Etiketler

Denemeler (12) Diğer (28) Makaleler (18) Şiirler (45)

22 Mayıs 2012 Salı

Robin Hood'dan Günümüze Avcılık

Dr. Cihan ERDÖNMEZ

Çocukluğum türlü macera ve kahramanlık filmlerini izleyerek geçti. Tek kanallı siyah-beyaz televizyon yıllarında, akşam başrolünde Cüneyt Arkın ya da Kartal Tibet’in oynadığı bir film varsa eğer içim içime sığmazdı. Zaman zaman okullara sinema gelirdi ki (evet benim kuşağım okullara sinema gelmesinin anlamını bilir), işte o günler tamamıyla şölen havasında geçerdi. Düşünsenize, hem dersler kırılmış olacak hem de en sevdiğimiz arkadaşlarımızla Kara Murat serisinden bir filmi bilmem kaçıncı kez keyifle izleme fırsatı bulacaktık. Çocukluk işte!

Sanırım çocukluktan biraz daha ileri yaşlardaydım Robin Hood ile tanıştığımda. Hani şu Sherwood Ormanı’nın esrarengiz kahramanı. Zenginden alıp yoksula veren. İngilizce tabiri ile “robbing from the rich and giving to the poor.” Çok değil iki hafta önce bu yazıyı kafamda tasarlarken ve bazı araştırmalar yaparken fark ettim “Robin Hood “adındaki Robin kısmının işte bu tabirdeki “robbing” sözcüğünden geldiğini. O dönemler bana ve benim kuşağıma Robin Hood’u en sevilen kahramanlardan biri olarak ezberlettiren filmler, son yıllarda çekilenler gibi değildi, kuşkusuz. Şimdilerde hem senaryo hem de teknik açıdan olağanüstü versiyonları çekiliyor. Galiba sonuncusunu 2010 yılında Ridley Scott çekti. Başrolünde Russel Crowe’un oynadığı ve Gladyatör’den sonra bizi bir kez daha kendisine hayran bıraktığı. Bu arada 1991 yılında Kevin Reynolds tarafından çekilen ve başrolünü Kevin Costner’ın oynadığı versiyonuna da ayrı bir parantez açmak ve bu parantezin içine Bryan Adams’ın bu film için yapmış olduğu eşsiz müzik eserlerinden biri olan “Everything I Do I Do It for You”yu katmak gerekir.
Okuyuculardan bazıları bu yazının nereye varacağını merak etmeye başlamış olabilirler. Öyküyü (ya da efsaneyi) bilenler hatırlar, gücünü İngiltere Kralı’ndan alan Nottingham Şerifi yörenin yoksul halkına uyguladığı bin bir çeşit zulümle iktidarını sürmektedir. Öyle ki, bölge ormanları kraliyet mülkiyetinde olduğu için yoksul halkın karınlarını doyurmak için bile olsa bu ormanlarda avlanması yasaklanmıştır. Günümüzde söz konusu ormanlar Ulusal Doğa Rezervi statüsünde koruma altına alınmış durumdadır.
Peki, bütün bunları hatırlamama yol açan şey neydi? Şuydu;  güzel ülkemin bol maddeli ve şaşaalı gündemi olanca hızı ile devam ederken, ünlü iş adamı Cem Boyner’in [1] “Ceo Life” adlı derginin Aralık 2011 sayısında kaleme aldığı bol aksiyonlu ve kanlı yazı elbette. Her ne kadar yazının özgün metnini okuyamasam da ondan yapılan alıntılar tamamını okumam konusunda oldukça caydırıcı oldu. Yunan mitolojisi (ve ünlü Truva efsanesi) kahramanlarından biri olan İmparator Aşil’den esinlenilerek “Aşil’in Topuğu” başlığını taşıyan yazı, bir zamanlar aşil tendonu yırtılmış ve bundan çok çekmiş birisi olarak beni bir kat daha fazla etkileme olasılığına sahipti zira. Sanırım Sayın Boyner’in Aşil’den kastı, yazısında ballandıra ballandıra bahsettiği ve defalarca vurup kanlar içinde bırakmasına rağmen kendine doğru koşmaya devam eden bufalo olsa gerek. Herhalde o bufalo Sayın Boyner’i biraz hırpalayabilseydi, ünlü bir Türk büyüğünü üstünden atıp tekmeleyen at “Cihan” (kaderin şu işine bakın ki o da adaşım çıktı) gibi, bir kısım azınlık Türk’ün gönlündeki kahraman hayvanlar köşesinde kendisine yer edinecekti.
Öyle görünüyor ki, adında “Av” olan bir dergide yazılabilecek en tehlikeli yazılardan birine giriş yapmak için lafı epeyce dolandırdım. Sanırım bir tür otokontrol olsa gerek bu. Ben kendimi yeterince kontrol ettiğime göre, bundan sonrası sevgili editörümüz Sezgin’in işi deyip sine-i yare dokunma fazına geçiş yapalım.
Öncelikle şunu söylemeliyim ki, asırlık olmasına çok az bir süre kalan derneğimizin yayın organının ismindeki “av” sözcüğü kim tarafından ve ne amaçla konulmuş bilemiyorum. Bunu öğrenmek için giriştiğim kısa süreli çaba ne yazık ki bir sonuç üretmedi.
Avcılıkla ilgili erişme şansına sahip olduğum sınırlı sayıda kaynak bu faaliyetin insan var olduğu günden beri süregeldiğini belirtiyor ki bunda yadırganacak hiçbir şey yok. Sanırım bunu saptamak için bilimsel yöntemler kullanmaya da gerek yok. Maslow’un gereksinmeler hiyerarşisinin birinci basamağında yer alan beslenme ihtiyacının o ya da bu biçimde avlanma olmadan salt toplayıcılık ile karşılanması olanaklı değil elbette.

En ilkel insandan günümüz insanına, tarih boyunca insanoğlunun beslenme ihtiyacını karşılamak amacıyla avlanmasına ya da daha geniş bir ifadeyle hayvanlardan yararlanmasına, ne kadar içimiz sızlasa da söyleyecek bir şey bulmak kolay değil. İnsanoğlunun hayvanlarla ilişkisindeki vahşilik ve acımasızlığa bir tepki olması amacıyla yaşamının bir bölümünü vejetaryen olarak geçirmiş birisi olarak, hayvanlar aleminin sunmuş olduğu gıdalardan yararlanmadan sağlıklı bir beslenmenin olamayacağını deneyimlemiş durumdayım. Sorun da burada değil aslında.

Peki sorun nerede? Ben sorunu üç başlık altında topluyorum. Bunlardan birincisi, avcılığın bir sosyal statü göstergesi olarak algılanmasıdır. Elbette bu ifade bütün avcılık meraklılarını içermez. Ama önemli bir avcı grubunu da, hiç kuşku yok ki, hükmü altına almaktadır. Bu tarihte de böyle olmuştur günümüzde de. Avcılıkla ilgili yazılmış sınırlı sayıdaki bilimsel eserden biri olan “Av ve Avcılık Kitabı”ndan[2] yaptığım şu alıntı sanırım ne demek istediğimi daha iyi anlatacaktır:

“Av bir iktidar göstergesidir. Av; gücü sembolize eder, muktedir ve iktidarda olmayı temsil eder. Hükümran taraf ile tabi tarafı kesin çizgiyle ikiye ayırır… Hükümdar avcıdır. Avcı kuşlar da bu nedenle iktidar simgesidir. İktidarın düzenini yansıtır biçimde, hükümdarın çevresinde maiyeti bulunur, av partisi bir nizam ve merasim çerçevesinde gerçekleşir.

Avlanan hayvan ne kadar güçlü ve ihtişamlı olursa hükümdarın gücü de o oranda büyür. Bu sebeple hükümdarlar, kahramanlar; aslan, kaplan avlarlar, ejderha öldürürler.”

Sanırım Sayın Boyner’in koca bir bufaloyu nasıl öldürdüğünü, büyük bir marifetmiş gibi, detaylandırarak anlatması da, hükümdarların av partilerini eşsiz bir tören havasına sokması da ve sıradan avcıların av maceralarını bire bin katarak anlatmaları, bu yolla fıkralara konu olmaları da aynı güç ve iktidar gösterisi arayışının sonucu olsa gerek.

Robin Hood’dan bahsederken ormanların yoksul köylüler için ava kapatılmasından söz etmiştik. Biraz merakı olanlar benzer örnekleri kendi tarihimizde de görebileceklerdir. Bu konudaki kapsamlı çalışmasını bilimsel bir makaleye dönüştüren Güler Yarcı[3] şunları dile getirmektedir:

“Osmanlı Hukukunda bu maksatla yapılan düzenlemeler ilk devirlerden itibaren emirname, yasakname, nizamname veya doğrudan kanunnameler vasıtasıyla gerçekleştirilmiş, çeşitli vergi ve cezai müeyyidelerle av faaliyetleri denetim altında tutulmuştur. Her devirde, avcılıkla ilgili imtiyaz ve muafiyet tanınan şahıs ve zümreler olmuştur.”

Alıntının son cümlesinin ne derece önemli olduğuna bir kez daha dikkat çekmek isterim; “imtiyazlı şahıs ve zümreler.” Yarcı makalenin devam eden kısmında tarihleriyle birlikte pek çok yasaklayıcı düzenleme örneği sıralamaktadır.

Türk kültüründe av ve avcılığın yeri oldukça önemlidir ve bununla ilgili ciddi çalışmalardan da söz edilebilir. Belki de “avcı” lakabı taşıyan tek hükümdar bizim tarihimizde yer almaktadır. Malumunuz, en karışık dönemlerde bile devlet işlerini bir kenara bırakarak av partileri düzenlemekten geri kalmayan IV. Mehmed’e “Avcı Mehmed” de denilmektedir. Konuya daha fazla ilgi duyanlarıa araştırmacı Alev Özbil’in “Üç Yabancının Kaleminden Avcı Mehmed ve Av” adlı çalışmasını mutlaka okumalarını öneririm.

Avcılık konusunun ikinci önemli sorunu, bu faaliyetin ısrarla sportif bir etkinlik kategorisine sokulmaya çalışılmasında ve bir oyun olarak değerlendirilmesinde yatmaktadır. Bunun bariz kanıtı olarak da İngilizcede av faaliyeti için “hunting” sözcüğü ile birlikte asıl karşılığı “oyun” olan “game” sözcüğünün de kullanılıyor olması gösterilebilir. Bu cümleyi yazarken aklıma gelen ve üzerinde fazlaca araştırma yapma şansım olmadığı için temkinli davranarak belirtmek istediğim bir konu da “Oyun Kuramı (Game Theory)”dır. Temelde stratejik bir karar verme yöntemi olarak da ifade edilebilecek olan kuram, rasyonel davranışı belirlemek için diğerlerinin seçimlerine dayalı seçimler yapmayı salık vermektedir ki bu yönüyle avcının av karşısındaki seçimleri ile ilişkilendirmek hiç de hatalı görünmemektedir.



Avcılık bir spor değildir. Bunun için hiçbir bilimsel dayanak aramaya ya da kaynak gösterme çabasına gerek bulunmaz. Çünkü sporla şu ya da bu biçimde, kıyısından köşesinden de olsa ilgilenen ve hatta spora olan ilgisi ülkemizin futbol düzleminden öteye bile gidemeyen herkes bilir ki, bir faaliyetin spor olabilmesi için tarafların göreceli olarak da olsa eşit koşullarda mücadeleye başlamaları gerekmektedir. Bu açıdan Eski Roma’da kölelerin ve savaş esirlerinin arenalarda birbirleriyle ya da vahşi hayvanlarla dövüştürülmeleri bile, elbette spor olmasa da, avcılıktan daha yakındır spora.



Yine bilimsel bir dayanak ya da kaynağa ihtiyaç duymadan söyleyebilirim ki, avcılık bir oyun değildir. Çünkü taraflardan birinin canını kaybettiği bir oyun olamaz. Ve çok sevdiğim bir dostumun bana gösterdiği üzere, bir şeyin oyun olabilmesi için iki tarafın da bunun oyun olduğunu biliyor olması gerekir.



Avcılıkla ilgili üçüncü temel sorun ise avcıların şu iddiasında yatmaktadır:



“Biz doğanın dengesinin korunmasına, bozulan dengenin yeniden sağlanmasına katkıda bulunuyoruz.”



Doğanın dengesi insanın doğal bir varlıktan kültürel bir varlığa dönüşmesiyle; şehirler kurması, endüstriyi yaratması, artan ihtiyaçlarını karşılamak için her gün yeni teknolojiler üretmesi ve bu teknolojileri, barınmadan beslenmeye en temel ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla kullanmasıyla bozulmuştur. Doğanın dengesinin bozulmasında tarımda daha fazla ürün elde etmek için kimyasalların kullanılması nasıl bir etki yarattıysa, daha kolay avlanmak için geliştirilen yöntem ve teknikler de aynı etkiyi yaratmıştır. Avcılık nedeniyle yok olma tehlikesi yaşayan binlerce tür bir kenarda dururken, istisnai birkaç örneğe bakarak avcılığın doğanın dengesini sağlama işlevi gördüğünü dile getirmek aşırı iyimserlikten başka bir şey olmasa gerekir. Sanırım doğanın ve insan dışındaki canlıların dile gelip konuşma şansları olsaydı “bizden uzak durun, en büyük iyiliğiniz bu olur” derlerdi.



Yeri gelmişken saygıyla analım; hocamız Uçkun Geray’ın en fazla önem verdiği konulardan biri de av ve avcılıktı. Ülkemizin av kaynaklarının doğru işletilmediğini, envanterden korumaya pek çok şeyin doğru yapılmadığını ve bu nedenle önemli bir ekonomik potansiyelin heba edildiğini söyler dururdu. Hocamız, kuşkusuz, haklıydı. Av kaynakları doğru işletildiğinde önemli ekonomik kazanımlar elde etmek işten bile olmuyor. Gel gelelim, yine Uçkun hocamızın Türkçeye kazandırdığı ve her canlının sahip olduğu özünsel değeri (intrinsic value) ekonomik bir değere dönüştürmek, olaya benim gibi bakanların altından kalkamayacağı bir yük oluşturuyor. Endüstri lazım, daha fazla iş daha fazla aş deniliyor, biz susmak zorunda kalıyoruz; turizm lazım, daha fazla döviz, susuyoruz; enerji lazım, daha fazla HES, nükleer reaktör, sus sakın sesini çıkarma… Birileri masum bir canlıyı öldürerek dinleniyor, keyif alıyor, statü kazanıyor; buna spor, buna oyun deniliyor, böylelikle doğa korunuyor, bunun ekonomisi oluyor, bunun için para ödeniyor… Kusura bakmayın sevgili meslektaşlarım, avcı dostlarım, Orman ve Av okuyucuları; olmuyor, olmuyor…



Osman Gökçe’den Bir Kitap Daha

Prof. Dr. Osman Gökçe emeklilik yıllarında ürettiği sanatsal eserlerle hem bizleri hem de okuyucularını mutlu etmeye devam ediyor. Değerli Hocamızın yayımlanmış eserlerini dergimizin daha önceki sayılarında sizlerle paylaşmıştım. Bu sayımızda yeni bir eserini daha sizlerle paylaşmaktan mutluluk duyuyorum. “Döndü Kızlar” adını taşıyan şiir kitabı Etki Yayınları tarafından bu yılın başında yayımlandı. Bir solukta okunan, birbirinden güzel şiirleri içeren bu eseri meslektaşlarımızın ve şiir tutkunlarının kaçırmaması gerektiğini düşünüyor ve kitaptan bir şiiri aşağıya alıntılamak istiyorum.

Bilinmez Sevgili

Sen bilinmez sevgili

Sen koydun kuralı

Sen bana yasaksın

Bütün karanlıkları gördüm

Sen bana Şafaksın



Sen bilinmez sevgili

Ben bilinen bir sıradan

Ben koysaydım kuralı

Şaşırırdı Yaradan

Şah der oynardım Şahı

Ve de tüm zamanlarda

Koynunda karşılardım sabahı





Not: Bu yazı Türkiye Ormancılar Derneğinin yayın organı olan Orman ve Av dergisi için hazırlanmış ve bu derginin Ocak-Şubat 2012 sayısında Doğa ve Kültür bölümünde yayımlanmıştır.



[1] Bu arada Cem Boyner’i 1994 yılında Cengiz Çandar, Kemal Derviş, Kemal Anadol, Ethen Mahçupyan gibi isimlerle birlikte kurduğu Yeni Demokrasi Hareketi’nden ve Türk siyasetine yapılan bu hızlı girişin, 1995 genel seçimlerinde alınan yüzde yarımlık oy sonucunda hızlı bir çıkışla sonlanmasından da hatırlıyoruz.
[2] Naskali, EG, Altun, HO. 2008. Av ve Avcılık Kitabı. Kitabevi Yayınları, Araştırma-İnceleme Dizisi.
[3] Yarcı, G. 2009. Osmanlı’da Avcılık Yasaları. Acta Turcia 1 (1).

Montaigne

Yüzyıllar Sonra Montaigne


Dr. Cihan ERDÖNMEZ

Efsanevi rock müzik grubu Pink Floyd’un yine kendi gibi efsanevi nitelik taşıyan ve Alan Parker tarafından sinemaya da uyarlanan “The Wall” albümünün bir yerlerinde şu sözler geçer:

Goodbye cruel world                                    (Elveda zalim dünya)
I’m leaving you today                                  (Terk ediyorum seni bugün)
Goodbye goodbye goodbye                       (Elveda elveda elveda)
Goodbye all you people                              (Elveda tüm insanlar)
There is nothing you can say                     (Bir şey yok söyleyebileceğiniz)
To make me change my mind                   (Fikrimi değiştirmem için)
Goodbye                                                        (Elveda)

Pink Floyd’u ve müziğini bilenler hem zalim dünyanın nasıl bir şey olduğuna ve hem de onu terk etme arzusuna aşinadırlar. Sıcak ve soğuk tüm savaşlar, kirlenmiş siyasal güçler, demokratik kandırmacalar, giderek yok olan doğa ve daha neler neler… Hayalimizdeki dünyadan uzaklaştığımızı hissettikçe gerçek dünyadan uzaklaşma isteği daha ağır basmaya, bir kurtuluş gibi görünmeye başlar. Ancak bunu yapmamak için pek çok neden bulur sereriz ortalığa. En başta sevdiklerimiz gelir.

Peki ya en çok sevdiğiniz kişi de sizinle bunu yapmaya hazırsa? Örneğin eşiniz. Hayat arkadaşınız ölümde de yanınızda olmayı tercih eder mi? Stefan Zweig’ın karısı Lotte bu tercihi tereddütsüz yapanlardan. Hitler Almanyası’nın yarattığı korku dünyasından kaçmak için okyanus ötesine bile gitmişlerdi oysa. Ne var ki dünyanın geleceğine ilişkin derin umutsuzluk, onların beraberce zalim dünyayı terk etme kararlarını pekiştirdi ve 1942 yılında Rio’da kararlarını uyguladılar.

Zweig yaşama tutunmaya çalışmamış mıydı dersiniz? Mutlaka çalışmış olmalı. Birinci Dünya Savaşı’nda orduda gönüllü olarak görev almış (geri hizmet), zengin bir ailenin çocuğu olmanın tüm avantajlarından yararlanarak dünyayı dolaşmış ve hiçbir ekonomik sıkıntı yaşamdan, harika bir villada kendini yıllarca yalnızca işine verme şansı bulmuş bir kişinin yaşama arzusunu canlandırmaya çalışmadığını düşünmek pek de olanaklı değil.  Bu arzunun en büyük kanıtlarından biri, bence, 1941 yılında Montaigne üzerine çalışmaya başlamış olması. Böyle düşünüyorum, çünkü Montaigne okuyan birinin daha öncekinden şu ya da bu biçimde farklılaştığına inanırım. 20. ya da 21. yüzyılda “bak işte, tam da aklımdan geçtiği gibi” dediğiniz şeylerin sizden 400 yıl önce düşünülmüş, harmanlanmış ve dile getirilmiş olması karşısında hem bu büyük insana olan hayranlığınız artar hem de ortak bir insanlık ülküsünün bütünüyle hayal olmadığına olan inancınız. Bu düşüncemi daha açık ifade edebilmek için iki ünlü şahsiyetin Montaigne hakkındaki sözlerine sığınmak daha kolay olacak sanırım. Önce Nietzsche’den başlayalım; şöyle demiş Montaigne için: “ Bir zamanlar böyle bir insanın yaşamış olması, bugün şu yeryüzünde yaşamanın hazzını gerçekten artırıyor.” Ardından Béragner’e[1] kulak verelim: “Montaigne amma da düşünce çalmış benden.”

Montaigne bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de Denemeler’i ile tanınmıştır. Zaten başka bir şey yazdığı da pek söylenemez. Denemeler’i ilk kez Türkçeye kazandıran Sabahattin Eyüboğlu ilk çevirisinin önsözünde şöyle demektedir: “Onunla okuyucu arasına girecek olan herkes boş sözler söyleme tehlikesine düşer.” Biraz da bu kaygıdan olacak, Montaigne hakkında başkalarının sözlerini aktarmak daha akılcı bir yol olarak görünüyor.
Montaigne ile Zweig’ı buluşturan şey neydi? Bana göre Zweig’ın yaşama tutunma arzusu.  Oysa Ahmet Cemal Zweig’ın Montaigne ile ilgili çalışmasını değerlendirirken bakın ne diyor: “Bu deneme ile karşımıza, yüzlerce yıl önce, Rönesans’ın ve hümanizmin gerçek bir mirasçısı kimliğiyle insana dair her şeyi sorgulamaya insandan yola çıkarak başlayan bir düşünür ile ondan yüzyıllarca sonra insanlığın büyük çöküşünü yine insandan yola çıkarak sorgulamak peşindeki bir başka büyük düşünürün karşılaşmaları çıkmaktadır.”

Montaigne Rönesans hümanizminin yarattığı dünya ülküsünün yavaş yavaş yok olmaya başladığı bir çağda yaşamıştır. Din savaşlarının bütün Avrupa’yı bir uçtan diğer uca kırıp geçirmesine şahit olmuştur o. Katoliklerle Protestanlar acımasızca birbirlerini öldürürken bir yandan, barbarlık ve bağnazlık kol geziyordu Montaigne’in çağında. Gencecik bir çocukken o, Bordeaux’da tuz vergisine karşı çıkan halk ayaklanmasının vahşice bastırılmasına tanık olmuş, insanların sokaklarda parçalanmasına, kazıklara geçirilmesine, ölü bedenlerin leş kargaları tarafından paylaşılmasına şahit olmuştur. Yıkılıp yakılan köyler, baştan sona kılıçtan geçirilen askeri birlikler ve bütün bunlar yaşanırken dış dünyada, kendi kendine sürekli “nasıl özgür kalabilirim?” diye soran bir düşünürdür sözünü ettiğimiz.  İki büyük dünya savaşını yaşama talihsizliğine sahip olan Zweig’a kulak verelim: “Montaigne’in özgür ve yanıltılması imkansız düşüncelerinin en yardımcı olabileceği kuşak ise, örneğin bizimkisi gibi, kaderin bir dünya kargaşasının ortasına fırlatıp attığı bir kuşaktır. Ancak savaşların, zorbalığın, tiranca ideolojilerin bireyin hayatını –ve yine bu hayat içinde olmak üzere- en değerli özü, bireysel özgürlüğü tehdit ettiği bir zaman dilimini kendi sarsılmış ruhunda yaşamak zorunda kalmış olan kişi, sürü kudurmuşluğunun egemenliğindeki böyle zamanlarda insanın iç dünyasının en derin noktasında yatan “ego”suna sadık kalabilmesinin ne büyük bir cesaret, dürüstlük ve kararlılık gerektirdiğini bilebilir. Yalnızca böyle bir insan, dünyada kitlesel bir yıkımın ortasında kendi manevi ve ahlaki bağımsızlığını lekesiz koruyabilmekten daha güç bir şey olmayacağını bilir. İnsan, ancak kendisi akıldan, insanlık onurundan yana kuşkuya düşüp çaresiz kalmışsa eğer, dünya çapında bir kaosun ortasında tek bir kişinin örnek biçimde dimdik ayakta kalabilmesini övgüyle karşılayabilir.”

Büyük dedesinin aldığı şatonun yaşamdan izole kıldığı kulesinde; Goethe’nin tabiri ile “iç kale”sinde, Montaigne kitaplarını yoldaş kılarak özgürlük arayışı yolculuğuna çıkar, ömrünün sonuna kadar bitiremeyeceği. Çünkü, bilmektedir ki, dünyayı daha özgür yapabilecekler yalnızca kendi özgürlüğüne sahip çıkabilenlerdir. Özgürlük yolculuğunun yoldaşının kitaplar olması, onun bilgiye olan açlığının göstergesidir aslında. İç kalesinde, kitaplarının bulunduğu çalışma odasının duvarlarına elli dört özdeyiş yazdırmıştır Montaigne. Hepsi Latince. Yalnızca sonuncusu Fransızcadır: “Que sais-je?”, yani “ne biliyorum?”. Daha fazla bilmek için hep daha fazla kitap ister. Şöyle der Montaigne kitapları hakkında: “İstediğim zaman onlarla mutluluğu tadabileceğimden, yalnızca varlıkları bile beni hoşnut kılmaya yetiyor. Ne savaş ne de barış zamanlarında yanıma kitap almadan yolculuğa çıktığım olmuştur. Fakat çoğu kez günler, aylar boyunca kapaklarını açmadığım da olur. Kendi kendime şu ya da bu kitabı nasılsa bir gün okurum, derim, yarın ya da istediğin herhangi bir zaman… Kanımca kitaplar, insanın hayat yolculuğunda yanına alabileceği en iyi besinlerdir.” Zweig Montaigne’i şöyle tanımlar: “Montaigne üşengeç bir okurdur, okumanın amatörüdür, ama ondan daha iyi, daha akıllı bir okuru ne kendi zamanı ne de ondan sonraki zamanlar görmüştür.”

Montaigne için görkemli şatonun kulesi, yani iç kalesi dokunulmazdır. O, zaman zaman dışarı çıkabilir. Ancak dışardan hiçbir şey içeri giremez. Çünkü o kule ya da o kale onun özgürlüğünün, dokunulmazlığının sembolü değil aynı zamanda somut yansımasıdır. 1882 yılında çıkan yangında bütün şato yanar. Bir tek yer hariç; Montaigne’in kalesi.
Montaigne’in temel arayışlarından biri de doğal, saf insandır. El değmemiş, kültür insanı olmayan insanı aramaktadır. Bir gün Rouen’de rastladığı Brezilyalılara[2] olağanüstü ilgi gösterir. Çünkü onların modern denilen insan gibi özellikleri bulunmamaktadır. Fiyakalı giysileri, abartılı inançları ve iki yüzlü ahlakları… Montaigne o insana geri dönüşün mümkün olmadığını bilir. Onu en çok yaralayan gerçeklerden biri de budur. Ama o insana yaklaşma isteği ve çabasını asla terk etmez. Ondan 400 yıl sonra Türk edebiyatının en önde gelen isimlerinden birinin, Yaşar Kemal’in benzer arzuyu dillendirmesi Montaigne’in insanlık üzerindeki etkilerinin küçük işaretlerinden biridir. Kemal romanlarından birinde şu düşünceyi ortaya koyar: “Çirkin olan insanlığın en üst kabuğudur. Adam olan hem kendi kabuğunu, hem insanlığın kabuğunu durmadan soymaya çalışır.”

Montaigne’i anlatmaya çalışmak boşuna bir uğraştır. Asıl olan onu anlamaya çalışmaktır. Bu da sanıldığı kadar kolay değil ne yazık ki. Onun düşünceleri değildir yalnızca alışılmadık olan, yaşamı da tuhaflıklarla doludur. Zengin bir ailenin çocuğu olup paraya hiç itibar etmemesi, Latinceyi ana dili olan Fransızcadan daha iyi bilmesi ve kullanması, çocuklarıyla olan ilişkisinin zayıflığı ve kaç çocuğunun ölmüş olduğunu bilmediğini itiraf etmesi, babasından yalnızca mal mülk değil Bordeaux belediye başkanlığının da miras kalmış olması ve iki dönem belediye başkanlığı yapması, ikinci döneminde şehri esir alan veba salgınından herkesten önce kaçması, yeri geldiğinde krala bile kafa tutması ve daha neler neler. Son bir şey daha; onun statüsünde dünyaya gelen bebekler için şatoya bir süt anne getirilmesi gerekirken, babası Pierre’in onu, daha ana sütünden bile kesilmeden, Montaigne derebeyliği sınırlarındaki bir orman köyünde, en alt tabakadan bir oduncu ailenin yanına vermesi ve birkaç yıl Montaigne’in o koşullarda büyümüş olması. Benzer bir durumu Balzac da yaşamış, ailesi onu dört yaşına kadar bir jandarma ailesinin yanına vermiştir. Balzac bu nedenle annesini daima suçlamıştır. Oysa Montaigne babasına, bu kararı yüzünden hep minnet duyguları beslemiştir. Ona göre, babası kendisinin ayrıcalıklı sınıftan biri gibi hissetmesini istemiyordu. Böylelikle onu bütün ön yargılardan uzaklaştırmış olacaktı. Kim bilir Montaigne’in kaderi, belki de, babasının bu kritik kararıyla, şimdi adını bile bilmediğimiz o orman köyünde çizilmişti!


İKİ BE
Bugün 21 Nisan. İki gün sonra Atatürk’ün kurduğu meclisin 92. yılını kutlayacağız. Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak. Ulusal egemenlik! Çocuklarımızın güvencesi. Ulusun egemenliği ve çocuklarımızın geleceğini koruması için seçip meclise gönderdiğimiz vekiller; kendini aslından daha üstün sanan, talimatla ellerini kaldırıp indiren, böğürerek yüce meclisin çatısı altında ötekine saldıran, “büyüklerimiz bilir” tümcesini şiar edinen vekiller. Talimatla kaldırdılar ellerini yine ve çıkardılar hızlıca: İki be. Huyum olmadığı halde bu sayfalarda bunlara değinmek, tutamadım kendimi. Protesto etmek için kalkan o elleri, sustum ben ve sözü üstat Yaşar Kemal’e bıraktım. 60’larda yazdığı “Kuşlar da Gitti” romanından bir parça. Olduğu gibi. İmla karakteristiğine bile dokunmadan:
“Şu İstanbul kurulmadan önce de, buraya, Florya düzlüğüne bu küçük kuşlar, nereden gelip nereye gidiyorlarsa bu kurumuş dikenlerin üstüne renk renk yağarlardı, dikenlerin tohumlarını yer güçlenir, kanatlarını açıp sert aralık yellerinin önüne düşüp dünyanın başka yerlerine, başka dikenlerine giderlerdi. Belki yuvaları dikensiz, uçsuz bucaksız, kuş uçmaz kervan geçmez bir ovadaydı. Bu uçsuz bucaksız ovaya, uzun otların arasına kuşlar milyonlarca yuva yapıp yumurtalarını bu yuvalara bırakıp, üstlerine yatarlardı, sıcacık, ana olmanın sonsuz mutluluğunda… Ve erkekler kuluçkadaki dişilerine incecik, küçücük diken tohumları taşırlardı. Yumurtadan çıkan milyonlarca küçücük, birer böcek kadar küçücük yavrular kocaman ağızlarını şamatayla açıp yiyecek beklerlerdi. Ova ağzına kadar çiçek açardı. Belki yavrular diken tohumu değil de incecik çiçek tohumlarını severlerdi.
İstanbul yeni kurulduğunda burası, şu ormanın yeri, Yeşilköyün, Şenlikköyün, Bakırköyün yeri, Floryanın koyağı belki de böyle, sonsuz, uçsuz bucaksız dikenlikti, o uçsuz bucaksız ovada doğmuş milyonlarca kuş bir ışık, renk yağmuru gibi dikenliğe yağardı. Belki de bir dikenli yamaçta, belki de ormanda doğmuştu bu kuşlar… Belki de…
Romanın, Bizansın, Osmanlıların çocukları türlü tuzaklarla, ökselerle bu kuşları yakalarlardı. Ve o günden bu yana kafeslerde, kilise, cami, havra önünde kuşlar, kocaman kafeslerde çırpınarak kurtarılmayı beklerlerdi. Bu insanlığın, kuşluğun bir geleneği olmuştu.
Günler yıllar geçtikçe dikenlik küçüldü, Şenlikköy, Yeşilköy, Ambarlı, Cennet Mahallesi, Telsizler, Menekşe, Florya, Basınköy kuruldu. Floryanın o güzelim menekşe dolu koyağına çirkinin çirkini beton apartmanlar yığdılar. İşte kuşlara bu küçücük yer kaldı, denizle orman, Menekşeyle Basınköy arası… Ve kuşlar her yıl gelip bu küçücük dikenliğe sığınıyorlar. Geçen yıl bu dikenliğin sahibi de burasını, parselledi, metrekaresini üç yüz, beş yüz liradan okuttu yeni zenginlere… Altına hücum gibi arsaya hücum başladı İstanbulda… Bir karış arsa için İstanbulun bu aç gözlü canavarları birbirlerinin gözlerini oyacak, birbirlerinin ırzlarına geçecek, birbirlerini boğazlayacak, kıtır kıtır kesecekler. Bir avuçluk arsa toprağı için. Gelecek yıl işte burada, şu bakır rengi dikenliğin yerinde için bulanmadan bakamayacağın çirkin beton apartmanlar, villalar yükselecek. Sokaklarında yalnız birbirlerine gösteriş yapmak, para para, yalnız para kazanmak için yaşayan, insanlıklarını unutmuş yaratıklar caka satacaklar. Otomobiller yüz elli, iki yüz kilometreyle Londra asfaltında insan ezerek buraya girecek… Belki kuşlar çok derin, eski bir içgüdüyle buraya, o zaman kesilmiş olacak olan şu ulu çınarın üstüne, göğüne uğrayacaklar, bir an duraklayıp bir şeyler arayacak, bir şeyleri anımsamaya çalışacak, beton yığını evlerin üstünde küme küme dolaşacak, konacak bir yer bulamayıp bir uzak keder gibi başlarını alıp çekip gidecekler.”
Not: Bu yazı Türkiye Ormancılar Derneğinin yayın organı olan Orman ve Av Dergisi için hazırlanmış ve bu derginin Mart-Nisan 2012 sayısında Doğa ve Kültür bölümünde yayımlanmıştır.







[1] Pierre-Jean de Béragner (1780-1857); Fransız şair.
[2] Devir aynı zamanda coğrafi keşifler, sömürgeler ve Avrupa’ya taşınan köleler devridir.

Hadi Bakalım...

Hep kendi aramızda konuştuk. Çay sohbetlerinde, yemek aralarında... Unuttuk gittik sonra. Hatırlamaya çalıştık, bir şeyler eksik kaldı sürekli. Oraya buraya iliştirdiğimiz notlar biz olmadı. Bizden ufak parçalar olarak kaldı. Şimdi biz olma sırası. Hadi bakalım...