Etiketler

Denemeler (12) Diğer (28) Makaleler (18) Şiirler (45)

9 Eylül 2015 Çarşamba

Gazla Türkiye; Kim Tutar Seni?

“Yenile yenile yenmeyi öğreneceğiz” günleri vardı eskiden.
Belki doğrudur. Yenmeyi öğrenmişizdir, kim bilir. Fakat sporcu olmayı, daha doğrusu sportmen olmayı, spor ahlakını ne zaman öğreneceğiz, bundan emin değilim.

Türkiye’deki spor düzleminde nispeten doğru kalmış ve başarı çizgisi bu nedenle yüksek olan branşlardan biri olan basketbolun erkek milli takımı için, en büyük sponsoru olan banka bir reklam filmi çekmiş, dönüp duruyor günlerdir televizyon kanallarında Avrupa Basketbol Şampiyonası nedeniyle. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Bana göre vakanın, geçmişte, bir dengesiz anınızda yapıp da sırtınıza bir kambur gibi yapışan, hatırladıkça yüzünüzü kızartıp aklınızdan uzaklaştırmak için olmadık yöntemlere başvurduğunuz utanç verici deneyimlerden hiçbir farkı yok. Oysa adamlar (buradaki “adamlar”, “adamlar yapmış abi” cümlesindeki imrenilen ecnebiler manasında değil; bu utanç verici reklam denilen vakanın altına imza atanlar) durum hiç de böyle değilmiş gibi, böbürlene böbürlene yedi yirmi dört gözümüzün içine sokuyorlar bu soytarılığı üstüne para ödeyerek. Görmemiş olduğunuzu düşünmesem de dilim döndüğünce anlatayım size ben yine de;

Basketbol milli takımımızın anlı şanlı oyuncularının, yurolig filan gibi üst düzey organizasyonları solumuş olanların, Avrupa’nın, yetmez en bi ey’in en gözde parkelerinde ter akıtanların her birinin karşısına bir partner koymuşlar; bunlar birbirine öpüşme mesafesinden hallice durumdalar, kamera olabilecek en yakından çekim yapıyor ve kadrajda yalnızca yüzler var. E, elbette o mesafe, o açı, o ışık söz konusu olunca her bir yüz, kurbağa prense dönüşürken işlemin yarısında münasebetsiz biri sıtop (Türkçe okunduğu gibi yazılan bir dildir; bu söz de Recep İvedik Sörvayvır’da alıntıdır) düğmesine basmış gibi görünüyor. Çocukların suçu yok ki! Oraya, al Brad Pitt’i koy, pitbul gibi görünmezse yazmayı derhal bırakacağım, elim taş olsun, bir daha tuşlara dokunamasın, o kadar iddialıyım.

Her neyse, görüntüdeki hafif insanlığımdan utandırıcı ruhsal etki bir noktaya kadar göz ardı edilebilirdi belki. Edilebilirdi, lakin ah o metin yazarı, ah o metin yazarı! Burada tasvirle,  aktarmayla, ne bileyim analizle zaman kaybetmeyeceğim. Doğrudan oyuncularla partnerleri arasında, Çiçek Abbas’taki Şener Şen-İlyas Salmanvari gerçekleşen diyalogun yutub’dan videoyu durdura oynata çıkarttığım tekstini paylaşayım, daha kolay olacak bu:

“-Biz istersek dağları un (küçük bir kız çocuğu),
-Demiri yün (Oğuz Savaş),
-Kılıcı kın ederiz (yaşlıca bir kadın).
-Biz gidersek dağları delip (Semih Erden),
-Yüreği ezip (genç bir erkek),
-Her şeyi silip gideriz (Sinan Güler).
-Biz istersek dikeni gül (orta yaşlı bir kadın),
-Nefreti kül (Melih Mahmutoğlu),
-Yüreği tül ederiz (bu genç erkeğin sözlerini defalarca dinlememe rağmen tam olarak anlayamadım, pek emin değilim).
-Biz seversek geceyi gün (Furkan Aldemir),
-Bugünü dün (yaşlıca bir erkek),
-Sevdayı düğün ederiz (Cedi Osman).
-Hala aynı yer biziz (genç bir kadın),
-Değişen zamana ayar biziz (devşirme Türk Muhammed, aslen Amerikan Boby Dixon).
-Hala aynı karar biziz (aynı yaşlıca kadın),
-Bizde kış yok (Ersan İlyasova),
-Dört mevsim bahar biziz (Semih Erden ve küçük bir erkek çocuk).

Bu diyalogların ardından vaz geçilmez bayrak görüntüleri ve bunu izleyen ekran sesi çıkar sahneye (tam bu sırada oyuncular potaya smaç basmaktadır):

“Garanti 12 dev adama inanıyor, bekle Avrupa 12 dev adam geliyor.”

Hatırlarsınız, bu “12 dev adam” Athena tarafından armağan edilmişti bizlere. 2001 Avrupa Basketbol Şampiyonası Türkiye’de yapılacaktı. Hayatımızın azı çalışma çoğu gaz olduğu için ülkemizde yapılacak büyük bir şampiyonada takımımızı gaza getirecek bir şeye ihtiyaç vardı ve aranan o gaz doğru yerde bulunmuş, Athena “Uh Ah Dev Adam, 12 Dev Adam”la bütün ülkeye gayet ayarında bir gaz vermişti. Etkisini küçümsemeyin, bu gaz Türkiye’yi finale kadar çıkarmış, basketbol tarihimizin en büyük başarısına imza atılmıştı. Daha sonra, 2010 yılında yine ülkemizde yapılan dünya şampiyonasında final oynayarak bu eşiği de aşmıştık (finallerde sırasıyla Yugoslavya – o zamanki adıyla- ve ABD’ye yenildiğimizi hatırlatmam canınızı sıkmaz umarım).

Sporda gaz arayış ya da ihtiyacımızın tipik kanıtlarından biri de Fatih Terim’dir. Her ne kadar kendisini tanımayanlar (yabancılar, futbol sevmezler vs.) onu televizyonda konuşurken izlediklerinde, burnuna konan ve ekranda görünmeyen küçük bir sineği elini kullanmadan kovmaya çalışırken komik duruma düşen bir adam sanıp ona acıyorlarsa da, namı diğer samtayms Fatih 100 Türk büyüğü arasına adını yazdırmış bir kahramandır ve bu kahramanlığının onda dokuzunun iyi gaz vermekten geçtiğini söyler konunun bilirkişileri.

Sanırım “ah o metin yazarı” bütün bunlardan yola çıkarak koca (muhtemelen) kafasını iki elinin arasına alıp düşünmeye başladı ve uzun süren bu sürecin sonunda Sinbad gibi işaret parmağını önce burnunun altında sağa sola, sonra burnunun yanından yukarı aşağı hareket ettirip, ışıltılı gözlerle “buldum” diye havaya sıçradı.

“Ah o metin yazarı” bulmuştu işte çözümü! Hem de tek satır kalem oynatmadan, güzel canını hiç sıkmadan. Niye olmasındı ki? Ömer Kaplan Kozanoğlu bilinen bir şarkı sözü yazarıydı, rahmetli Aysel Gürel’le çalışmışlığı da vardı hem. Üstelik koskoca MFÖ’nün ilk harfi olan Mazhar, “sensizliği bitmiyor gecelerimizin” diyecek kadar naif, “sana sarı laleler aldım çiçek pazarından” diyecek kadar romantik ve de “vak dı rak” diyecek kadar çılgın bir adam, Ömer Kaplan Kozanoğlu’nun bu sözlerinin üzerine beste yapıp grubun “Agu” adlı albümüne koymamış mıydı? O halde bu sözler hem bir milli takımı hem de koca bir ülkeyi gaza getirmek için de kullanılabilirdi. Daha ne olacaktı ki? Bundan iyisi Şam’da kayısıydı.

Nihayetinde bahse konu olayın spor olduğunu hatırlamaya gerek yoktu. Hani spor barıştı, kardeşlikti, dostluktu, mücadele azmiydi, sınırları zorlamaktı, insanın kendisiyle yarışıydı, falandı, filandı? Hani bu bir oyundu aslında? Bu güzel fakat içini bir türlü dolduramadığımız sözleri bir kenara itmiş, maça değil savaşa gidiyorduk sanki ve topluca dağları un, demiri yün ediyorduk. Yetmiyor, un ettiğimiz dağları deliyor, yüreği eziyor, her şeyi siliyorduk. Tribünde “ölmeye, ölmeye geldik” ya da “vur kır parçala, bu maçı kazan” diye böğüren holigan ayarında kalıp ısrarla, “değişen zamana ayar biziz” demekten de geri durmuyorduk.

İşte öyle bir pazar günüydü o pazar. Ertesi gün yoğun olacaktı. Pazar gezmesini bitirip eve dönmüş, ütüydü, çamaşırdı, hafta hazırlıklarını tamamlamıştık. Önce futbol milli takımının Hollanda’yla oynadığı maçı izledik. Futboldan pek haz etmesem de Hollanda’yı yenmek hoşuma gitmişti. Allah için maçta, başbakanının bir şehit çocuğunu dizlerinin arasında tutarak maçı izlemek yoluyla seçim kampanyasına Bismillah demesinden başka rahatsız edici bir durum yoktu benim açımdan. Maç sonunda baş gazcımız samtayms Fatih gazetecilere şöyle diyerek, sanırsam başbakanın açtığı yolu genişletiyordu kendince:

“…Ülkemizin dünyada mevcudiyetini devam ettirecek bir takım var, o da bu milli takımdır… Bu galibiyeti vatanı korumak için şehit olanlara ve onların yakınlarına adıyoruz. Ruhları şad olsun…”

Baş gazcı aslında bu açıklamayı Letonya maçından sonra yapacakmış ama galip gelemedikleri için yapamamış, öyle dedi. Yani, “şehitlerin ruhları şad olsun” demek için de illa bir galibiyet gerekiyormuş, bunu da böylece öğrenmiş olduk.

Bu kafa karışıklığı ve can sıkıntısıyla benim için geç sayılabilecek bir saatte başlayacak olan Türkiye-İspanya basketbol maçını beklemeye başladım. Fakat erken uyuma alışkanlığım buna izin vermedi ve maçın başlamasından beş dakika sonra uyuyakalmışım.

Kendime geldiğimde maç yayını çoktan bitmişti. Şöyle bir kanallarda gezineyim dedim. Hemen tamamında kırmızı bantla son dakika haberi geçiyordu:

“Terör örgütü tarafından kurulan hain pusuda 16 askerimiz şehit…”

Daha fazlasını okumaya dayanamadım. Televizyonu kapatıp doğru yatağıma gittim. Zihnimde “dağları un…”, “nefreti kül…”, “her şeyi silip…” dolaştı bir süre. Sonra baş gazcı samtayms Fatih’in dudaklarını bükerek konuşması, başbakanın bacakları arasına aldığı şehit çocuğun üstünden gevrek gülüşleri gözlerimin önüne geldi. O sırada 16 askerin parçalanmış bedenlerinden akan kan durmuş, sıcaklık çekilmişti çoktan. Belki daha annelerinin haberi bile yoktu, ocaklara ateş düşmemişti ve hamile karıları karınlarını okşayarak erlerini hayal ediyorlardı.


Ertesi gün şaşaalı konuşmalar yapılacak, akan kanın hesabı sorulacaktı, bu kesindi. Cenaze törenlerinde “şehitler ölmez, vatan bölünmez” sloganları atılacak, gazlaya gazlaya hayat devam edecekti. Ne de olsa “bizde kış yok, dört mevsim bahar biziz” değil miydi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder