Etiketler

Denemeler (12) Diğer (28) Makaleler (18) Şiirler (45)

22 Mayıs 2012 Salı

Montaigne

Yüzyıllar Sonra Montaigne


Dr. Cihan ERDÖNMEZ

Efsanevi rock müzik grubu Pink Floyd’un yine kendi gibi efsanevi nitelik taşıyan ve Alan Parker tarafından sinemaya da uyarlanan “The Wall” albümünün bir yerlerinde şu sözler geçer:

Goodbye cruel world                                    (Elveda zalim dünya)
I’m leaving you today                                  (Terk ediyorum seni bugün)
Goodbye goodbye goodbye                       (Elveda elveda elveda)
Goodbye all you people                              (Elveda tüm insanlar)
There is nothing you can say                     (Bir şey yok söyleyebileceğiniz)
To make me change my mind                   (Fikrimi değiştirmem için)
Goodbye                                                        (Elveda)

Pink Floyd’u ve müziğini bilenler hem zalim dünyanın nasıl bir şey olduğuna ve hem de onu terk etme arzusuna aşinadırlar. Sıcak ve soğuk tüm savaşlar, kirlenmiş siyasal güçler, demokratik kandırmacalar, giderek yok olan doğa ve daha neler neler… Hayalimizdeki dünyadan uzaklaştığımızı hissettikçe gerçek dünyadan uzaklaşma isteği daha ağır basmaya, bir kurtuluş gibi görünmeye başlar. Ancak bunu yapmamak için pek çok neden bulur sereriz ortalığa. En başta sevdiklerimiz gelir.

Peki ya en çok sevdiğiniz kişi de sizinle bunu yapmaya hazırsa? Örneğin eşiniz. Hayat arkadaşınız ölümde de yanınızda olmayı tercih eder mi? Stefan Zweig’ın karısı Lotte bu tercihi tereddütsüz yapanlardan. Hitler Almanyası’nın yarattığı korku dünyasından kaçmak için okyanus ötesine bile gitmişlerdi oysa. Ne var ki dünyanın geleceğine ilişkin derin umutsuzluk, onların beraberce zalim dünyayı terk etme kararlarını pekiştirdi ve 1942 yılında Rio’da kararlarını uyguladılar.

Zweig yaşama tutunmaya çalışmamış mıydı dersiniz? Mutlaka çalışmış olmalı. Birinci Dünya Savaşı’nda orduda gönüllü olarak görev almış (geri hizmet), zengin bir ailenin çocuğu olmanın tüm avantajlarından yararlanarak dünyayı dolaşmış ve hiçbir ekonomik sıkıntı yaşamdan, harika bir villada kendini yıllarca yalnızca işine verme şansı bulmuş bir kişinin yaşama arzusunu canlandırmaya çalışmadığını düşünmek pek de olanaklı değil.  Bu arzunun en büyük kanıtlarından biri, bence, 1941 yılında Montaigne üzerine çalışmaya başlamış olması. Böyle düşünüyorum, çünkü Montaigne okuyan birinin daha öncekinden şu ya da bu biçimde farklılaştığına inanırım. 20. ya da 21. yüzyılda “bak işte, tam da aklımdan geçtiği gibi” dediğiniz şeylerin sizden 400 yıl önce düşünülmüş, harmanlanmış ve dile getirilmiş olması karşısında hem bu büyük insana olan hayranlığınız artar hem de ortak bir insanlık ülküsünün bütünüyle hayal olmadığına olan inancınız. Bu düşüncemi daha açık ifade edebilmek için iki ünlü şahsiyetin Montaigne hakkındaki sözlerine sığınmak daha kolay olacak sanırım. Önce Nietzsche’den başlayalım; şöyle demiş Montaigne için: “ Bir zamanlar böyle bir insanın yaşamış olması, bugün şu yeryüzünde yaşamanın hazzını gerçekten artırıyor.” Ardından Béragner’e[1] kulak verelim: “Montaigne amma da düşünce çalmış benden.”

Montaigne bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de Denemeler’i ile tanınmıştır. Zaten başka bir şey yazdığı da pek söylenemez. Denemeler’i ilk kez Türkçeye kazandıran Sabahattin Eyüboğlu ilk çevirisinin önsözünde şöyle demektedir: “Onunla okuyucu arasına girecek olan herkes boş sözler söyleme tehlikesine düşer.” Biraz da bu kaygıdan olacak, Montaigne hakkında başkalarının sözlerini aktarmak daha akılcı bir yol olarak görünüyor.
Montaigne ile Zweig’ı buluşturan şey neydi? Bana göre Zweig’ın yaşama tutunma arzusu.  Oysa Ahmet Cemal Zweig’ın Montaigne ile ilgili çalışmasını değerlendirirken bakın ne diyor: “Bu deneme ile karşımıza, yüzlerce yıl önce, Rönesans’ın ve hümanizmin gerçek bir mirasçısı kimliğiyle insana dair her şeyi sorgulamaya insandan yola çıkarak başlayan bir düşünür ile ondan yüzyıllarca sonra insanlığın büyük çöküşünü yine insandan yola çıkarak sorgulamak peşindeki bir başka büyük düşünürün karşılaşmaları çıkmaktadır.”

Montaigne Rönesans hümanizminin yarattığı dünya ülküsünün yavaş yavaş yok olmaya başladığı bir çağda yaşamıştır. Din savaşlarının bütün Avrupa’yı bir uçtan diğer uca kırıp geçirmesine şahit olmuştur o. Katoliklerle Protestanlar acımasızca birbirlerini öldürürken bir yandan, barbarlık ve bağnazlık kol geziyordu Montaigne’in çağında. Gencecik bir çocukken o, Bordeaux’da tuz vergisine karşı çıkan halk ayaklanmasının vahşice bastırılmasına tanık olmuş, insanların sokaklarda parçalanmasına, kazıklara geçirilmesine, ölü bedenlerin leş kargaları tarafından paylaşılmasına şahit olmuştur. Yıkılıp yakılan köyler, baştan sona kılıçtan geçirilen askeri birlikler ve bütün bunlar yaşanırken dış dünyada, kendi kendine sürekli “nasıl özgür kalabilirim?” diye soran bir düşünürdür sözünü ettiğimiz.  İki büyük dünya savaşını yaşama talihsizliğine sahip olan Zweig’a kulak verelim: “Montaigne’in özgür ve yanıltılması imkansız düşüncelerinin en yardımcı olabileceği kuşak ise, örneğin bizimkisi gibi, kaderin bir dünya kargaşasının ortasına fırlatıp attığı bir kuşaktır. Ancak savaşların, zorbalığın, tiranca ideolojilerin bireyin hayatını –ve yine bu hayat içinde olmak üzere- en değerli özü, bireysel özgürlüğü tehdit ettiği bir zaman dilimini kendi sarsılmış ruhunda yaşamak zorunda kalmış olan kişi, sürü kudurmuşluğunun egemenliğindeki böyle zamanlarda insanın iç dünyasının en derin noktasında yatan “ego”suna sadık kalabilmesinin ne büyük bir cesaret, dürüstlük ve kararlılık gerektirdiğini bilebilir. Yalnızca böyle bir insan, dünyada kitlesel bir yıkımın ortasında kendi manevi ve ahlaki bağımsızlığını lekesiz koruyabilmekten daha güç bir şey olmayacağını bilir. İnsan, ancak kendisi akıldan, insanlık onurundan yana kuşkuya düşüp çaresiz kalmışsa eğer, dünya çapında bir kaosun ortasında tek bir kişinin örnek biçimde dimdik ayakta kalabilmesini övgüyle karşılayabilir.”

Büyük dedesinin aldığı şatonun yaşamdan izole kıldığı kulesinde; Goethe’nin tabiri ile “iç kale”sinde, Montaigne kitaplarını yoldaş kılarak özgürlük arayışı yolculuğuna çıkar, ömrünün sonuna kadar bitiremeyeceği. Çünkü, bilmektedir ki, dünyayı daha özgür yapabilecekler yalnızca kendi özgürlüğüne sahip çıkabilenlerdir. Özgürlük yolculuğunun yoldaşının kitaplar olması, onun bilgiye olan açlığının göstergesidir aslında. İç kalesinde, kitaplarının bulunduğu çalışma odasının duvarlarına elli dört özdeyiş yazdırmıştır Montaigne. Hepsi Latince. Yalnızca sonuncusu Fransızcadır: “Que sais-je?”, yani “ne biliyorum?”. Daha fazla bilmek için hep daha fazla kitap ister. Şöyle der Montaigne kitapları hakkında: “İstediğim zaman onlarla mutluluğu tadabileceğimden, yalnızca varlıkları bile beni hoşnut kılmaya yetiyor. Ne savaş ne de barış zamanlarında yanıma kitap almadan yolculuğa çıktığım olmuştur. Fakat çoğu kez günler, aylar boyunca kapaklarını açmadığım da olur. Kendi kendime şu ya da bu kitabı nasılsa bir gün okurum, derim, yarın ya da istediğin herhangi bir zaman… Kanımca kitaplar, insanın hayat yolculuğunda yanına alabileceği en iyi besinlerdir.” Zweig Montaigne’i şöyle tanımlar: “Montaigne üşengeç bir okurdur, okumanın amatörüdür, ama ondan daha iyi, daha akıllı bir okuru ne kendi zamanı ne de ondan sonraki zamanlar görmüştür.”

Montaigne için görkemli şatonun kulesi, yani iç kalesi dokunulmazdır. O, zaman zaman dışarı çıkabilir. Ancak dışardan hiçbir şey içeri giremez. Çünkü o kule ya da o kale onun özgürlüğünün, dokunulmazlığının sembolü değil aynı zamanda somut yansımasıdır. 1882 yılında çıkan yangında bütün şato yanar. Bir tek yer hariç; Montaigne’in kalesi.
Montaigne’in temel arayışlarından biri de doğal, saf insandır. El değmemiş, kültür insanı olmayan insanı aramaktadır. Bir gün Rouen’de rastladığı Brezilyalılara[2] olağanüstü ilgi gösterir. Çünkü onların modern denilen insan gibi özellikleri bulunmamaktadır. Fiyakalı giysileri, abartılı inançları ve iki yüzlü ahlakları… Montaigne o insana geri dönüşün mümkün olmadığını bilir. Onu en çok yaralayan gerçeklerden biri de budur. Ama o insana yaklaşma isteği ve çabasını asla terk etmez. Ondan 400 yıl sonra Türk edebiyatının en önde gelen isimlerinden birinin, Yaşar Kemal’in benzer arzuyu dillendirmesi Montaigne’in insanlık üzerindeki etkilerinin küçük işaretlerinden biridir. Kemal romanlarından birinde şu düşünceyi ortaya koyar: “Çirkin olan insanlığın en üst kabuğudur. Adam olan hem kendi kabuğunu, hem insanlığın kabuğunu durmadan soymaya çalışır.”

Montaigne’i anlatmaya çalışmak boşuna bir uğraştır. Asıl olan onu anlamaya çalışmaktır. Bu da sanıldığı kadar kolay değil ne yazık ki. Onun düşünceleri değildir yalnızca alışılmadık olan, yaşamı da tuhaflıklarla doludur. Zengin bir ailenin çocuğu olup paraya hiç itibar etmemesi, Latinceyi ana dili olan Fransızcadan daha iyi bilmesi ve kullanması, çocuklarıyla olan ilişkisinin zayıflığı ve kaç çocuğunun ölmüş olduğunu bilmediğini itiraf etmesi, babasından yalnızca mal mülk değil Bordeaux belediye başkanlığının da miras kalmış olması ve iki dönem belediye başkanlığı yapması, ikinci döneminde şehri esir alan veba salgınından herkesten önce kaçması, yeri geldiğinde krala bile kafa tutması ve daha neler neler. Son bir şey daha; onun statüsünde dünyaya gelen bebekler için şatoya bir süt anne getirilmesi gerekirken, babası Pierre’in onu, daha ana sütünden bile kesilmeden, Montaigne derebeyliği sınırlarındaki bir orman köyünde, en alt tabakadan bir oduncu ailenin yanına vermesi ve birkaç yıl Montaigne’in o koşullarda büyümüş olması. Benzer bir durumu Balzac da yaşamış, ailesi onu dört yaşına kadar bir jandarma ailesinin yanına vermiştir. Balzac bu nedenle annesini daima suçlamıştır. Oysa Montaigne babasına, bu kararı yüzünden hep minnet duyguları beslemiştir. Ona göre, babası kendisinin ayrıcalıklı sınıftan biri gibi hissetmesini istemiyordu. Böylelikle onu bütün ön yargılardan uzaklaştırmış olacaktı. Kim bilir Montaigne’in kaderi, belki de, babasının bu kritik kararıyla, şimdi adını bile bilmediğimiz o orman köyünde çizilmişti!


İKİ BE
Bugün 21 Nisan. İki gün sonra Atatürk’ün kurduğu meclisin 92. yılını kutlayacağız. Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak. Ulusal egemenlik! Çocuklarımızın güvencesi. Ulusun egemenliği ve çocuklarımızın geleceğini koruması için seçip meclise gönderdiğimiz vekiller; kendini aslından daha üstün sanan, talimatla ellerini kaldırıp indiren, böğürerek yüce meclisin çatısı altında ötekine saldıran, “büyüklerimiz bilir” tümcesini şiar edinen vekiller. Talimatla kaldırdılar ellerini yine ve çıkardılar hızlıca: İki be. Huyum olmadığı halde bu sayfalarda bunlara değinmek, tutamadım kendimi. Protesto etmek için kalkan o elleri, sustum ben ve sözü üstat Yaşar Kemal’e bıraktım. 60’larda yazdığı “Kuşlar da Gitti” romanından bir parça. Olduğu gibi. İmla karakteristiğine bile dokunmadan:
“Şu İstanbul kurulmadan önce de, buraya, Florya düzlüğüne bu küçük kuşlar, nereden gelip nereye gidiyorlarsa bu kurumuş dikenlerin üstüne renk renk yağarlardı, dikenlerin tohumlarını yer güçlenir, kanatlarını açıp sert aralık yellerinin önüne düşüp dünyanın başka yerlerine, başka dikenlerine giderlerdi. Belki yuvaları dikensiz, uçsuz bucaksız, kuş uçmaz kervan geçmez bir ovadaydı. Bu uçsuz bucaksız ovaya, uzun otların arasına kuşlar milyonlarca yuva yapıp yumurtalarını bu yuvalara bırakıp, üstlerine yatarlardı, sıcacık, ana olmanın sonsuz mutluluğunda… Ve erkekler kuluçkadaki dişilerine incecik, küçücük diken tohumları taşırlardı. Yumurtadan çıkan milyonlarca küçücük, birer böcek kadar küçücük yavrular kocaman ağızlarını şamatayla açıp yiyecek beklerlerdi. Ova ağzına kadar çiçek açardı. Belki yavrular diken tohumu değil de incecik çiçek tohumlarını severlerdi.
İstanbul yeni kurulduğunda burası, şu ormanın yeri, Yeşilköyün, Şenlikköyün, Bakırköyün yeri, Floryanın koyağı belki de böyle, sonsuz, uçsuz bucaksız dikenlikti, o uçsuz bucaksız ovada doğmuş milyonlarca kuş bir ışık, renk yağmuru gibi dikenliğe yağardı. Belki de bir dikenli yamaçta, belki de ormanda doğmuştu bu kuşlar… Belki de…
Romanın, Bizansın, Osmanlıların çocukları türlü tuzaklarla, ökselerle bu kuşları yakalarlardı. Ve o günden bu yana kafeslerde, kilise, cami, havra önünde kuşlar, kocaman kafeslerde çırpınarak kurtarılmayı beklerlerdi. Bu insanlığın, kuşluğun bir geleneği olmuştu.
Günler yıllar geçtikçe dikenlik küçüldü, Şenlikköy, Yeşilköy, Ambarlı, Cennet Mahallesi, Telsizler, Menekşe, Florya, Basınköy kuruldu. Floryanın o güzelim menekşe dolu koyağına çirkinin çirkini beton apartmanlar yığdılar. İşte kuşlara bu küçücük yer kaldı, denizle orman, Menekşeyle Basınköy arası… Ve kuşlar her yıl gelip bu küçücük dikenliğe sığınıyorlar. Geçen yıl bu dikenliğin sahibi de burasını, parselledi, metrekaresini üç yüz, beş yüz liradan okuttu yeni zenginlere… Altına hücum gibi arsaya hücum başladı İstanbulda… Bir karış arsa için İstanbulun bu aç gözlü canavarları birbirlerinin gözlerini oyacak, birbirlerinin ırzlarına geçecek, birbirlerini boğazlayacak, kıtır kıtır kesecekler. Bir avuçluk arsa toprağı için. Gelecek yıl işte burada, şu bakır rengi dikenliğin yerinde için bulanmadan bakamayacağın çirkin beton apartmanlar, villalar yükselecek. Sokaklarında yalnız birbirlerine gösteriş yapmak, para para, yalnız para kazanmak için yaşayan, insanlıklarını unutmuş yaratıklar caka satacaklar. Otomobiller yüz elli, iki yüz kilometreyle Londra asfaltında insan ezerek buraya girecek… Belki kuşlar çok derin, eski bir içgüdüyle buraya, o zaman kesilmiş olacak olan şu ulu çınarın üstüne, göğüne uğrayacaklar, bir an duraklayıp bir şeyler arayacak, bir şeyleri anımsamaya çalışacak, beton yığını evlerin üstünde küme küme dolaşacak, konacak bir yer bulamayıp bir uzak keder gibi başlarını alıp çekip gidecekler.”
Not: Bu yazı Türkiye Ormancılar Derneğinin yayın organı olan Orman ve Av Dergisi için hazırlanmış ve bu derginin Mart-Nisan 2012 sayısında Doğa ve Kültür bölümünde yayımlanmıştır.







[1] Pierre-Jean de Béragner (1780-1857); Fransız şair.
[2] Devir aynı zamanda coğrafi keşifler, sömürgeler ve Avrupa’ya taşınan köleler devridir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder