Yüzyıllar Sonra Montaigne
Dr. Cihan ERDÖNMEZ
Efsanevi
rock müzik grubu Pink Floyd’un yine kendi gibi efsanevi nitelik taşıyan ve Alan
Parker tarafından sinemaya da uyarlanan “The Wall” albümünün bir yerlerinde şu
sözler geçer:
Goodbye cruel world (Elveda zalim dünya)
I’m leaving you today (Terk ediyorum
seni bugün)
Goodbye goodbye goodbye (Elveda elveda elveda)
Goodbye all you people (Elveda tüm
insanlar)
There is nothing you can say (Bir şey yok
söyleyebileceğiniz)
To make me change my mind (Fikrimi değiştirmem için)
Goodbye (Elveda)
Pink Floyd’u
ve müziğini bilenler hem zalim dünyanın nasıl bir şey olduğuna ve hem de onu
terk etme arzusuna aşinadırlar. Sıcak ve soğuk tüm savaşlar, kirlenmiş siyasal
güçler, demokratik kandırmacalar, giderek yok olan doğa ve daha neler neler…
Hayalimizdeki dünyadan uzaklaştığımızı hissettikçe gerçek dünyadan uzaklaşma
isteği daha ağır basmaya, bir kurtuluş gibi görünmeye başlar. Ancak bunu
yapmamak için pek çok neden bulur sereriz ortalığa. En başta sevdiklerimiz
gelir.
Peki ya en
çok sevdiğiniz kişi de sizinle bunu yapmaya hazırsa? Örneğin eşiniz. Hayat
arkadaşınız ölümde de yanınızda olmayı tercih eder mi? Stefan Zweig’ın karısı
Lotte bu tercihi tereddütsüz yapanlardan. Hitler Almanyası’nın yarattığı korku
dünyasından kaçmak için okyanus ötesine bile gitmişlerdi oysa. Ne var ki
dünyanın geleceğine ilişkin derin umutsuzluk, onların beraberce zalim dünyayı
terk etme kararlarını pekiştirdi ve 1942 yılında Rio’da kararlarını
uyguladılar.
Zweig yaşama
tutunmaya çalışmamış mıydı dersiniz? Mutlaka çalışmış olmalı. Birinci Dünya
Savaşı’nda orduda gönüllü olarak görev almış (geri hizmet), zengin bir ailenin
çocuğu olmanın tüm avantajlarından yararlanarak dünyayı dolaşmış ve hiçbir
ekonomik sıkıntı yaşamdan, harika bir villada kendini yıllarca yalnızca işine
verme şansı bulmuş bir kişinin yaşama arzusunu canlandırmaya çalışmadığını
düşünmek pek de olanaklı değil. Bu
arzunun en büyük kanıtlarından biri, bence, 1941 yılında Montaigne üzerine
çalışmaya başlamış olması. Böyle düşünüyorum, çünkü Montaigne okuyan birinin
daha öncekinden şu ya da bu biçimde farklılaştığına inanırım. 20. ya da 21.
yüzyılda “bak işte, tam da aklımdan geçtiği gibi” dediğiniz şeylerin sizden 400
yıl önce düşünülmüş, harmanlanmış ve dile getirilmiş olması karşısında hem bu
büyük insana olan hayranlığınız artar hem de ortak bir insanlık ülküsünün
bütünüyle hayal olmadığına olan inancınız. Bu düşüncemi daha açık ifade edebilmek
için iki ünlü şahsiyetin Montaigne hakkındaki sözlerine sığınmak daha kolay
olacak sanırım. Önce Nietzsche’den başlayalım; şöyle demiş Montaigne için: “ Bir
zamanlar böyle bir insanın yaşamış olması, bugün şu yeryüzünde yaşamanın
hazzını gerçekten artırıyor.” Ardından Béragner’e[1]
kulak verelim: “Montaigne amma da düşünce çalmış benden.”
Montaigne
bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de Denemeler’i ile tanınmıştır. Zaten başka
bir şey yazdığı da pek söylenemez. Denemeler’i ilk kez Türkçeye kazandıran
Sabahattin Eyüboğlu ilk çevirisinin önsözünde şöyle demektedir: “Onunla okuyucu
arasına girecek olan herkes boş sözler söyleme tehlikesine düşer.” Biraz da bu
kaygıdan olacak, Montaigne hakkında başkalarının sözlerini aktarmak daha akılcı
bir yol olarak görünüyor.
Montaigne
ile Zweig’ı buluşturan şey neydi? Bana göre Zweig’ın yaşama tutunma arzusu. Oysa Ahmet Cemal Zweig’ın Montaigne ile
ilgili çalışmasını değerlendirirken bakın ne diyor: “Bu deneme ile karşımıza,
yüzlerce yıl önce, Rönesans’ın ve hümanizmin gerçek bir mirasçısı kimliğiyle
insana dair her şeyi sorgulamaya insandan yola çıkarak başlayan bir düşünür ile
ondan yüzyıllarca sonra insanlığın büyük çöküşünü yine insandan yola çıkarak
sorgulamak peşindeki bir başka büyük düşünürün karşılaşmaları çıkmaktadır.”
Montaigne
Rönesans hümanizminin yarattığı dünya ülküsünün yavaş yavaş yok olmaya
başladığı bir çağda yaşamıştır. Din savaşlarının bütün Avrupa’yı bir uçtan
diğer uca kırıp geçirmesine şahit olmuştur o. Katoliklerle Protestanlar
acımasızca birbirlerini öldürürken bir yandan, barbarlık ve bağnazlık kol
geziyordu Montaigne’in çağında. Gencecik bir çocukken o, Bordeaux’da tuz
vergisine karşı çıkan halk ayaklanmasının vahşice bastırılmasına tanık olmuş,
insanların sokaklarda parçalanmasına, kazıklara geçirilmesine, ölü bedenlerin
leş kargaları tarafından paylaşılmasına şahit olmuştur. Yıkılıp yakılan köyler,
baştan sona kılıçtan geçirilen askeri birlikler ve bütün bunlar yaşanırken dış
dünyada, kendi kendine sürekli “nasıl özgür kalabilirim?” diye soran bir
düşünürdür sözünü ettiğimiz. İki büyük
dünya savaşını yaşama talihsizliğine sahip olan Zweig’a kulak verelim:
“Montaigne’in özgür ve yanıltılması imkansız düşüncelerinin en yardımcı
olabileceği kuşak ise, örneğin bizimkisi gibi, kaderin bir dünya kargaşasının
ortasına fırlatıp attığı bir kuşaktır. Ancak savaşların, zorbalığın, tiranca ideolojilerin
bireyin hayatını –ve yine bu hayat içinde olmak üzere- en değerli özü, bireysel
özgürlüğü tehdit ettiği bir zaman dilimini kendi sarsılmış ruhunda yaşamak
zorunda kalmış olan kişi, sürü kudurmuşluğunun egemenliğindeki böyle zamanlarda
insanın iç dünyasının en derin noktasında yatan “ego”suna sadık kalabilmesinin
ne büyük bir cesaret, dürüstlük ve kararlılık gerektirdiğini bilebilir.
Yalnızca böyle bir insan, dünyada kitlesel bir yıkımın ortasında kendi manevi
ve ahlaki bağımsızlığını lekesiz koruyabilmekten daha güç bir şey olmayacağını
bilir. İnsan, ancak kendisi akıldan, insanlık onurundan yana kuşkuya düşüp
çaresiz kalmışsa eğer, dünya çapında bir kaosun ortasında tek bir kişinin örnek
biçimde dimdik ayakta kalabilmesini övgüyle karşılayabilir.”
Büyük
dedesinin aldığı şatonun yaşamdan izole kıldığı kulesinde; Goethe’nin tabiri
ile “iç kale”sinde, Montaigne kitaplarını yoldaş kılarak özgürlük arayışı
yolculuğuna çıkar, ömrünün sonuna kadar bitiremeyeceği. Çünkü, bilmektedir ki,
dünyayı daha özgür yapabilecekler yalnızca kendi özgürlüğüne sahip
çıkabilenlerdir. Özgürlük yolculuğunun yoldaşının kitaplar olması, onun bilgiye
olan açlığının göstergesidir aslında. İç kalesinde, kitaplarının bulunduğu
çalışma odasının duvarlarına elli dört özdeyiş yazdırmıştır Montaigne. Hepsi
Latince. Yalnızca sonuncusu Fransızcadır: “Que sais-je?”, yani “ne biliyorum?”.
Daha fazla bilmek için hep daha fazla kitap ister. Şöyle der Montaigne
kitapları hakkında: “İstediğim zaman onlarla mutluluğu tadabileceğimden,
yalnızca varlıkları bile beni hoşnut kılmaya yetiyor. Ne savaş ne de barış
zamanlarında yanıma kitap almadan yolculuğa çıktığım olmuştur. Fakat çoğu kez
günler, aylar boyunca kapaklarını açmadığım da olur. Kendi kendime şu ya da bu
kitabı nasılsa bir gün okurum, derim, yarın ya da istediğin herhangi bir zaman…
Kanımca kitaplar, insanın hayat yolculuğunda yanına alabileceği en iyi
besinlerdir.” Zweig Montaigne’i şöyle tanımlar: “Montaigne üşengeç bir okurdur,
okumanın amatörüdür, ama ondan daha iyi, daha akıllı bir okuru ne kendi zamanı
ne de ondan sonraki zamanlar görmüştür.”
Montaigne
için görkemli şatonun kulesi, yani iç kalesi dokunulmazdır. O, zaman zaman
dışarı çıkabilir. Ancak dışardan hiçbir şey içeri giremez. Çünkü o kule ya da o
kale onun özgürlüğünün, dokunulmazlığının sembolü değil aynı zamanda somut
yansımasıdır. 1882 yılında çıkan yangında bütün şato yanar. Bir tek yer hariç;
Montaigne’in kalesi.
Montaigne’in
temel arayışlarından biri de doğal, saf insandır. El değmemiş, kültür insanı
olmayan insanı aramaktadır. Bir gün Rouen’de rastladığı Brezilyalılara[2]
olağanüstü ilgi gösterir. Çünkü onların modern denilen insan gibi özellikleri
bulunmamaktadır. Fiyakalı giysileri, abartılı inançları ve iki yüzlü ahlakları…
Montaigne o insana geri dönüşün mümkün olmadığını bilir. Onu en çok yaralayan
gerçeklerden biri de budur. Ama o insana yaklaşma isteği ve çabasını asla terk
etmez. Ondan 400 yıl sonra Türk edebiyatının en önde gelen isimlerinden
birinin, Yaşar Kemal’in benzer arzuyu dillendirmesi Montaigne’in insanlık
üzerindeki etkilerinin küçük işaretlerinden biridir. Kemal romanlarından
birinde şu düşünceyi ortaya koyar: “Çirkin olan insanlığın en üst kabuğudur.
Adam olan hem kendi kabuğunu, hem insanlığın kabuğunu durmadan soymaya
çalışır.”
Montaigne’i
anlatmaya çalışmak boşuna bir uğraştır. Asıl olan onu anlamaya çalışmaktır. Bu
da sanıldığı kadar kolay değil ne yazık ki. Onun düşünceleri değildir yalnızca
alışılmadık olan, yaşamı da tuhaflıklarla doludur. Zengin bir ailenin çocuğu
olup paraya hiç itibar etmemesi, Latinceyi ana dili olan Fransızcadan daha iyi
bilmesi ve kullanması, çocuklarıyla olan ilişkisinin zayıflığı ve kaç çocuğunun
ölmüş olduğunu bilmediğini itiraf etmesi, babasından yalnızca mal mülk değil
Bordeaux belediye başkanlığının da miras kalmış olması ve iki dönem belediye
başkanlığı yapması, ikinci döneminde şehri esir alan veba salgınından herkesten
önce kaçması, yeri geldiğinde krala bile kafa tutması ve daha neler neler. Son
bir şey daha; onun statüsünde dünyaya gelen bebekler için şatoya bir süt anne
getirilmesi gerekirken, babası Pierre’in onu, daha ana sütünden bile
kesilmeden, Montaigne derebeyliği sınırlarındaki bir orman köyünde, en alt
tabakadan bir oduncu ailenin yanına vermesi ve birkaç yıl Montaigne’in o
koşullarda büyümüş olması. Benzer bir durumu Balzac da yaşamış, ailesi onu dört
yaşına kadar bir jandarma ailesinin yanına vermiştir. Balzac bu nedenle
annesini daima suçlamıştır. Oysa Montaigne babasına, bu kararı yüzünden hep
minnet duyguları beslemiştir. Ona göre, babası kendisinin ayrıcalıklı sınıftan
biri gibi hissetmesini istemiyordu. Böylelikle onu bütün ön yargılardan
uzaklaştırmış olacaktı. Kim bilir Montaigne’in kaderi, belki de, babasının bu
kritik kararıyla, şimdi adını bile bilmediğimiz o orman köyünde çizilmişti!
İKİ BE
Bugün 21
Nisan. İki gün sonra Atatürk’ün kurduğu meclisin 92. yılını kutlayacağız.
Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak. Ulusal egemenlik! Çocuklarımızın
güvencesi. Ulusun egemenliği ve çocuklarımızın geleceğini koruması için seçip
meclise gönderdiğimiz vekiller; kendini aslından daha üstün sanan, talimatla
ellerini kaldırıp indiren, böğürerek yüce meclisin çatısı altında ötekine
saldıran, “büyüklerimiz bilir” tümcesini şiar edinen vekiller. Talimatla
kaldırdılar ellerini yine ve çıkardılar hızlıca: İki be. Huyum olmadığı halde
bu sayfalarda bunlara değinmek, tutamadım kendimi. Protesto etmek için kalkan o
elleri, sustum ben ve sözü üstat Yaşar Kemal’e bıraktım. 60’larda yazdığı
“Kuşlar da Gitti” romanından bir parça. Olduğu gibi. İmla karakteristiğine bile
dokunmadan:
“Şu İstanbul kurulmadan önce de, buraya, Florya düzlüğüne bu
küçük kuşlar, nereden gelip nereye gidiyorlarsa bu kurumuş dikenlerin üstüne
renk renk yağarlardı, dikenlerin tohumlarını yer güçlenir, kanatlarını açıp
sert aralık yellerinin önüne düşüp dünyanın başka yerlerine, başka dikenlerine
giderlerdi. Belki yuvaları dikensiz, uçsuz bucaksız, kuş uçmaz kervan geçmez
bir ovadaydı. Bu uçsuz bucaksız ovaya, uzun otların arasına kuşlar milyonlarca
yuva yapıp yumurtalarını bu yuvalara bırakıp, üstlerine yatarlardı, sıcacık,
ana olmanın sonsuz mutluluğunda… Ve erkekler kuluçkadaki dişilerine incecik,
küçücük diken tohumları taşırlardı. Yumurtadan çıkan milyonlarca küçücük, birer
böcek kadar küçücük yavrular kocaman ağızlarını şamatayla açıp yiyecek
beklerlerdi. Ova ağzına kadar çiçek açardı. Belki yavrular diken tohumu değil
de incecik çiçek tohumlarını severlerdi.
İstanbul yeni kurulduğunda burası, şu ormanın yeri,
Yeşilköyün, Şenlikköyün, Bakırköyün yeri, Floryanın koyağı belki de böyle,
sonsuz, uçsuz bucaksız dikenlikti, o uçsuz bucaksız ovada doğmuş milyonlarca
kuş bir ışık, renk yağmuru gibi dikenliğe yağardı. Belki de bir dikenli yamaçta,
belki de ormanda doğmuştu bu kuşlar… Belki de…
Romanın, Bizansın, Osmanlıların çocukları türlü tuzaklarla,
ökselerle bu kuşları yakalarlardı. Ve o günden bu yana kafeslerde, kilise,
cami, havra önünde kuşlar, kocaman kafeslerde çırpınarak kurtarılmayı beklerlerdi.
Bu insanlığın, kuşluğun bir geleneği olmuştu.
Günler yıllar geçtikçe dikenlik küçüldü, Şenlikköy,
Yeşilköy, Ambarlı, Cennet Mahallesi, Telsizler, Menekşe, Florya, Basınköy
kuruldu. Floryanın o güzelim menekşe dolu koyağına çirkinin çirkini beton apartmanlar
yığdılar. İşte kuşlara bu küçücük yer kaldı, denizle orman, Menekşeyle Basınköy
arası… Ve kuşlar her yıl gelip bu küçücük dikenliğe sığınıyorlar. Geçen yıl bu
dikenliğin sahibi de burasını, parselledi, metrekaresini üç yüz, beş yüz
liradan okuttu yeni zenginlere… Altına hücum gibi arsaya hücum başladı
İstanbulda… Bir karış arsa için İstanbulun bu aç gözlü canavarları
birbirlerinin gözlerini oyacak, birbirlerinin ırzlarına geçecek, birbirlerini
boğazlayacak, kıtır kıtır kesecekler. Bir avuçluk arsa toprağı için. Gelecek
yıl işte burada, şu bakır rengi dikenliğin yerinde için bulanmadan
bakamayacağın çirkin beton apartmanlar, villalar yükselecek. Sokaklarında
yalnız birbirlerine gösteriş yapmak, para para, yalnız para kazanmak için
yaşayan, insanlıklarını unutmuş yaratıklar caka satacaklar. Otomobiller yüz
elli, iki yüz kilometreyle Londra asfaltında insan ezerek buraya girecek… Belki
kuşlar çok derin, eski bir içgüdüyle buraya, o zaman kesilmiş olacak olan şu
ulu çınarın üstüne, göğüne uğrayacaklar, bir an duraklayıp bir şeyler arayacak,
bir şeyleri anımsamaya çalışacak, beton yığını evlerin üstünde küme küme
dolaşacak, konacak bir yer bulamayıp bir uzak keder gibi başlarını alıp çekip
gidecekler.”
Not: Bu yazı
Türkiye Ormancılar Derneğinin yayın organı olan Orman ve Av Dergisi için
hazırlanmış ve bu derginin Mart-Nisan 2012 sayısında Doğa ve Kültür bölümünde
yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder