-beyaz
televizyon yıllarında, akşam başrolünde Cüneyt Arkın ya da Kartal Tibet’in
oynadığı bir film varsa eğer içim içime sığmazdı. Zaman zaman okullara sinema
gelirdi ki (evet benim kuşağım okullara sinema gelmesinin anlamını bilir), işte
o günler tamamıyla şölen havasında geçerdi. Düşünsenize, hem dersler kırılmış
olacak hem de en sevdiğimiz arkadaşlarımızla Kara Murat serisinden bir filmi
bilmem kaçıncı kez keyifle izleme fırsatı bulacaktık. Çocukluk işte!
Sanırım çocukluktan biraz daha ileri yaşlardaydım Robin Hood
ile tanıştığımda. Hani şu Sherwood Ormanı’nın esrarengiz kahramanı. Zenginden
alıp yoksula veren. İngilizce tabiri ile “robbing from the rich and giving to
the poor.” Çok değil iki hafta önce bu yazıyı kafamda tasarlarken ve bazı
araştırmalar yaparken fark ettim “Robin Hood “adındaki Robin kısmının işte bu
tabirdeki “robbing” sözcüğünden geldiğini. O dönemler bana ve benim kuşağıma
Robin Hood’u en sevilen kahramanlardan biri olarak ezberlettiren filmler, son
yıllarda çekilenler gibi değildi, kuşkusuz. Şimdilerde hem senaryo hem de
teknik açıdan olağanüstü versiyonları çekiliyor. Galiba sonuncusunu 2010
yılında Ridley Scott çekti. Başrolünde Russel Crowe’un oynadığı ve
Gladyatör’den sonra bizi bir kez daha kendisine hayran bıraktığı. Bu arada 1991
yılında Kevin Reynolds tarafından çekilen ve başrolünü Kevin Costner’ın
oynadığı versiyonuna da ayrı bir parantez açmak ve bu parantezin içine Bryan
Adams’ın bu film için yapmış olduğu eşsiz müzik eserlerinden biri olan
“Everything I Do I Do It for You”yu katmak gerekir.
Okuyuculardan bazıları bu yazının nereye varacağını merak
etmeye başlamış olabilirler. Öyküyü (ya da efsaneyi) bilenler hatırlar, gücünü
İngiltere Kralı’ndan alan Nottingham Şerifi yörenin yoksul halkına uyguladığı
bin bir çeşit zulümle iktidarını sürmektedir. Öyle ki, bölge ormanları kraliyet
mülkiyetinde olduğu için yoksul halkın karınlarını doyurmak için bile olsa bu
ormanlarda avlanması yasaklanmıştır. Günümüzde söz konusu ormanlar Ulusal Doğa
Rezervi statüsünde koruma altına alınmış durumdadır.
Peki, bütün bunları hatırlamama yol açan şey neydi? Şuydu; güzel ülkemin bol maddeli ve şaşaalı gündemi
olanca hızı ile devam ederken, ünlü iş adamı Cem Boyner’in [1]
“Ceo Life” adlı derginin Aralık 2011 sayısında kaleme aldığı bol aksiyonlu ve
kanlı yazı elbette. Her ne kadar yazının özgün metnini okuyamasam da ondan
yapılan alıntılar tamamını okumam konusunda oldukça caydırıcı oldu. Yunan
mitolojisi (ve ünlü Truva efsanesi) kahramanlarından biri olan İmparator
Aşil’den esinlenilerek “Aşil’in Topuğu” başlığını taşıyan yazı, bir zamanlar
aşil tendonu yırtılmış ve bundan çok çekmiş birisi olarak beni bir kat daha
fazla etkileme olasılığına sahipti zira. Sanırım Sayın Boyner’in Aşil’den
kastı, yazısında ballandıra ballandıra bahsettiği ve defalarca vurup kanlar
içinde bırakmasına rağmen kendine doğru koşmaya devam eden bufalo olsa gerek.
Herhalde o bufalo Sayın Boyner’i biraz hırpalayabilseydi, ünlü bir Türk
büyüğünü üstünden atıp tekmeleyen at “Cihan” (kaderin şu işine bakın ki o da
adaşım çıktı) gibi, bir kısım azınlık Türk’ün gönlündeki kahraman hayvanlar
köşesinde kendisine yer edinecekti.
Öyle görünüyor ki, adında “Av” olan bir dergide
yazılabilecek en tehlikeli yazılardan birine giriş yapmak için lafı epeyce
dolandırdım. Sanırım bir tür otokontrol olsa gerek bu. Ben kendimi yeterince
kontrol ettiğime göre, bundan sonrası sevgili editörümüz Sezgin’in işi deyip
sine-i yare dokunma fazına geçiş yapalım.
Öncelikle şunu söylemeliyim ki, asırlık olmasına çok az bir
süre kalan derneğimizin yayın organının ismindeki “av” sözcüğü kim tarafından
ve ne amaçla konulmuş bilemiyorum. Bunu öğrenmek için giriştiğim kısa süreli
çaba ne yazık ki bir sonuç üretmedi.
Avcılıkla ilgili erişme şansına sahip olduğum sınırlı sayıda
kaynak bu faaliyetin insan var olduğu günden beri süregeldiğini belirtiyor ki
bunda yadırganacak hiçbir şey yok. Sanırım bunu saptamak için bilimsel
yöntemler kullanmaya da gerek yok. Maslow’un gereksinmeler hiyerarşisinin
birinci basamağında yer alan beslenme ihtiyacının o ya da bu biçimde avlanma
olmadan salt toplayıcılık ile karşılanması olanaklı değil elbette.
En ilkel insandan günümüz insanına, tarih boyunca insanoğlunun
beslenme ihtiyacını karşılamak amacıyla avlanmasına ya da daha geniş bir
ifadeyle hayvanlardan yararlanmasına, ne kadar içimiz sızlasa da söyleyecek bir
şey bulmak kolay değil. İnsanoğlunun hayvanlarla ilişkisindeki vahşilik ve
acımasızlığa bir tepki olması amacıyla yaşamının bir bölümünü vejetaryen olarak
geçirmiş birisi olarak, hayvanlar aleminin sunmuş olduğu gıdalardan
yararlanmadan sağlıklı bir beslenmenin olamayacağını deneyimlemiş durumdayım.
Sorun da burada değil aslında.
Peki sorun nerede? Ben sorunu üç başlık altında topluyorum.
Bunlardan birincisi, avcılığın bir sosyal statü göstergesi olarak
algılanmasıdır. Elbette bu ifade bütün avcılık meraklılarını içermez. Ama
önemli bir avcı grubunu da, hiç kuşku yok ki, hükmü altına almaktadır. Bu tarihte
de böyle olmuştur günümüzde de. Avcılıkla ilgili yazılmış sınırlı sayıdaki
bilimsel eserden biri olan “Av ve Avcılık Kitabı”ndan[2]
yaptığım şu alıntı sanırım ne demek istediğimi daha iyi anlatacaktır:
“Av bir iktidar
göstergesidir. Av; gücü sembolize eder, muktedir ve iktidarda olmayı temsil
eder. Hükümran taraf ile tabi tarafı kesin çizgiyle ikiye ayırır… Hükümdar
avcıdır. Avcı kuşlar da bu nedenle iktidar simgesidir. İktidarın düzenini
yansıtır biçimde, hükümdarın çevresinde maiyeti bulunur, av partisi bir nizam
ve merasim çerçevesinde gerçekleşir.
Avlanan hayvan ne
kadar güçlü ve ihtişamlı olursa hükümdarın gücü de o oranda büyür. Bu sebeple
hükümdarlar, kahramanlar; aslan, kaplan avlarlar, ejderha öldürürler.”
Sanırım Sayın Boyner’in koca bir bufaloyu nasıl öldürdüğünü,
büyük bir marifetmiş gibi, detaylandırarak anlatması da, hükümdarların av
partilerini eşsiz bir tören havasına sokması da ve sıradan avcıların av
maceralarını bire bin katarak anlatmaları, bu yolla fıkralara konu olmaları da
aynı güç ve iktidar gösterisi arayışının sonucu olsa gerek.
Robin Hood’dan bahsederken ormanların yoksul köylüler için
ava kapatılmasından söz etmiştik. Biraz merakı olanlar benzer örnekleri kendi
tarihimizde de görebileceklerdir. Bu konudaki kapsamlı çalışmasını bilimsel bir
makaleye dönüştüren Güler Yarcı[3]
şunları dile getirmektedir:
“Osmanlı Hukukunda bu
maksatla yapılan düzenlemeler ilk devirlerden itibaren emirname, yasakname,
nizamname veya doğrudan kanunnameler vasıtasıyla gerçekleştirilmiş, çeşitli
vergi ve cezai müeyyidelerle av faaliyetleri denetim altında tutulmuştur. Her
devirde, avcılıkla ilgili imtiyaz ve muafiyet tanınan şahıs ve zümreler
olmuştur.”
Alıntının son cümlesinin ne derece önemli olduğuna bir kez
daha dikkat çekmek isterim; “imtiyazlı şahıs ve zümreler.” Yarcı makalenin
devam eden kısmında tarihleriyle birlikte pek çok yasaklayıcı düzenleme örneği
sıralamaktadır.
Türk kültüründe av ve avcılığın yeri oldukça önemlidir ve
bununla ilgili ciddi çalışmalardan da söz edilebilir. Belki de “avcı” lakabı
taşıyan tek hükümdar bizim tarihimizde yer almaktadır. Malumunuz, en karışık
dönemlerde bile devlet işlerini bir kenara bırakarak av partileri düzenlemekten
geri kalmayan IV. Mehmed’e “Avcı Mehmed” de denilmektedir. Konuya daha fazla
ilgi duyanlarıa araştırmacı Alev Özbil’in “Üç Yabancının Kaleminden Avcı Mehmed
ve Av” adlı çalışmasını mutlaka okumalarını öneririm.
Avcılık konusunun
ikinci önemli sorunu, bu faaliyetin ısrarla sportif bir etkinlik kategorisine
sokulmaya çalışılmasında ve bir oyun olarak değerlendirilmesinde yatmaktadır.
Bunun bariz kanıtı olarak da İngilizcede av faaliyeti için “hunting” sözcüğü
ile birlikte asıl karşılığı “oyun” olan “game” sözcüğünün de kullanılıyor
olması gösterilebilir. Bu cümleyi yazarken aklıma gelen ve üzerinde fazlaca
araştırma yapma şansım olmadığı için temkinli davranarak belirtmek istediğim
bir konu da “Oyun Kuramı (Game Theory)”dır. Temelde stratejik bir karar verme
yöntemi olarak da ifade edilebilecek olan kuram, rasyonel davranışı belirlemek
için diğerlerinin seçimlerine dayalı seçimler yapmayı salık vermektedir ki bu
yönüyle avcının av karşısındaki seçimleri ile ilişkilendirmek hiç de hatalı
görünmemektedir.
Avcılık bir spor
değildir. Bunun için hiçbir bilimsel dayanak aramaya ya da kaynak gösterme
çabasına gerek bulunmaz. Çünkü sporla şu ya da bu biçimde, kıyısından
köşesinden de olsa ilgilenen ve hatta spora olan ilgisi ülkemizin futbol
düzleminden öteye bile gidemeyen herkes bilir ki, bir faaliyetin spor
olabilmesi için tarafların göreceli olarak da olsa eşit koşullarda mücadeleye
başlamaları gerekmektedir. Bu açıdan Eski Roma’da kölelerin ve savaş
esirlerinin arenalarda birbirleriyle ya da vahşi hayvanlarla dövüştürülmeleri
bile, elbette spor olmasa da, avcılıktan daha yakındır spora.
Yine bilimsel bir dayanak
ya da kaynağa ihtiyaç duymadan söyleyebilirim ki, avcılık bir oyun değildir.
Çünkü taraflardan birinin canını kaybettiği bir oyun olamaz. Ve çok sevdiğim
bir dostumun bana gösterdiği üzere, bir şeyin oyun olabilmesi için iki tarafın
da bunun oyun olduğunu biliyor olması gerekir.
Avcılıkla ilgili üçüncü
temel sorun ise avcıların şu iddiasında yatmaktadır:
“Biz doğanın dengesinin korunmasına, bozulan dengenin
yeniden sağlanmasına katkıda bulunuyoruz.”
Doğanın dengesi insanın
doğal bir varlıktan kültürel bir varlığa dönüşmesiyle; şehirler kurması,
endüstriyi yaratması, artan ihtiyaçlarını karşılamak için her gün yeni
teknolojiler üretmesi ve bu teknolojileri, barınmadan beslenmeye en temel
ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla kullanmasıyla bozulmuştur. Doğanın dengesinin
bozulmasında tarımda daha fazla ürün elde etmek için kimyasalların kullanılması
nasıl bir etki yarattıysa, daha kolay avlanmak için geliştirilen yöntem ve
teknikler de aynı etkiyi yaratmıştır. Avcılık nedeniyle yok olma tehlikesi
yaşayan binlerce tür bir kenarda dururken, istisnai birkaç örneğe bakarak avcılığın
doğanın dengesini sağlama işlevi gördüğünü dile getirmek aşırı iyimserlikten
başka bir şey olmasa gerekir. Sanırım doğanın ve insan dışındaki canlıların
dile gelip konuşma şansları olsaydı “bizden
uzak durun, en büyük iyiliğiniz bu olur” derlerdi.
Yeri gelmişken saygıyla
analım; hocamız Uçkun Geray’ın en fazla önem verdiği konulardan biri de av ve
avcılıktı. Ülkemizin av kaynaklarının doğru işletilmediğini, envanterden
korumaya pek çok şeyin doğru yapılmadığını ve bu nedenle önemli bir ekonomik
potansiyelin heba edildiğini söyler dururdu. Hocamız, kuşkusuz, haklıydı. Av
kaynakları doğru işletildiğinde önemli ekonomik kazanımlar elde etmek işten
bile olmuyor. Gel gelelim, yine Uçkun hocamızın Türkçeye kazandırdığı ve her
canlının sahip olduğu özünsel değeri (intrinsic value) ekonomik bir değere
dönüştürmek, olaya benim gibi bakanların altından kalkamayacağı bir yük
oluşturuyor. Endüstri lazım, daha fazla iş daha fazla aş deniliyor, biz susmak
zorunda kalıyoruz; turizm lazım, daha fazla döviz, susuyoruz; enerji lazım,
daha fazla HES, nükleer reaktör, sus sakın sesini çıkarma… Birileri masum bir
canlıyı öldürerek dinleniyor, keyif alıyor, statü kazanıyor; buna spor, buna
oyun deniliyor, böylelikle doğa korunuyor, bunun ekonomisi oluyor, bunun için
para ödeniyor… Kusura bakmayın sevgili meslektaşlarım, avcı dostlarım, Orman ve
Av okuyucuları; olmuyor, olmuyor…
Osman Gökçe’den Bir
Kitap Daha
Prof. Dr. Osman Gökçe emeklilik yıllarında ürettiği sanatsal
eserlerle hem bizleri hem de okuyucularını mutlu etmeye devam ediyor. Değerli
Hocamızın yayımlanmış eserlerini dergimizin daha önceki sayılarında sizlerle
paylaşmıştım. Bu sayımızda yeni bir eserini daha sizlerle paylaşmaktan mutluluk
duyuyorum. “Döndü Kızlar” adını taşıyan şiir kitabı Etki Yayınları tarafından
bu yılın başında yayımlandı. Bir solukta okunan, birbirinden güzel şiirleri
içeren bu eseri meslektaşlarımızın ve şiir tutkunlarının kaçırmaması
gerektiğini düşünüyor ve kitaptan bir şiiri aşağıya alıntılamak istiyorum.
Bilinmez
Sevgili
Sen bilinmez sevgili
Sen koydun kuralı
Sen bana yasaksın
Bütün karanlıkları gördüm
Sen bana Şafaksın
Sen bilinmez sevgili
Ben bilinen bir sıradan
Ben koysaydım kuralı
Şaşırırdı Yaradan
Şah der oynardım Şahı
Ve de tüm zamanlarda
Koynunda karşılardım sabahı
Not: Bu yazı
Türkiye Ormancılar Derneğinin yayın organı olan Orman ve Av dergisi için
hazırlanmış ve bu derginin Ocak-Şubat 2012 sayısında Doğa ve Kültür bölümünde
yayımlanmıştır.
[1] Bu arada
Cem Boyner’i 1994 yılında Cengiz Çandar, Kemal Derviş, Kemal Anadol, Ethen
Mahçupyan gibi isimlerle birlikte kurduğu Yeni Demokrasi Hareketi’nden ve Türk
siyasetine yapılan bu hızlı girişin, 1995 genel seçimlerinde alınan yüzde
yarımlık oy sonucunda hızlı bir çıkışla sonlanmasından da hatırlıyoruz.
[2] Naskali,
EG, Altun, HO. 2008. Av ve Avcılık Kitabı. Kitabevi Yayınları,
Araştırma-İnceleme Dizisi.
[3] Yarcı,
G. 2009. Osmanlı’da Avcılık Yasaları. Acta Turcia 1 (1).