Etiketler

Denemeler (12) Diğer (28) Makaleler (18) Şiirler (45)

20 Şubat 2014 Perşembe

ÇILGIN PROJE ÖYLE OLMAZ BÖYLE OLUR

Çılgın Proje öyle olmaz böyle olur – Dr. Cihan Erdönmez




Altı yaşımdayken İstanbul’a taşındık. Kısa süren İstanbul dışı görev ve çalışmaları saymazsak o gün bugündür İstanbul’da yaşıyorum. Şehrin boş arsalarında özgürce koşup saklambaç oynayabilen, derelerinden kurbağa toplayıp ağaçlarına tırmanabilen bir çocukluk yaşamış şanslı bir kuşaktan sayıyorum kendimi. Kolumu da kırdım, kafamı da yardım; futbolu sokaklarda, basketbolu kırık dökük park potalarında öğrendim.

Orhan Gencebay’ı, Hakkı Bulut’u külüstür dolmuşlarla liseye gide gele sevdim ben. Şehrin geri kalmış bir bölgesindeki semt sinemasında ailecek Ferdi Tayfur filmleri de seyrettik, arkadaşlarla parçalı filmler de. Orman Fakültesini kazandığımda daha 16 yaşımdaydım. Üç otobüs değiştirerek, soğuktan donarak kimi zaman, kimi zaman ter kokuları içerisinde üç saat yolculuk yaptım dersten önce ve de dersten sonra.

Vapurdan simit attım martılara. Onlar da bana şarkılar söylediler. Pink Floyd’u The Wall’la tanıdım. Ama hiç bağıramadım onlar gibi “Hey, teacher leave us kids alone!” diye. İlk sevgililerim İstanbul’da oldu. Rumeli Hisarı’nda el ele boğaza baktım onlarla. Bir simit bir çay fiyatına Ortaköy sokaklarında dolaştım. Cebimdeki son parayla Yeni Cami’de güvercin yemleyip Mavi Kart’la eve döndüğüm çok oldu.

Bankacı olup cebim para görmeye başlayınca İstanbul daha güzel olacak sanmıştım. Kafelerde yemek yiyince, sinemalarda Alaska Frigo alabilince daha mutlu olurum diye düşünmüştüm. Hem artık ikinci köprü de vardı. Olmadı. Asistan olup Tarabya’ya taşınınca da. Sanki bir şeyler kötüye gidiyordu hep. Bentlere doğru yürürken ya da bisikletle Yeniköy’e, merhem oluyordu yaraya, velakin eksiliyordu hep.

Ankara’nın karasında, yedek subay okulunda herkes uyurken uyumayıp ders çalıştım, sırf bu şehre geri dönebilmek için dereceye girerek. Selimiye Kışlası’nın kulelerinde tarihi yarımadaya bakıp şiirler yazdım bu sayede. Florance Nightingale’i anlatırken Japon hemşirelik öğrencilerine ya da İspanyol heyetiyle Ayasofya’da, beynimin bir köşesiyle hayaller kurdum durmadan. Güzel hayaller.
Ben hayal kurdukça, ben sevdikçe şehir büyüdü sürekli. Güzel olan her şeyi yutup semiren bir canavar gibi. Ne boş arsa kaldı oğlumun koşturabileceği ne kırık dökük basket potaları. Ormanları, parkları, tarihi sokakları, eski konakları, evleri, dut ağaçlı incir ağaçlı bahçeleri bir bir yok oldu. Yok yok! Yok olmadı, satıldı ona buna, aç gözlü rantçılara. Doyamadılar bir türlü, yeni yeni projeler ürettiler İstanbul’u bitirecek. İsim verdiler projelerine; Çılgın Projeler dediler.

Çılgın ha! Ne gelir aklınıza çılgın denildiğinde? Biraz muziplik, çokça zeka, farklı olan mutlaka, heyecan veren, eğlendiren, hoşa giden, güzel… Çılgın bir şarkı mesela, çılgın bir evlenme teklifi, çılgın bir parti ya da, çılgın tatil, çılgın yolculuk, çılgın hayaller, çılgın aşk, çılgın köpek… Hal böyleyken, bunlar, tuttular çıldırtan projelere çılgın projeler dediler. Kapasite yetmedi çılgın ile çıldırtan arasındaki farkı görmeye. Sanırsınız yemin ettiler bu şehri bitirmeye.
Ben de dedim ki kendi kendime, nasıl olurmuş çılgın proje göstereyim size, çılgın proje öyle olmaz böyle olur diye.

İşte Benim Çılgın İstanbul Projem: Dünyanın En Büyük Doğa, Tarih ve Kültür Parkı: İstanbul

Şaka mı sandınız? Ben hiç olmadığım kadar ciddiyim. Hiç olmadığım kadar.
İstanbul’da yaşamaya gerek yok, ara sıra gelenler bile bu koca şehrin bir uçuruma doğru sürüklendiğinin farkında.

Sözünü ettiğimiz bu coğrafyada 300 bin yıldır yerleşim var. 3 bin yıldır kent. Farklı uygarlıkların 1600 yıldan fazla başkentliğini yapmış, çeşit çeşit kültüre kollarını açmış yaşlı ama bir o kadar da dinamik bir yer, İstanbul.

Güneyinde bir deniz, kuzeyinde bir diğeri, arada inci bir gerdanlık, boğaz; doğusu bir kıta batısı bir başka. Ormanları, tepeleri, kıyıları, adaları, dereleri, florası, faunası…
Ve sürüklüyoruz onu hızla bir uçuruma!

Oysa yapmamız gereken, “yeter” demek değil mi bu sömürüye? Daha ne kadar insanoğlunun bitip tükenmek bilmeyen hırslarına kurban olacak bu şehir? Zaman artık onu korumak zamanı değil mi?
Bir sokağıyla, bir orman parçasıyla, bir köyüyle, şusuyla busuyla değil, bütünüyle koruma altına alınmalı İstanbul. Ve dünyanın ilk korunan kenti olmalı. Ama gerçek anlamda korunan; öyle milli park gibi, SİT gibi bir statüyle değil. Peki nasıl? Anlatmaya çalışayım dilim döndüğünce.

Öncelikle bir yasa çıkarılmalı; İstanbul’un Doğa, Tarih ve Kültür Parkı Olarak Korunması Yasası. Bu yasa kentin doğu-batı, Marmara-Karadeniz eksenlerinde hangi sınırlarda koruma altına alındığını açıkça ortaya koymalı. İkinci olarak belirtilen parkın yönetiminde sorumlu olan bir örgüt, bu örgütün yapısı ile yetki ve sorumlulukları bu yasada tanımlanmalıdır. Bu örgüt valiliğe ya da x, y, z bakanlıklarının taşra teşkilatlarına bağlı bir örgüt olmamalı; bunun yerine ilgili uzmanlardan oluşan kurul tipi bir yönetim organı ile idare edilen, bu kurula bağlı yeterli yönetsel birim, personel, araç-gereç ve bütçe olanakları ile donatılmış, idari yaptırım gücü olan, işlevsel olarak ilgili STK’lar ile meslek örgütleri tarafından denetlenen ve ayrıca yargı denetimine tabi olan bir yapı içermelidir. Bu örgütün hiyerarşik üstü ise ilgili bakanlıklar tarafından seçilen uzmanlardan oluşan bir koordinasyon kurulu olmalıdır.

Yeterince çılgın gelmediyse devamını okuyun.

Yasa, makul bir geçiş sürecinin ardından (on yıl olabilir), kent için zorunlu bazı ihtiyaçların karşılanması amacına dönük bir takım hizmetler (güvenlik, sağlık, ulaşım, gıda vb.) ile bilimsel (üniversiteler, araştırma kuruluşları), sanatsal ve kültürel etkinlikler hariç her türlü ürün ve hizmet üretimi ile ticari faaliyetin park sınırları dışarısına, ülkenin geri kalmış bölgelerine taşınmasını ön görmelidir. Bu faaliyetlerin niteliklerine ve işletme büyüklüklerine göre park sınırları dışarısına taşınma süresi farklılık gösterebilmeli ve yine makul bir üst sınırı (15 yıl olabilir) geçmemelidir. Bununla birlikte yasa, işletme sahiplerinin ve işgücünün zarar görmemesi için gerekli önlemleri (teşvik, vergi muafiyeti, hibe ya da düşük faizli krediler, işsizlik sigortası vb.) alacak düzenlemeleri içermelidir. Bu yolla saptanan üst sınır süresi sonucunda kent nüfusunun iki-üç milyon civarına düşürülmüş olması sağlanacaktır.

Azalan nüfus ile doğru orantılı olarak atıl duruma gelmiş endüstriyel tesisler, ticarethaneler, iş yerleri, konutlar vb. pek çok alanın mümkün olanları bilimsel, sanatsal, kültürel etkinlikler ile zorunlu hizmetlere tahsis edilmeli, geri kalanlar yıkılarak parklar, botanik bahçeleri, hayvanat bahçeleri, açık hava tiyatroları, spor tesisleri vb. haline getirilmelidir. Bütün bunlar yapılırken parkın doğal, tarihi ve kültürel değerleri mutlak olarak koruma altına alınmalı; hassas olan kaynaklarda hiçbir kullanım tipine izin verilmemelidir.

Bu kadar çılgınlık da yetmediyse devam edelim.

Azalan nüfus ve talep ile ilişkili yepyeni bir ulaşım ağı planlanmalı, bu ağ deniz ve raylı sistem ağırlıklı olarak bütünüyle toplu taşıma ve bisiklet üzerine şekillendirilmeli, zorunlu ihtiyaçlar dışında (güvenlik, sağlık vb.) motorlu araç kullanımına çok büyük kısıtlamalar getirilmelidir. Üçüncü köprü ve otoyol yapımı derhal durdurulmalı, yapılan kısımlar ile ikinci köprü yıkılmalı, TEM iptal edilerek doğaya geri kazandırılmalıdır.

Hasılı kelam, İstanbul gibi bir kent mutlaka ama mutlaka korunmalıdır. Nasıl mı? İşte böyle bir çılgın projeyle. Sakın bu adam çıldırmış olmalı demeyin. Hele de üçüncü köprüye, otoyola, yeni havaalanına, ardı arkası gelmeyen alışveriş merkezi ve rezidans inşaatlarına, yok edilen ormanlara, yerinden edilen zavallı yaban hayvanlarına, çocuklarımızın elinden alınan parklara, otomobil gürültüsünden başka bir şey duymadığımız sokaklara, aç gözlü rant şeytanlarına, geleceğimizi, çocuklarımızın geleceğini parsel parsel satanlara sesini çıkarmayanlar. Sizin ağzınızı bile açmaya hakkınız yok!

Ve gözümü kapatıp hayalini kurduğum İstanbul’u biraz olsun anlayabilenler, bir ucundan da olsa benimle aynı hayali paylaşabilenler. Önümüzde yalnızca iki seçenek var. İstanbul’un yok oluşuna seyirci kalmak ya da gerçekten çılgın projelere yelken açmak. Karar sizin, daha doğrusu karar bizim. Haydi!

Cihan Erdönmez


Dr. Cihan Erdönmez

DOKUNMAYIN ORMANCILIĞIN GENETİĞİNE

Dokunmayın ormancılığın genetiğine – Dr. Cihan Erdönmez

(Yeşil Gazete'de yayımlanmıştır)

Yaklaşık 28 yıl oldu; 1986 yılının yaz başlangıcında üniversite tercihlerimi yapıyordum ağabeyimle. O zaman ikinci basamak sınavına girmeden tercih yapılıyordu. Alacağımız puanı bilmeden, tahmin esaslı bir tercih olduğu için yelpaze hayli geniş tutuluyordu. Siyasal Bilgiler Fakültesinde okuyan ağabeyim istedi Orman Fakültesini yazmamı. Ne fakülteyi tanıyordum ne de Orman Mühendisliğini. Yazdım yine de, ağabey lafı dinledim. Sonuçların açıklandığı gazetede ÖSYM numaramın hizasında yazan kodun karşılığına baktım ilgili çizelgeden: “İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi Orman Mühendisliği Bölümü” yazıyordu. O an ne hissettiğimi hatırlamıyorum ama “ormanın da mühendisliği mi olurmuş” diye yapılan yarı açık yarı gizli dalga geçmeler, müstehzi gülümsemeler epey canımı sıkmıştı.

34 orman fak.

Sonradan öğrendim ki ormanın mühendisliği en eski mühendislik disiplinlerinden biriymiş. 1800’lü yılların başlarında Fransa ve Almanya’da başlayan bilimsel ormancılık öğretimi ülkemize geldiğinde takvimler 1857 yılını gösteriyor. Fransız ormancı Lois Tassy tarafından temeli atılan o okul bugün İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi adını taşıyor ve 157 yıldır ormancılık eğitimi veriyor. Bugünkü devlet ormancılık örgütünün kökeni ise 1839 yılında kurulan Orman Müdürlüğüne kadar uzanıyor. Tarihlerden birinin Tanzimat Fermanı (1839) diğerinin de Islahat Fermanı (1856) ile gösterdiği yakınlık Osmanlı’daki ilerleme arayışları ile ormancılık arasındaki ilişkiye de ışık tutuyor kuşkusuz.

33 622px-Ogm_yeni_logo

Tarihsel süreç içerisinde ormanların kontrolsüz bir şekilde yararlanmaya açık tutulduğu dönemden koruyucu önlemlerin alınmasına; geleneksel orman-toplum ilişkilerinden bilimsel yönetim anlayışına geçişin tetikleyicisi, önceleri sınırsız olarak düşünülen orman kaynaklarının bir sınırının olduğunun ve bu kaynakların giderek tükendiğinin anlaşılması olmuştur. Dolayısıyla hem ormancılık bilimi hem de ormancılık mesleği baskın bir “koruma” geninin etkisi altında şekillenmiştir. Orman kaynaklarından yararlanma talep ve arzularının ormanlara zarar vermesini engelleyen, elimizde kalan ormanların günümüze kadar gelebilmesini sağlayan, bin bir çeşit baskıya karşı ormancıyı ve ormanları dik tutan şey, ormancılık eğitimi yoluyla her bir ormancının bütün hücrelerine empoze edilen bu koruma genidir.

Brundtland KomisyonuOrtak Geleceğimiz” (Our Common Future) adlı raporunu açıklayıp Sürdürülebilir Kalkınma kavramını dünya gündemine yerleştirdiğinde takvim yaprakları 1987 yılını gösteriyordu. “Sürdürülebilirlik” temel bir ilke olarak o tarihten günümüze hemen bütün sektörlere monte edildi; sürdürülebilir turizmden sürdürülebilir tarıma, sürdürülebilir enerjiden sürdürülebilir ulaşıma kadar rengarenk programlar hazırlandı. Oysa ormancılık bu moda ilkeyi en az 200 yıldır biliyor ve kullanıyordu –ki, bu ileri görüşün altında yatan faktör de “koru, koru” diye ormancıların zihinlerine hiç durmadan baskı yapan malum gendi.

Muhafaza (Koruma) Ormanı kavramını Kurtuluş’un hemen sonrasında, 1924 yılında ormancılık mevzuatına sokan da, Milli Park kavramını 1956 yılında Orman Kanunu’na yerleştiren de sözünü ettiğimiz genden başkası değildi elbet. Nasıl olmasın? Ormancılığı ormancılık yapan, ormancıyı oduncundan ayıran bu genin ta kendisi değil mi? Korumayı bilmesek kesip kesip kullanmak için bize ihtiyaç duyarlar mıydı?

1980’lerin ikinci yarısı ve 1990’larda Türkiye özelleştirme ve küreselleşme rüzgarlarıyla doldurmuştu yelkenlerini. Bütün değerleri paraya çevirmek tek ve tartışmasız ilke haline gelmişti. Öyle böyle değil, ormancılara devlet ormanlarını satalım diye ders veren başbakan çıkardı bu ülke. İşini bilen memurlar ve köşe dönme sevdaları yeşermeye başladı orada burada. Yetmedi, siyaset denilen öğütücü gerçek ormancıları bir bir ezmeye, sistemin dışını atmaya başladı. Çıkardıkları yasalarla yetinmeyip nasıl ormancılık yapılacağını da öğretmeye çalıştı dev dişliler.

2000’li yıllar ise bir önceki dönemi mumla aratmaya başlattı. Ormanı orman olarak korumaktan başka her yol mubah oldu. Her yol! Orman yol oldu, orman taş ocağı oldu, orman üniversite oldu, orman otel oldu, orman havaalanı oldu, orman kanal oldu, orman şehir oldu, orman çöplük oldu… Bir tek orman olamadı, orman kalamadı orman. Doğal ormanların göğsüne hançerler saplandı, korumayı, yaşatmayı unutup taneyle dikilen ağaç çevreciliğine(!) terfi ettik top yekün. Ormanla ağaç arasındaki derin uçurumu göremedik ne yazık; yuvalarımızı yıkıp birer birer, tuğla verdiler karşılığında, kandık.

Belki de en kötüsü GDO (Genetiği Değiştirilmiş Ormancı)’ların ortaya çıkması idi bu süreçte. Korumayı itip bir kenara “kullan, ne olursa olsun kullan” şiarının büyüsüne kapılan ormancılar görmeye başladık. Sanki ekonomist azmış gibi ekonomist gözüyle bakan, sanki müteahhit azmış gibi müteahhit gibi davranan, sanki tüccar azmış gibi tüccar hesabıyla çalışan ormancılar.
Bu tip ormancılar belki sınıf arkadaşlarım, belki de öğrencilerim. Henüz azınlıktalar, bunu da biliyorum. Yine de kaygılanıyorum, ne yalan söyleyeyim. Bundandır belki, yol yakınken uyarmak istiyorum meslektaşlarımı:

Açın ve fazla değil iki satır en çok, okuyun mesleğinizin köklerini. Dünyanın neden böyle bir mesleğe ihtiyaç duyduğunu hatırlayın. Öncelikli görevinizin korumak, ne pahasına olursa olsun korumak olduğunu unutmayın. Ekoloji biliyor olmanızın, ekosistem kavramını anlamınızın, o sistemdeki etkileşim mekanizmalarının sonuçlarını görebilmenizin hakkını verin. Bir gün, bir hafta ya da bir yıl sonrasına değil yüz yıl sonrasına bakmak, yüz yıl sonrasına şekil vermek için eğitildiğinizi aklınızın bir köşesinde tutun hep. Alexandre Stheme’in, Hoca Ali Rıza’nın, Bernhard’ın, Heske’nin, Mazhar Diker’in, Esat Muhlis Oksal’ın, Fehim Fırat’ın, Selahattin İnal’ın ve yazarak bitiremeyeceğim onlarca yerli ve yabancı hocanın kemiklerini sızlatmayın.

Eleştirilseniz de, baskı da görseniz, misyonunuzun korumak ve geleceğe, çocuklarımıza değil torunlarımıza aktarmak olduğunu bilin. Bugüne değil geleceğe. Ve sakın! Sakın dokunmayın ve dokundurtmayın ormancılığın genetiğine.

35 Cihan Erdönmez


Dr. Cihan Erdönmez

9 Şubat 2014 Pazar

SUÇ KİMDE?

Herkesin yaşamında hatırladıkça büyük utanç duyduğu, yüzünün kızardığı, unutmak için çaba harcadığı anlar vardır. Ne var ki, o anları unutmak olanaklı değildir asla. Bin bir güzel hatıra saklanır bir köşeye, her öz değerlendirmede o anlar liste başı olur hep.

Ülkeler, uluslar da insanlar gibidir. Ulusların da bu tür yüz kızartıcı hatıraları olur. Kimileri temelsiz bir milliyetçilik duygusuyla bu hatıraları gizlemeye ya da allı pullu kaftanlara sarmaya çalışsa da, tarihin keskin sayfaları utançları utanç olarak kaydeder ve gelecek kuşaklara bütün çıplaklığıyla sunar.

Bana öyle geliyor ki Türkiye böylesi bir utanç dönemini yaşıyor bir süredir. Uzunca bir süredir hatta.
Şunun şurasında bir solukluk demokrasi tarihimiz var ve o tarih şimdiden yalanlar, yolsuzluklar, adaletsizlikler tarihi oldu. Gerçeğin ve doğrunun bu derece değersizleştiği, yalanın ve kandırmacanın bu derece geçer akçe olduğu, prim yaptığı bir dönem elbette bu ülkenin tarihine siyah harflerle, utanç dönemi olarak yazılacaktır.

Sanırım burada asıl sorgulanması gereken konu kandıranlar değil kananlar. Demokrasiyi yalnızca biçim açısından ele aldığımızda çoğunluğun isteklerinin egemen olduğu bir düzen yaratır. Çoğunluğun isteklerinin nasıl şekillendiğidir aslında demokrasinin özü ve genellikle kimse buna bakmaz. Hal böyle olunca "oy" kutsallaşır ve o "oy"a çeşit çeşit kandırmacayla sahip olan da kendini kutsal ve dokunulmaz olarak görmeye başlar.

Yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için "oy"un elbette çok değerli olduğunu vurgulayalım. Sorun "oy"un "oyun"a bu kadar kolay kanıyor olması aslında. Kanımca utanç verici olan da bu. Yoksa her ülkede oayunbazlar olur, olmalıdır da belki, gerçeğin yanlış karşısındaki erdemini anlayabilmek için.

XXX
Ergenekon mahkemesi'nde savunma yapmak suç oldu!

Bilginin bu kadar kolay yayıldığı bir çağda gerçekler nasıl olur da bu kadar kolay karartılabilir? Aslında gerçekler hep ışık saçar. Asıl mesele insanların yüzünü karanlık yerine ışığa çevirebilmektir. İnsanların yüzünü ışığa çevirme sorumluluğu aydın sorumluluğudur. Aydın, yalnızca dibine ışık veren bir mum gibi olursa gerçek aydın değildir. Gerçek aydın bir deniz feneri gibi doğru ile yanlış, iyi ile kötü, tehlikesiz yol ile tehlikeli yol konusunda uyaran, yol gösteren, ışık tutan, kısaca aydınlatan kişidir. Türkiye'nin sorunu bir halk sorunu değil aydın kitlenin sorunudur. Türkiye'nin sorunu halktan kopmuş, halkın sorunlarından uzaklaşmış, kendi çıkarını ve geleceğini her şeyin üstünde tutan aydınların; bilim adamlarının, öğretmenlerin, sanatçıların, yazarların, araştırmacıların, din adamlarının sorunudur. Elbette istisnalar var. Elbette aydın sorumluluğunu layığıyla yerine getirenler var. Ne yazık ki çoğunluğu oluşturmuyorlar. Yalnızca bugün mü? Maalesef geçmişte de. Ne diyordu Karaosmanoğlu'nun Yaban'ında sığındığı köylüden tiksinen Türk aydını Ahmet Cemal;

"Bunun sebebi, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve bu yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinme hakkını kendinde buluyorsun."

O halde sormaya gerek var mı, bunca "oy" bu kirli "oyun"a geliyorsa suç kimde diye?