Etiketler

Denemeler (12) Diğer (28) Makaleler (18) Şiirler (45)

1 Ekim 2013 Salı

Zweig'dan Montaign'e Özgürlük Arayışı

Dr. Cihan ERDÖNMEZ


Efsanevi rock müzik grubu Pink Floyd’un yine kendi gibi efsanevi nitelik taşıyan ve Alan Parker tarafından sinemaya da uyarlanan “The Wall” albümünün bir yerlerinde şu sözler geçer:

Goodbye cruel world (Elveda zalim dünya)
I’m leaving you today (Terk ediyorum seni bugün)
Goodbye goodbye goodbye (Elveda elveda elveda)
Goodbye all you people (Elveda tüm insanlar)
There is nothing you can say (Bir şey yok söyleyebileceğiniz)
To make me change my mind (Fikrimi değiştirmem için)
Goodbye (Elveda)

Pink Floyd’u ve müziğini bilenler hem zalim dünyanın nasıl bir şey olduğuna ve hem de onu terk etme arzusuna aşinadırlar. Sıcak ve soğuk tüm savaşlar, kirlenmiş siyasal güçler, demokratik kandırmacalar, giderek yok olan doğa ve daha neler neler…Hayalimizdeki dünyadan uzaklaştığımızı hissettikçe gerçek dünyadan uzaklaşma isteği daha ağır basmaya, bir kurtuluş gibi görünmeye başlar. Ancak bunu yapmamak için pek çok neden bulur sereriz ortalığa. En başta sevdiklerimiz gelir.

Peki ya en çok sevdiğiniz kişi de sizinle bunu yapmaya hazırsa? Örneğin eşiniz. Hayat arkadaşınız ölümde de yanınızda olmayı tercih eder mi? Stefan Zweig’ın karısıLotte bu tercihi tereddütsüz yapanlardan. Hitler Almanyası’nın yarattığı korku dünyasından kaçmak için okyanus ötesine bile gitmişlerdi oysa. Ne var ki dünyanın geleceğine ilişkin derin umutsuzluk, onların beraberce zalim dünyayıterk etme kararlarını pekiştirdi ve 1942 yılında Rio’da kararlarınıuyguladılar.

Zweig yaşama tutunmaya çalışmamış mıydı dersiniz? Mutlaka çalışmış olmalı. Birinci Dünya Savaşı’nda orduda gönüllü olarak görev almış (geri hizmet), zengin bir ailenin çocuğu olmanın tüm avantajlarından yararlanarak dünyayı dolaşmış ve hiçbir ekonomik sıkıntı yaşamdan, harika bir villada kendini yıllarca yalnızca işine verme şansı bulmuş bir kişinin yaşama arzusunu canlandırmaya çalışmadığınıdüşünmek pek de olanaklı değil. Bu arzunun en büyük kanıtlarından biri, bence, 1941 yılında Montaigne üzerine çalışmaya başlamış olması. Böyle düşünüyorum, çünkü Montaigne okuyan birinin daha öncekinden şu ya da bu biçimde farklılaştığına inanırım. 20. ya da 21. yüzyılda “bak işte, tam da aklımdan geçtiği gibi” dediğiniz şeylerin sizden 400 yıl önce düşünülmüş, harmanlanmış ve dile getirilmiş olması karşısında hem bu büyük insana olan hayranlığınız artar hem de ortak bir insanlık ülküsünün bütünüyle hayal olmadığına olan inancınız. Bu düşüncemi daha açık ifade edebilmek için iki ünlü şahsiyetin Montaigne hakkındaki sözlerine sığınmak daha kolay olacak sanırım. Önce Nietzsche’den başlayalım; şöyle demiş Montaigne için: “ Bir zamanlar böyle bir insanın yaşamış olması, bugün şu yeryüzünde yaşamanın hazzını gerçekten artırıyor.” Ardından Béragner’e[1]kulak verelim: “Montaigne amma da düşünce çalmış benden.”

Montaigne bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de Denemeler’i ile tanınmıştır. Zaten başka bir şey yazdığı da pek söylenemez. Denemeler’i ilk kez Türkçeye kazandıran Sabahattin Eyüboğlu ilk çevirisinin önsözünde şöyle demektedir: “Onunla okuyucu arasına girecek olan herkes boş sözler söyleme tehlikesine düşer.” Biraz da bu kaygıdan olacak, Montaigne hakkında başkalarının sözlerini aktarmak daha akılcıbir yol olarak görünüyor.
Montaigne ile Zweig’ı buluşturan şey neydi? Bana göre Zweig’ın yaşama tutunma arzusu. Oysa Ahmet Cemal Zweig’ın Montaigne ile ilgili çalışmasını değerlendirirken bakın ne diyor: “Bu deneme ile karşımıza, yüzlerce yıl önce, Rönesans’ın ve hümanizmin gerçek bir mirasçısı kimliğiyle insana dair her şeyi sorgulamaya insandan yola çıkarak başlayan bir düşünür ile ondan yüzyıllarca sonra insanlığın büyük çöküşünü yine insandan yola çıkarak sorgulamak peşindeki bir başka büyük düşünürün karşılaşmaları çıkmaktadır.”

Montaigne Rönesans hümanizminin yarattığı dünya ülküsünün yavaş yavaş yok olmaya başladığı bir çağda yaşamıştır. Din savaşlarının bütün Avrupa’yı bir uçtan diğer uca kırıp geçirmesine şahit olmuştur o. Katoliklerle Protestanlar acımasızca birbirlerini öldürürken bir yandan, barbarlık ve bağnazlık kol geziyordu Montaigne’in çağında. Gencecik bir çocukken o, Bordeaux’da tuz vergisine karşı çıkan halk ayaklanmasının vahşice bastırılmasına tanık olmuş,insanların sokaklarda parçalanmasına, kazıklara geçirilmesine, ölü bedenlerin leş kargaları tarafından paylaşılmasına şahit olmuştur. Yıkılıp yakılan köyler, baştan sona kılıçtan geçirilen askeri birlikler ve bütün bunlar yaşanırken dışdünyada, kendi kendine sürekli “nasıl özgür kalabilirim?” diye soran bir düşünürdür sözünü ettiğimiz. İki büyük dünya savaşını yaşama talihsizliğine sahip olan Zweig’a kulak verelim:“Montaigne’in özgür ve yanıltılması imkansız düşüncelerinin en yardımcıolabileceği kuşak ise, örneğin bizimkisi gibi, kaderin bir dünya kargaşasının ortasına fırlatıp attığı bir kuşaktır. Ancak savaşların, zorbalığın, tiranca ideolojilerin bireyin hayatını –ve yine bu hayat içinde olmak üzere- en değerli özü, bireysel özgürlüğü tehdit ettiği bir zaman dilimini kendi sarsılmış ruhunda yaşamak zorunda kalmış olan kişi, sürü kudurmuşluğunun egemenliğindeki böyle zamanlarda insanın iç dünyasının en derin noktasında yatan “ego”suna sadık kalabilmesinin ne büyük bir cesaret, dürüstlük ve kararlılık gerektirdiğini bilebilir. Yalnızca böyle bir insan, dünyada kitlesel bir yıkımın ortasında kendi manevi ve ahlaki bağımsızlığını lekesiz koruyabilmekten daha güç bir şey olmayacağınıbilir. İnsan, ancak kendisi akıldan, insanlık onurundan yana kuşkuya düşüp çaresiz kalmışsa eğer, dünya çapında bir kaosun ortasında tek bir kişinin örnek biçimde dimdik ayakta kalabilmesini övgüyle karşılayabilir.”



Büyük dedesinin aldığı şatonun yaşamdan izole kıldığı kulesinde; Goethe’nin tabiri ile “iç kale”sinde, Montaigne kitaplarını yoldaş kılarak özgürlük arayışıyolculuğuna çıkar, ömrünün sonuna kadar bitiremeyeceği. Çünkü, bilmektedir ki, dünyayı daha özgür yapabilecekler yalnızca kendi özgürlüğüne sahip çıkabilenlerdir. Özgürlük yolculuğunun yoldaşının kitaplar olması, onun bilgiye olan açlığının göstergesidir aslında. İç kalesinde, kitaplarının bulunduğu çalışma odasının duvarlarına elli dört özdeyiş yazdırmıştır Montaigne. Hepsi Latince. Yalnızca sonuncusu Fransızcadır: “Que sais-je?”, yani “ne biliyorum?”.Daha fazla bilmek için hep daha fazla kitap ister. Şöyle der Montaigne kitapları hakkında: “İstediğim zaman onlarla mutluluğu tadabileceğimden, yalnızca varlıkları bile beni hoşnut kılmaya yetiyor. Ne savaş ne de barışzamanlarında yanıma kitap almadan yolculuğa çıktığım olmuştur. Fakat çoğu kez günler, aylar boyunca kapaklarını açmadığım da olur. Kendi kendime şu ya da bu kitabı nasılsa bir gün okurum, derim, yarın ya da istediğin herhangi bir zaman…Kanımca kitaplar, insanın hayat yolculuğunda yanına alabileceği en iyi besinlerdir.” Zweig Montaigne’i şöyle tanımlar: “Montaigne üşengeç bir okurdur, okumanın amatörüdür, ama ondan daha iyi, daha akıllı bir okuru ne kendi zamanıne de ondan sonraki zamanlar görmüştür.”

Montaigne için görkemli şatonun kulesi, yani iç kalesi dokunulmazdır. O, zaman zaman dışarı çıkabilir. Ancak dışardan hiçbir şey içeri giremez. Çünkü o kule ya da o kale onun özgürlüğünün, dokunulmazlığının sembolü değil aynı zamanda somut yansımasıdır. 1882 yılında çıkan yangında bütün şato yanar. Bir tek yer hariç; Montaigne’in kalesi.
Montaigne’in temel arayışlarından biri de doğal, saf insandır. El değmemiş, kültür insanıolmayan insanı aramaktadır. Bir gün Rouen’de rastladığı Brezilyalılara[2]olağanüstü ilgi gösterir. Çünkü onların modern denilen insan gibi özellikleri bulunmamaktadır. Fiyakalı giysileri, abartılı inançları ve iki yüzlü ahlakları…Montaigne o insana geri dönüşün mümkün olmadığını bilir. Onu en çok yaralayan gerçeklerden biri de budur. Ama o insana yaklaşma isteği ve çabasını asla terk etmez. Ondan 400 yıl sonra Türk edebiyatının en önde gelen isimlerinden birinin, Yaşar Kemal’in benzer arzuyu dillendirmesi Montaigne’in insanlık üzerindeki etkilerinin küçük işaretlerinden biridir. Kemal romanlarından birinde şu düşünceyi ortaya koyar: “Çirkin olan insanlığın en üst kabuğudur. Adam olan hem kendi kabuğunu, hem insanlığın kabuğunu durmadan soymaya çalışır.”

Montaigne’i anlatmaya çalışmak boşuna bir uğraştır. Asıl olan onu anlamaya çalışmaktır. Bu da sanıldığı kadar kolay değil ne yazık ki. Onun düşünceleri değildir yalnızca alışılmadık olan, yaşamı da tuhaflıklarla doludur. Zengin bir ailenin çocuğu olup paraya hiç itibar etmemesi, Latinceyi ana dili olan Fransızcadan daha iyi bilmesi ve kullanması, çocuklarıyla olan ilişkisinin zayıflığı ve kaç çocuğunun ölmüş olduğunu bilmediğini itiraf etmesi, babasından yalnızca mal mülk değil Bordeaux belediye başkanlığının da miras kalmış olması ve iki dönem belediye başkanlığı yapması, ikinci döneminde şehri esir alan veba salgınından herkesten önce kaçması, yeri geldiğinde krala bile kafa tutması ve daha neler neler. Son bir şey daha; onun statüsünde dünyaya gelen bebekler için şatoya bir süt anne getirilmesi gerekirken, babası Pierre’in onu, daha ana sütünden bile kesilmeden, Montaigne derebeyliği sınırlarındaki bir orman köyünde, en alt tabakadan bir oduncu ailenin yanına vermesi ve birkaç yıl Montaigne’in o koşullarda büyümüş olması. Benzer bir durumu Balzac da yaşamış, ailesi onu dört yaşına kadar bir jandarma ailesinin yanına vermiştir. Balzac bu nedenle annesini daima suçlamıştır. Oysa Montaigne babasına, bu kararı yüzünden hep minnet duyguları beslemiştir. Ona göre, babası kendisinin ayrıcalıklı sınıftan biri gibi hissetmesini istemiyordu. Böylelikle onu bütün ön yargılardan uzaklaştırmış olacaktı. Kim bilir Montaigne’in kaderi, belki de, babasının bu kritik kararıyla, şimdi adını bile bilmediğimiz o orman köyünde çizilmişti!


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder