Etiketler

Denemeler (12) Diğer (28) Makaleler (18) Şiirler (45)

22 Mayıs 2012 Salı

Robin Hood'dan Günümüze Avcılık

Dr. Cihan ERDÖNMEZ

Çocukluğum türlü macera ve kahramanlık filmlerini izleyerek geçti. Tek kanallı siyah-beyaz televizyon yıllarında, akşam başrolünde Cüneyt Arkın ya da Kartal Tibet’in oynadığı bir film varsa eğer içim içime sığmazdı. Zaman zaman okullara sinema gelirdi ki (evet benim kuşağım okullara sinema gelmesinin anlamını bilir), işte o günler tamamıyla şölen havasında geçerdi. Düşünsenize, hem dersler kırılmış olacak hem de en sevdiğimiz arkadaşlarımızla Kara Murat serisinden bir filmi bilmem kaçıncı kez keyifle izleme fırsatı bulacaktık. Çocukluk işte!

Sanırım çocukluktan biraz daha ileri yaşlardaydım Robin Hood ile tanıştığımda. Hani şu Sherwood Ormanı’nın esrarengiz kahramanı. Zenginden alıp yoksula veren. İngilizce tabiri ile “robbing from the rich and giving to the poor.” Çok değil iki hafta önce bu yazıyı kafamda tasarlarken ve bazı araştırmalar yaparken fark ettim “Robin Hood “adındaki Robin kısmının işte bu tabirdeki “robbing” sözcüğünden geldiğini. O dönemler bana ve benim kuşağıma Robin Hood’u en sevilen kahramanlardan biri olarak ezberlettiren filmler, son yıllarda çekilenler gibi değildi, kuşkusuz. Şimdilerde hem senaryo hem de teknik açıdan olağanüstü versiyonları çekiliyor. Galiba sonuncusunu 2010 yılında Ridley Scott çekti. Başrolünde Russel Crowe’un oynadığı ve Gladyatör’den sonra bizi bir kez daha kendisine hayran bıraktığı. Bu arada 1991 yılında Kevin Reynolds tarafından çekilen ve başrolünü Kevin Costner’ın oynadığı versiyonuna da ayrı bir parantez açmak ve bu parantezin içine Bryan Adams’ın bu film için yapmış olduğu eşsiz müzik eserlerinden biri olan “Everything I Do I Do It for You”yu katmak gerekir.
Okuyuculardan bazıları bu yazının nereye varacağını merak etmeye başlamış olabilirler. Öyküyü (ya da efsaneyi) bilenler hatırlar, gücünü İngiltere Kralı’ndan alan Nottingham Şerifi yörenin yoksul halkına uyguladığı bin bir çeşit zulümle iktidarını sürmektedir. Öyle ki, bölge ormanları kraliyet mülkiyetinde olduğu için yoksul halkın karınlarını doyurmak için bile olsa bu ormanlarda avlanması yasaklanmıştır. Günümüzde söz konusu ormanlar Ulusal Doğa Rezervi statüsünde koruma altına alınmış durumdadır.
Peki, bütün bunları hatırlamama yol açan şey neydi? Şuydu;  güzel ülkemin bol maddeli ve şaşaalı gündemi olanca hızı ile devam ederken, ünlü iş adamı Cem Boyner’in [1] “Ceo Life” adlı derginin Aralık 2011 sayısında kaleme aldığı bol aksiyonlu ve kanlı yazı elbette. Her ne kadar yazının özgün metnini okuyamasam da ondan yapılan alıntılar tamamını okumam konusunda oldukça caydırıcı oldu. Yunan mitolojisi (ve ünlü Truva efsanesi) kahramanlarından biri olan İmparator Aşil’den esinlenilerek “Aşil’in Topuğu” başlığını taşıyan yazı, bir zamanlar aşil tendonu yırtılmış ve bundan çok çekmiş birisi olarak beni bir kat daha fazla etkileme olasılığına sahipti zira. Sanırım Sayın Boyner’in Aşil’den kastı, yazısında ballandıra ballandıra bahsettiği ve defalarca vurup kanlar içinde bırakmasına rağmen kendine doğru koşmaya devam eden bufalo olsa gerek. Herhalde o bufalo Sayın Boyner’i biraz hırpalayabilseydi, ünlü bir Türk büyüğünü üstünden atıp tekmeleyen at “Cihan” (kaderin şu işine bakın ki o da adaşım çıktı) gibi, bir kısım azınlık Türk’ün gönlündeki kahraman hayvanlar köşesinde kendisine yer edinecekti.
Öyle görünüyor ki, adında “Av” olan bir dergide yazılabilecek en tehlikeli yazılardan birine giriş yapmak için lafı epeyce dolandırdım. Sanırım bir tür otokontrol olsa gerek bu. Ben kendimi yeterince kontrol ettiğime göre, bundan sonrası sevgili editörümüz Sezgin’in işi deyip sine-i yare dokunma fazına geçiş yapalım.
Öncelikle şunu söylemeliyim ki, asırlık olmasına çok az bir süre kalan derneğimizin yayın organının ismindeki “av” sözcüğü kim tarafından ve ne amaçla konulmuş bilemiyorum. Bunu öğrenmek için giriştiğim kısa süreli çaba ne yazık ki bir sonuç üretmedi.
Avcılıkla ilgili erişme şansına sahip olduğum sınırlı sayıda kaynak bu faaliyetin insan var olduğu günden beri süregeldiğini belirtiyor ki bunda yadırganacak hiçbir şey yok. Sanırım bunu saptamak için bilimsel yöntemler kullanmaya da gerek yok. Maslow’un gereksinmeler hiyerarşisinin birinci basamağında yer alan beslenme ihtiyacının o ya da bu biçimde avlanma olmadan salt toplayıcılık ile karşılanması olanaklı değil elbette.

En ilkel insandan günümüz insanına, tarih boyunca insanoğlunun beslenme ihtiyacını karşılamak amacıyla avlanmasına ya da daha geniş bir ifadeyle hayvanlardan yararlanmasına, ne kadar içimiz sızlasa da söyleyecek bir şey bulmak kolay değil. İnsanoğlunun hayvanlarla ilişkisindeki vahşilik ve acımasızlığa bir tepki olması amacıyla yaşamının bir bölümünü vejetaryen olarak geçirmiş birisi olarak, hayvanlar aleminin sunmuş olduğu gıdalardan yararlanmadan sağlıklı bir beslenmenin olamayacağını deneyimlemiş durumdayım. Sorun da burada değil aslında.

Peki sorun nerede? Ben sorunu üç başlık altında topluyorum. Bunlardan birincisi, avcılığın bir sosyal statü göstergesi olarak algılanmasıdır. Elbette bu ifade bütün avcılık meraklılarını içermez. Ama önemli bir avcı grubunu da, hiç kuşku yok ki, hükmü altına almaktadır. Bu tarihte de böyle olmuştur günümüzde de. Avcılıkla ilgili yazılmış sınırlı sayıdaki bilimsel eserden biri olan “Av ve Avcılık Kitabı”ndan[2] yaptığım şu alıntı sanırım ne demek istediğimi daha iyi anlatacaktır:

“Av bir iktidar göstergesidir. Av; gücü sembolize eder, muktedir ve iktidarda olmayı temsil eder. Hükümran taraf ile tabi tarafı kesin çizgiyle ikiye ayırır… Hükümdar avcıdır. Avcı kuşlar da bu nedenle iktidar simgesidir. İktidarın düzenini yansıtır biçimde, hükümdarın çevresinde maiyeti bulunur, av partisi bir nizam ve merasim çerçevesinde gerçekleşir.

Avlanan hayvan ne kadar güçlü ve ihtişamlı olursa hükümdarın gücü de o oranda büyür. Bu sebeple hükümdarlar, kahramanlar; aslan, kaplan avlarlar, ejderha öldürürler.”

Sanırım Sayın Boyner’in koca bir bufaloyu nasıl öldürdüğünü, büyük bir marifetmiş gibi, detaylandırarak anlatması da, hükümdarların av partilerini eşsiz bir tören havasına sokması da ve sıradan avcıların av maceralarını bire bin katarak anlatmaları, bu yolla fıkralara konu olmaları da aynı güç ve iktidar gösterisi arayışının sonucu olsa gerek.

Robin Hood’dan bahsederken ormanların yoksul köylüler için ava kapatılmasından söz etmiştik. Biraz merakı olanlar benzer örnekleri kendi tarihimizde de görebileceklerdir. Bu konudaki kapsamlı çalışmasını bilimsel bir makaleye dönüştüren Güler Yarcı[3] şunları dile getirmektedir:

“Osmanlı Hukukunda bu maksatla yapılan düzenlemeler ilk devirlerden itibaren emirname, yasakname, nizamname veya doğrudan kanunnameler vasıtasıyla gerçekleştirilmiş, çeşitli vergi ve cezai müeyyidelerle av faaliyetleri denetim altında tutulmuştur. Her devirde, avcılıkla ilgili imtiyaz ve muafiyet tanınan şahıs ve zümreler olmuştur.”

Alıntının son cümlesinin ne derece önemli olduğuna bir kez daha dikkat çekmek isterim; “imtiyazlı şahıs ve zümreler.” Yarcı makalenin devam eden kısmında tarihleriyle birlikte pek çok yasaklayıcı düzenleme örneği sıralamaktadır.

Türk kültüründe av ve avcılığın yeri oldukça önemlidir ve bununla ilgili ciddi çalışmalardan da söz edilebilir. Belki de “avcı” lakabı taşıyan tek hükümdar bizim tarihimizde yer almaktadır. Malumunuz, en karışık dönemlerde bile devlet işlerini bir kenara bırakarak av partileri düzenlemekten geri kalmayan IV. Mehmed’e “Avcı Mehmed” de denilmektedir. Konuya daha fazla ilgi duyanlarıa araştırmacı Alev Özbil’in “Üç Yabancının Kaleminden Avcı Mehmed ve Av” adlı çalışmasını mutlaka okumalarını öneririm.

Avcılık konusunun ikinci önemli sorunu, bu faaliyetin ısrarla sportif bir etkinlik kategorisine sokulmaya çalışılmasında ve bir oyun olarak değerlendirilmesinde yatmaktadır. Bunun bariz kanıtı olarak da İngilizcede av faaliyeti için “hunting” sözcüğü ile birlikte asıl karşılığı “oyun” olan “game” sözcüğünün de kullanılıyor olması gösterilebilir. Bu cümleyi yazarken aklıma gelen ve üzerinde fazlaca araştırma yapma şansım olmadığı için temkinli davranarak belirtmek istediğim bir konu da “Oyun Kuramı (Game Theory)”dır. Temelde stratejik bir karar verme yöntemi olarak da ifade edilebilecek olan kuram, rasyonel davranışı belirlemek için diğerlerinin seçimlerine dayalı seçimler yapmayı salık vermektedir ki bu yönüyle avcının av karşısındaki seçimleri ile ilişkilendirmek hiç de hatalı görünmemektedir.



Avcılık bir spor değildir. Bunun için hiçbir bilimsel dayanak aramaya ya da kaynak gösterme çabasına gerek bulunmaz. Çünkü sporla şu ya da bu biçimde, kıyısından köşesinden de olsa ilgilenen ve hatta spora olan ilgisi ülkemizin futbol düzleminden öteye bile gidemeyen herkes bilir ki, bir faaliyetin spor olabilmesi için tarafların göreceli olarak da olsa eşit koşullarda mücadeleye başlamaları gerekmektedir. Bu açıdan Eski Roma’da kölelerin ve savaş esirlerinin arenalarda birbirleriyle ya da vahşi hayvanlarla dövüştürülmeleri bile, elbette spor olmasa da, avcılıktan daha yakındır spora.



Yine bilimsel bir dayanak ya da kaynağa ihtiyaç duymadan söyleyebilirim ki, avcılık bir oyun değildir. Çünkü taraflardan birinin canını kaybettiği bir oyun olamaz. Ve çok sevdiğim bir dostumun bana gösterdiği üzere, bir şeyin oyun olabilmesi için iki tarafın da bunun oyun olduğunu biliyor olması gerekir.



Avcılıkla ilgili üçüncü temel sorun ise avcıların şu iddiasında yatmaktadır:



“Biz doğanın dengesinin korunmasına, bozulan dengenin yeniden sağlanmasına katkıda bulunuyoruz.”



Doğanın dengesi insanın doğal bir varlıktan kültürel bir varlığa dönüşmesiyle; şehirler kurması, endüstriyi yaratması, artan ihtiyaçlarını karşılamak için her gün yeni teknolojiler üretmesi ve bu teknolojileri, barınmadan beslenmeye en temel ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla kullanmasıyla bozulmuştur. Doğanın dengesinin bozulmasında tarımda daha fazla ürün elde etmek için kimyasalların kullanılması nasıl bir etki yarattıysa, daha kolay avlanmak için geliştirilen yöntem ve teknikler de aynı etkiyi yaratmıştır. Avcılık nedeniyle yok olma tehlikesi yaşayan binlerce tür bir kenarda dururken, istisnai birkaç örneğe bakarak avcılığın doğanın dengesini sağlama işlevi gördüğünü dile getirmek aşırı iyimserlikten başka bir şey olmasa gerekir. Sanırım doğanın ve insan dışındaki canlıların dile gelip konuşma şansları olsaydı “bizden uzak durun, en büyük iyiliğiniz bu olur” derlerdi.



Yeri gelmişken saygıyla analım; hocamız Uçkun Geray’ın en fazla önem verdiği konulardan biri de av ve avcılıktı. Ülkemizin av kaynaklarının doğru işletilmediğini, envanterden korumaya pek çok şeyin doğru yapılmadığını ve bu nedenle önemli bir ekonomik potansiyelin heba edildiğini söyler dururdu. Hocamız, kuşkusuz, haklıydı. Av kaynakları doğru işletildiğinde önemli ekonomik kazanımlar elde etmek işten bile olmuyor. Gel gelelim, yine Uçkun hocamızın Türkçeye kazandırdığı ve her canlının sahip olduğu özünsel değeri (intrinsic value) ekonomik bir değere dönüştürmek, olaya benim gibi bakanların altından kalkamayacağı bir yük oluşturuyor. Endüstri lazım, daha fazla iş daha fazla aş deniliyor, biz susmak zorunda kalıyoruz; turizm lazım, daha fazla döviz, susuyoruz; enerji lazım, daha fazla HES, nükleer reaktör, sus sakın sesini çıkarma… Birileri masum bir canlıyı öldürerek dinleniyor, keyif alıyor, statü kazanıyor; buna spor, buna oyun deniliyor, böylelikle doğa korunuyor, bunun ekonomisi oluyor, bunun için para ödeniyor… Kusura bakmayın sevgili meslektaşlarım, avcı dostlarım, Orman ve Av okuyucuları; olmuyor, olmuyor…



Osman Gökçe’den Bir Kitap Daha

Prof. Dr. Osman Gökçe emeklilik yıllarında ürettiği sanatsal eserlerle hem bizleri hem de okuyucularını mutlu etmeye devam ediyor. Değerli Hocamızın yayımlanmış eserlerini dergimizin daha önceki sayılarında sizlerle paylaşmıştım. Bu sayımızda yeni bir eserini daha sizlerle paylaşmaktan mutluluk duyuyorum. “Döndü Kızlar” adını taşıyan şiir kitabı Etki Yayınları tarafından bu yılın başında yayımlandı. Bir solukta okunan, birbirinden güzel şiirleri içeren bu eseri meslektaşlarımızın ve şiir tutkunlarının kaçırmaması gerektiğini düşünüyor ve kitaptan bir şiiri aşağıya alıntılamak istiyorum.

Bilinmez Sevgili

Sen bilinmez sevgili

Sen koydun kuralı

Sen bana yasaksın

Bütün karanlıkları gördüm

Sen bana Şafaksın



Sen bilinmez sevgili

Ben bilinen bir sıradan

Ben koysaydım kuralı

Şaşırırdı Yaradan

Şah der oynardım Şahı

Ve de tüm zamanlarda

Koynunda karşılardım sabahı





Not: Bu yazı Türkiye Ormancılar Derneğinin yayın organı olan Orman ve Av dergisi için hazırlanmış ve bu derginin Ocak-Şubat 2012 sayısında Doğa ve Kültür bölümünde yayımlanmıştır.



[1] Bu arada Cem Boyner’i 1994 yılında Cengiz Çandar, Kemal Derviş, Kemal Anadol, Ethen Mahçupyan gibi isimlerle birlikte kurduğu Yeni Demokrasi Hareketi’nden ve Türk siyasetine yapılan bu hızlı girişin, 1995 genel seçimlerinde alınan yüzde yarımlık oy sonucunda hızlı bir çıkışla sonlanmasından da hatırlıyoruz.
[2] Naskali, EG, Altun, HO. 2008. Av ve Avcılık Kitabı. Kitabevi Yayınları, Araştırma-İnceleme Dizisi.
[3] Yarcı, G. 2009. Osmanlı’da Avcılık Yasaları. Acta Turcia 1 (1).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder