Etiketler

Denemeler (12) Diğer (28) Makaleler (18) Şiirler (45)

2 Eylül 2015 Çarşamba

Gir Richard Gir!

Sabah yataktan akarak kalkmışım, her sabahki gibi. Tıraştı, kahvaltıydı, giyinmeydi derken, üstüne herkesin imrenip, benim şekle sokmak için çabalayıp durduğum beyaz ve gür saçlarımla uğraşmak da eklenince, evden kendimi atana kadar yorulduğum alelade bir gündü dün yine. Apartmandan çıkınca beni karşılayan, daha iki ay önce doğurduğu bütün yavruları ölmemiş gibi tekrar hamile kalan tekir kedinin duyduğu heyecanın binde biri bende olsaydı dünyayı değiştirebilirdim belki de yahut yerinden oynatabilirdim birisi bana bir dayanak noktası gösterse. Muhtemelen sevgili eşim –ki her sabah benden önce evi terk eder, bir şeyler vermiş olmalı bu seks düşkününe. Fakat o yine de bacaklarımın arasında –S- çizerek dolanıp kuyruğunu yılan gibi bana sarmaya devam ediyor. Geçen akşam apartmanın vatsap grubunda “yemek vermeyin şu kedilere, tırmaladı biri beni, ısırdı da” diye viyaklayan adını bilmediğimiz komşumuza hal hatır soran (ne de iyi yapmış, ooooh!) dört bacaklı dostumuz bu olsa gerek.

Sevgili şoförüm Samet (havaya bak!) alıştığım gibi caddede hazır. Arka koltuğun sağ tarafına kuruluyorum, sanki beş dakika sonra bıktırıcı trafikle Don Kişot misali savaşacak olan biz değilmişiz gibi. Biraz tivıtıra bakıyorum. Takip ettiğim yerli ve yabancı hesapların ilgi alanları ve uğraştıkları konular ne kadar da farklı. Yerlilerde yine bir (boş) bakanın ettiği ipe sapa gelmez bir sözle ilgili kopan fırtına havası hakim. Yabancılarda ise doğa tahripleri, küresel iklim değişikliği, alternatif  enerji kaynakları, insan hakları, gençlik sorunları vs. Okuduğum son tivit yalnızca 29 dakika önce yazılmış, bu kadar dayanabildim. Önümde duran koltuğun cebinde Elif Key’in “Bize iki çay söyle” kitabı duruyordu, onu elime aldım. Azıcık dalmışım kitaba. Bu sırada Çamlıca’dan köprüye doğru inişe geçmişiz dur kalk oyununda. Bir ara yan tarafta olağan olmayan bir hareket hissettim. Baktım bizimle bitişik arabanın şoförü camını açmış, bana bakarak bir şeyler söylüyor. “Ah Samet” dedim kendi kendime; “Kim bilir yine ne yaptın, adam sitem ediyor bize?” Korkarak camı indirdim, işin gücün yoksa uğraş şimdi adamla sabah sabah. Cam hafifçe aralandığında “Beyefendi…” ile başlayan bir cümle duydum ama tam anlamadım meseleyi. Yine de biraz rahatlamıştım. Adam söze “beyefendi” ile başladığına göre çok da sert bir şey söylemiyor olsa gerek diye düşündüm. Gerçi herkes kendisine “beyefendi” denmesinden hoşlanmıyor bu ülkede. Sevgili dostum Erdoğan bir toplantıda, zamanın Bartın valisine  “beyefendi” ile başlayan bir soru sormuştu da, beyefendi olmayan vali “bana beyefendi diyemezsin, bana sayın vali diyeceksin” filan diye kıyameti koparmış, olay basın yoluyla ülke çapında yankılanmıştı. Konuyla ilgili hatırladığım en iyi yorumu hatırlayamadığım bir gazeteci yapmıştı o günlerde. “Ben o akademisyenin yerinde olsaydım” demişti hatırlayamadığım gazeteci (Erdoğan da benim gibi akademisyendir, yeri gelmişken) “size beyefendi dediğim için beni bağışlayın, buradan bakınca beyefendi gibi görünüyorsunuz derdim” diye tamamlamıştı yorumunu.

Her neyse, akademisyen hastalığıyla ben yine dağıttım biraz. Konumuza dönersek, biraz rahatlamış ama ne denildiğini anlamamış ölü balık halimle ben adama bakarken o durumu anlamış olmalı ki tekrarladı; “Beyefendi profilden tıpkı Richard Gere gibisiniz, bir an sizi o zannettim.” Refleks olarak ben bir yandan elimi göz hizama getirip selamlama hareketi yaparken, diğer yandan mütebessim bir yüz ifadesiyle “teşekkür ederim” dedim adama. Salaklığa bak! Sanki “önemli olan iç güzelliğidir…” ile başlayan cümlenin en çok kullanılan ilk 20 söz arasında olduğu toplumda yetişmemişim, bunca yıl kendimi zihin gelişimine adamamışım gibi, “Richard Gere, Ahmet sen çık” felaketinin baş müsebbibine benzetildim ve o müsebbip biraz güzel (niye erkeğin güzeline yakışıklı denilir ki?) diye –tamam tamam epey güzel, hatta çok epey güzel; hatta preti vumın’daki Julia Roberts’dan bile daha biçimli bir canlı, kabul- ayaklarım yerden anında kesildi, pembe bulutların içinde dans etmeye başladım. Bir de kalk teşekkür et adama, densizlik diz boyu anlayacağınız.

Gerdirme, şişirme, doldurma, büyütme, küçültme operasyonlarına milyonların harcandığı; kırışık giderici, cildi yenileyici, ölü hücreleri def edici, büyük gösterici, parlatıcı, matlaştırıcı, sıkılaştırıcı, selülit giderici, nemlendirici… çeşit çeşit kremin, losyonun kapış kapış gittiği; güzel olmayan şarkıcıların albümlerinin satılmadığı, kliplerinin izlenmediği; bırakın enkır(o)menleri, hava durumu spikerlerinin, hatta spor spikerlerinin bile güzelinin makbul olduğu, şöhret yolunda alıp başını gittiği; “vah vah pek de güzelmiş” denilerek ölünün bile güzelinin sevildiği bir ülkede, bir dünyada yaşamıyorum ki ben. O nedenle anlayamadım neden bu dengesizliği yaptığımı; güzel bir adama benzetildim diye direkt uçuşa geçip suratıma aptal bir gülümseme kondurduğumu. Neyse ki pek sevgili eşim, akşam yemek masasında olayı anlattığımda “Peh! Saçlarından başka bir yerin de benzese bari” diyerek bir balon gibi şişen egoma iğneyi soktu da ayaklarım tekrar yere basmaya başladı.

Bundan birkaç işyeri öncesi –ki bunun çok bir zamana tekabül ettiğini (karşılık geldiğini deseydim keşke) sanmayın; birkaç işyerini bir ayda bile değiştirebilirim çünkü- bir iş arkadaşım bana “popülerlerden nefret ederim” demişti. Haklıydı. Çünkü popülerliklerinin tek dayanağı güzellik olan bu erkekleri ya da kadınları herkes sever, onları anlayışla karşılar, onların hatalarını görmezden gelir, terfi ettirir, onlar hakkında hayaller kurar, mümkünse onlarla dakika, saat, gün, gece, hafta ya da hayat geçirmek için ellerinden geleni artlarına koymazlar, hemcinsleriyle savaşırlar; yine de başarılı olamazlarsa da gizli-kuytu köşelerde o güzel kadın ve erkekleri zihinlerinde istedikleri şekle sokarak mastürbasyon yaparlar. Tamam, itiraf ediyorum; “yaparlar” değil, “yaparız”. Güzellik karşısında eğilip bükülür, şekilden şekile gireriz, genlerimize işlemiş. Güzel olmayanlar unutulup giderken güzel olanları hep hatırlarız. Lisedeki en güzel kızı ölüm döşeğinde bile unutmayız örneğin. Atatürk’ü sarı saçları mavi gözleri ile sever, ekmek almaya çıktığında destan yazan polis tarafından vurulup, iki yüz altmış dokuz gün komada kaldıktan sonra ölürken 15 yaşında ve 16 kilo olan Berkin’i zihnimizde gür kaşları ve kömür gözleri ile canlandırır, Ali İsmail’i hatırlarken daha güzel görünsün diye sarı lacivert formasını giydiririz. Hatırlanmak konusunda bu kadar şanslı olmayan çoğunluk ise unutulup gitmeye mahkumdur iki yüzlü ahlak sistemimizde. Misal Uludere bizim için atlasta yer bulma oyununda sorulabilecek okkalı bir sorudur yalnızca. Soma ise… Sahi Soma’dan çıkan güzel bir kişi var mı? Soma’yı bir yerden hatırlıyorum da. Vallahi ne hafıza var bende şekerim, tü tü tü tü 301 kere maşallah!


Bu sabah aynanın karşısında daha fazla zaman geçirdim. Saçlarımı iyice Richard’ınkine benzetmeye çalıştım. Arabanın arka koltuğuna kurulup “gazla” dedim Samet’e. Gözümü kırpmadan önüme bakıyorum sürekli, yan arabadakiler hep profilden görsünler beni diye.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder